İSLÂM EKONOMİK
DÜZENİ VE ÖĞELERİ
İslâm,
komünizm ile kapitalizm arasında benimsediği orta ekonomik yol ve görüş
üzerinde pratik bir düzenin binasının yapılması için ahlâk ve yasalardan
destek alır. Kendi ahlâk eğitimiyle toplum ve onun her ferdinin zihