NİYET : Gidiyorsun.. Bir ömür boyu bu yolculuğu beklemiştin. Belki kalbini gidenlerle birlikte oralara gönderdin, belki ruhunla hayalen tavaflar ettin. Şimdi ayaklarınla basa basa yola düştün işte. Belki daha önce uzun yolculuklara çıkmıştın, belki daha önce de hacca gitmiştin. Bilmelisin ki, hac yolculuğu diğer yolculuklarından farklıdır ve ayrı bir yöndedir. Şimdi her gün beş vakit yöneldiğin kıblene doğru yöneldin. Şimdi çokluktan birliğe uçuyorsun. Şimdi kendini keşfe gidiyorsun. Vardığın yerde kendini yeniden tanıyacak ve tanımlayacaksın. Daha önce hacca gitmiş olsan da, yine, yeniden yeni heyecanlar yüklenmelisin. Her hac yegânedir, bir tanedir değil mi? Kaç kez gidersen git, hacı olma heyecanı hep tazedir ve hep ilk kez hacı olmanın heyecanını taşıyor olmalısın. Yoksa tekrar gitme ihtiyacını niye hissediyor olasın ki? Hem sonra bu ilk haccın olmayabilir ama ya son haccınsa...
YOL : Şimdi yolcusun. Yolculuk hâli, yaşadığımız hayata daha çok yakın ve yakışır bir haldir. Hazır sırası gelmişken, hayatını ve çevreni bir de yolcu edasıyla seyretmeyi dene. Ayaklarının altından dünya toprağı kayıyor mesela. Alışık olduklarından uzaklaşıyorsun, Ona yakın olmak adına. Ölüm de böyledir ya! Uçarı bir kelebek heyecanını yüklenip, gördüğün herşeye eğreti bakışlar atıyorsun. Herşey sapından kopuyor, kökünden ayrılıyor, kabuğundan sıyrılıyor; günışığı eşyadan renklerini çekiyor. Sokaklar ve duvarlar incelip eriyor. Dünya toprağına sıkı sıkıya basmış ayakların tatlı bir rüzgâra karışıyor.
İHRAM : Yolcu dediğin dengini yeğni tutmalı. Dünya adına omuzladığın ne varsa at, kalbine yük ettiğin ne kadar dünyalık varsa geriye bırak. Zaten, birazdan giyeceğin ihram fazladan ağırlıklarını omuzundan atmanı gerektiriyor. Beyaz bir bez içinde yalın ve yalnız bir yolcu edâsı giymişken, kendini de iptilalardan koparmalısın, yeniden yazmalısın kalbini. İhramı giymek için yalnız elbiselerini çıkarman yetmiyor. Küllî bir soyunuşu gerektiriyor ihramlanmak. Şimdiye kadar kendi kıymetinin ölçüleri bildiğin herşey, mevki, makam, milliyet, kavim, soy, sınıf meslekten yana ne varsa, hepsi ihramın beyaz yüzüne çarpıp eriyecek. Herkesten uzakta, tek başına sadece Rabbine kul olduğunu artık daha rahat görebilirsin. Seni kıymetlendirecek tek şey, Rabbine kulluğun, yalnız ve yalnız Ona kul olmaklığındır. Renksiz, desensiz, rozetsiz ve bayraksız ihramın yalnız Rabbine nisbet ediyor seni. Beyazlara büründükçe heva ve hevesin kökleri dünya toprağından çekiliyor. İhramın içinde emredemeyen, tek bir kıl bile koparamayan, helâl zevklerini dahi tadamayan teslim olmuş bir insansın artık.
YÖNELİŞ : Gel gör ki, insan kolayca kabullenemiyor gidişini. Ayağın çıplak, başın açık ağırlığını unutmuş bir su damlası uçarılığında dünyanı ve dünya adına sevişlerini terk etmek için bu yola girdin. Bak, herkesle ve herşeyle olan bağların çözülmek üzere. Habire eğirip durduğun hayat yumağı dağılıverdi.
İncecik ve keskin bir yolculuk niyeti herşeyi ve herkesi arkada bırakmalı. O niyet ki, kalbimize düşer düşmez yaşadığımız mekânı solgun bir güle dönüştürür. Etraftaki herşey birden eğretileşir, âdeta arzın çekim alanından sıyrılır, uçuşmaya başlar. Mekânla olan bağların zayıflar, müphemleşir. Mekâna bağlılığın çözüldükçe, zamanın da senin üzerindeki hükmü ağırlaşır, bir mahpus edâsıyla fenanın hükmünü boynuna dolanmış bulursun. Yarına randevu verememek bulunduğun ânın daracık duvarlarını göğsüne bitiştiriverir. Zamanın paslı kılıcı değer yüreğine, ölümün soğuk nefesi yüzünü yalar geçer. Sen gidiyorsun, sen gidicisin; dönüyorsun, dönücüsün.
YAKINLIK HEYECANI : Evet, Kâbeye gidiyorsun. Hayat kırıntılarımızın göllendiği yere doğru gidiyorsun. Kulluğunun keskin sıratlarda sınanacağı yere uçuyorsun. Böylece 'hesap günü' ile aynı yöne düşüyor Kâbenin yöresi. Hergün beş vakit döndüğün yere dönüyorsun. Öteden beri yönelegeldiği yöreye dönmek, bir geri dönüşü içerdiği için, insan bu yolculukta uzaklaşma değil, bir yakınlaşma duygusu yaşamalı. Gurbet değil, sıla kokmalı alnına değen rüzgârda.
UZAKLIK KORKUSU : Ama,
hayır! Kâbeye yönelmek dehşetli bir uzaklık korkusunu da
haber veriyor gibi. Mesele Kâbenin bulunduğumuz yere uzaklığı
değil, bizim ubudiyet hâline uzaklığımızdır. Bu
yolculuk, bu yöneliş o başdöndürücü uçurumu gün yüzüne çıkarıyor
şimdi. Yüzünü herhangi bir duvara çevirir gibi kolayca ve üstünkörü
kıbleye yönelişlerini hatırla. 'Döndüm kıbleye' demek,
Ondan başka herşeyden, Ondan haber vermeyen herşeyden yüzçevirmeyi
gerektirmiyor muydu? Ne gam Kâbe çok uzaklarda olsa! Lâkin Rabbimize uzaklık
kıble Kâbenin hakikatine sonsuz ırak eyliyor bizi. Kâbenin eteğine
varsan da bu uzaklık erimeyebiliyor, arada uçurumlara baş gösteriyor.
Bu uzaklık, bu uçurum baş döndürüyor, kalbi ürpertiyor! Nereye
gitsen ayağını bu uçurumun kenarından uzak edemiyorsun.
Dilerim, Rabbim seni de beni de Kendine yakın eyler! Kâbeye yakınlaşma
isteğin de bu duâdan başkası değil.
TERKEDİŞ :
Aslında, hacca ister var, ister varma, Kâbeden pek uzak düşmediğimizi
de söylemem gerekiyor. Her gün beş vakit Kâbeye dönüp, Rabbimize
ubudiyet sözü veriyor değil miyiz? Bu da bir Kâbe yolculuğudur aslında.
Mesafeler kat edilmiyor bu yolculukta. Tek bir niyet menzile eriştiriyor
bizi: kul olma niyeti. İşte bu niyettir ki, en bitmez mesafelerden
daha uzak, en sarp dağların kestiği yollardan daha dolambaçlı,
belki çöllerle ve dağlarla ölçülemeyecek bir yolun yolcusu eyler bizi.
Kul olmaya niyet, en küllî terkedişleri içeren bir uzun ve keskin
seferdir.
VARIŞ : Ona, yalnız Ona dönmek nelerden koparmıyor ki bizi? Kıbleye dönmek, Onun delillerini gösterenlerden başka herşeye yüzçevirmektir. Peki, Onu göstermeyen bir şey var mı ki şu kâinat yüzünde? Herşey hâl diliyle Onu zikrederken, her zerre Ona tesbihfeşân iken, yüz çevireceğimiz ne kalır geriye? Hangi şey var ki Ondan söz açmıyor bize? Hayır, Onu göstermeyen bir şey yoktur. Olsa olsa Onu gösterenleri görmeyen biri vardır. Ona yönelmek ise, herşeye Onu görme niyetiyle bakmak demektir.
Ne ki, kendisini kendi başına buyruk bilen insan, eşyayı
da kendi başına buyruk bilir. Eşyayı başkasını
gösteren âyineler olmaktan çıkarır. Bu kör niyetle, kâinat dolusu
aynalar kırılır; semâlar boyu güneşler ebediyen batırılır.
İnsanın bakışı bir karadelik gibi, kâinattan nefsine
gelen nurlu haberleri soğurup, herşeyi bir derin karanlığa
itiverir. İşte Onu göstermeyen tek şey, tek karanlık
nokta, nefsimize takılmış enaniyetimizdir. Şu halde, Kâbeye
yöneliş, Onu göstermeyen ve başka herşeyin âyinesini
paslandıran tek kara noktayı, yâni enaniyetimizi arkamıza atmayı
gerektiriyor. Ve ancak kabını terkeden Kâbeye varır. Önünde
o kara noktayı, yâni Kâbeyi bulduğunda, arkanda mutlaka karanlık
bir nokta, yani benliğin kalacak. Kabından çıktığın
an Kâbeni bulacaksın.
TAVAF : Kâbeye varmak
da, kıbleye dönmek de, ben-merkezimizin yörüngesinden çıkıp,
Rabbimizin marziyatı dairesinde bir tavafa girmeyi gerektiyor. Tavaf odur
ki, kendi başınalığını terkedesin, kendi heva ve
hevesinin etrafında pervâne olmaktan vazgeçesin. Öbür türlü, Kâbeye
varmak da, Kâbeyi dolanmak da kolaydır. Kâbeye varmak benliği
aşıp kulluğa ermeyi, çokluğu yırtıp birliğe
erişmeyi bulmaktır. Yolculuğun şimdi ülkeni terketmekle başlıyor,
Kâbeye vardığında ise kendini terkedeceksin. Kara bir çiçeğin
yakasında ak bir toz olup uçuşacaksın. Ve yol hiç bitmeyecek.
SA'Y : Şimdi SafaMerve
arasında yedi kez koşuyorsun. Kimden kaçıyorsun? Kime koşuyorsun?
Ondan kaçıyor ama yine Ona koşuyorsun. Onun kahrından
kaçıp yine Onun lûtfuna koşuyorsun aslında. Onun bu
halimizle bizi ancak ateşe lâyık gören adaletinden, Onun lâyık
olmadığımız halde cenneti ihsan eden fazlına koşmalı,
sığınmalıyız.
ARAFAT :
Şimdi herkesin akın akın gelip etrafında göllendiği
Kâbeden ayrılış vakti. Ve aslında Kâbe dahi vuslata
yetmiyormuş... Tavafta Ona teslimiyetin kıyısına kadar
varmışken, sayde Ondan Ona koşma hürriyetinin zirvesine
ermişken, kendin, kendi ikiliğini keşfettin. Teslim olan yanını,
hür kalan yanını bildin. Şimdi Onu tanıma sırası.
Arefe Onu bilme zamanı, Arafat Onunla bilişme, muarefe etme mekânıdır.
Cennetten yana arzusunu soranlara Rabia 'Bana ev değil komşu lazım'
demişti. Şimdiye dek ev etrafında dönüp durduğun
yeter, artık komşuyu tanıma zamanı. 'Kâbeden ayrıl;
şimdi Bana Kâbeden daha yakınsın!' diye fısıldanıyor
kalbine. 'Ve varış Allahadır' de. (Bak. Nûr 42 ve Fatır
18). Kâbeyi terket, Kâbeyi kutsal eyleyene yanaş! Mekkeye sırtını
dön, Mekkeyi mübarek kılanla yüzleş. Ve anla ki, 'Onun vechinden
başka herşey helâk olucudur.' (Bak. Kasas 88). Kâbe de, Mekke de ve
sen de Onun vechine dönük olduğunuz sürece helâketten ve hiçlikten
kurtulabilirsiniz. Öyleyse Arafata koş. 'Allaha kaç!'
MEŞ'AR : Gurub vaktine doğru, güneş Arafattan kaybolurken, sen de benliğinin yalancı aydınlığını kalbinin karasında yitirmeye çalış. Beyazlara bürülü bedenini yanına alıp, 'Arafattan boşanan' kullara karış... Meşare doğru ak!. Kendini unutup, yalnızca 'Allahı hatırla!' 'O nasıl seni hiçlik derelerinde unutmayıp varlık düzüne çıkardıysa, nasıl seni dalalet karanlığından hidayet nuruna yönelttiyse, sen de Onu öylece hatırla. Sen bundan önce unutulmuş da olabilir, dalalette de kalabilirdin.' (Bak. Bakara 198).
Meşare (Müzdelifeye) karanlık düştüğünde varıyorsun,
gece boyu bekliyorsun. Arafatta da gündüz boyu kalmıştın.
Arafattaki muarefe yani tanışma ve bilişme ne kadar gündüzü
ve aydınlığı gerektiriyorsa, Meşardeki şuurlanma
da o kadar geceyi ve karanlığı istiyor. Gece boyu yalnız ve
yalın kalıyorsun. Nazarını afaktan ve dışarıdan
çekmeni, gözünü enfüse ve içeri çevirmeni kolaylaştırıyor
gece. Göğün güneşi eksik ama yıldızlar ve ay karanlığı
yırtarak uzanıyor sana. Öylece yüzünü arzdan semâya çeviriyorsun.
Ama henüz sınav bitmiş değil. Yüzün semâda, gözün kalbinde
iken, elini yere ve toprağa daldırıyorsun. Meşar toprağından
çakıl taşları toplayacaksın. İllâ da kendi ellerinle!
Tıpkı 'kimsenin kimseye faydasının dokunmadığı
o gün'de olduğu gibi. Ardından kefen misali beyaz ihramınla,
kara toprağa benzeyen gecenin koynuna uzanıyorsun.
MİNA : Ve haşir
sabahı... Yeniden diriliş... Günün ilk ışıklarının
dürtmesiyle kendi yalnızlığından diriliyor, mahşerin
kalabalığına karışıyorsun. Meşarin içe
doğru yolculuğu dışarıya doğru vuruyor. Meşar
gecesinin zahidleri şimdi Mina gündüzünün mücahidi olmaya hazırlanıyor.
Meşar ile Mina arasındaki görünmez duvarı sadece 'geceyi gündüze
kalbeden', 'güneşi döndüren', 'ayın ardı sıra güneşi
getiren' yıkabiliyor. Günışığı tenine değmedikçe,
sınırından taşmak üzere olan o eşsiz kalabalıktan
kimse o hayalî çizgiyi aşmaya, Meşarden ayrılmaya cesaret
edemiyor. Gece boyu hayalî çizgiye varıp varıp, geri püsküren o büyük
kalabalık yalnız ve yalnız Allaha itaat etmenin o eşsiz
özgürlüğünü yankılandırıyor. Sen de tıpkı
çölün kumları arasından kopardığın taşlar gibi,
arzın seni bağlayan zincirlerini kırmalısın. Ve ilk gün
ışığının dokunmasıyla geliyor emir... Gelen
bayram sabahıdır artık. Yorgun yüzlerde gezinen, çökmüş
omuzlara inen bayram güneşinin sıcak dokunuşudur. Görüyorsun
ya, güneş de haccediyor. Arafatta doğup bekliyor, Meşarden
geçiyor ve senin önün sıra Minaya giriyor. Şimdi Minaya
girdin ve emne vardın! Sınavı kazandığından
emin olabilirsin. Şeytan taşlama imtiyazını nerden elde
ettin sanıyorsun?
ŞEYTAN TAŞLAMA :
Elinle attığını taş sanma. Atmadan önce o taşları
nasıl topladığını hatırla. Yüzünü arza dönerek,
elini kirleterek seçip aldın hepsini. Şimdi avucundaki o minik şeyler,
semâdan ve vahiyden yüz çevirip gafil olmakla kazandığın
cehalet ve iradene dayanıp işlediğin şerlerdir. Taşları
şeytana fırlatırken sendeki cehaleti, gafleti, şerri ve günahı
da şeytana savur. Cehaleti ve gafleti kendinden uzaklaştır,
şerri elinden taşlar gibi savur ki, Ona kurbiyetin yani yakınlığın
artsın, kurbanın Ona yakınlık vesilesi olsun.
VE KURBAN VE BAYRAMI :
İhram içinde bir kılına bile dokunamazken, bir otu bile
koparamazken, şimdi bir canlıyı boğazlaman emrediliyor. Ne
yaman çelişki değil mi? Demek ki, ne yaparsan yap, Onun emriyle
yaparsan ancak hayır oluyor. Onun emrine kayıtsız kalarak öldürmemek
ne kadar da öldürücü! Ve onun emriyle ölüme vesile olmak ne kadar hayat
verici! Kötü-iyinin ne olduğunu belirlemek, çirkin ve güzeli ayırdetmek,
hayır ve şerri belirlemek insanın keyfine bırakılmış
değil. Unutma ki, kestiğin ya da kestirdiğin şey ne devedir
ne inek ne de koyun. Şehvetini, hevanı, hevesini ve iradeni boğazlayıp,
Onun rızasında fani etmelisin! Kurban günü, bayram sabahı,
Ondan uzaklığın yitecek, Onun yakınlığını
kazanacaksın! Bayram öylece yürüyecek yüreğine...
HACDAN DÖNMEK OLMAZ : Hac yolculuğunun yönü tam da hayatımızın aktığı yöne doğrudur. Hac, ruhumuzu çokluktan bire, Amuhitten merkeze doğru çekerek, hayatımızın kristalleştiği ölüm anına yakınlaştırır bizi. Kulluğumuzun sınanacağı keskin sıratlara değer ayaklarımız bu yolculukta.. Böylece 'hesap günü'ne giden yol üzerine düşer Kâbenin yöresi. İstesek de yoldan dönmek olmaz. Hergün beş vakit döndüğümüz yeri belleriz hacda. Vahdeti elle dokunulur, gözle görülür eyler Kâbe. Kıblemizi dosdoğru doğrulturuz. Bundan beri kıbleden dönmek olmaz.
Elimiz bir yanda otu ve bir saç telini bile koparmaktan men edilirken, diğer yanda bir hayvanı boğazlama emredilir. Anlarız ki, elimiz bile elimizde değilmiş ve irademiz de Onun elindeymiş. Öylece Ona ezelde verdiğimiz sözü yeniden hatırlarız. Gayrı sözden dönmek olmaz.
Şeytanı taşladığımız elimizle, Resulullahın (s.a.) mescidinde el bağlarız. Attığımız taşlarca şeytana nefret duyup, nefse ve hevaya baş kaldırırız ve Muhammede (s.a.) muhabbeti artırıp, biatımızı tazeleriz. Öyleyse biattan dönmek olmaz. Öteden beri hasretini çektiğimiz yöreye varmakla, bir uzaklaşma değil, bir yakınlaşma duygusu yaşarız. Secdelerce yöneldiğimiz yön, alnımıza gurbet değil de sıla kokulu rüzgârlar değdirir olmalı. Değil mi ki, sılaya bir kez vardı mı, gurbete dönmek olmaz. Ve illâ ki hacdan dönmek olmaz...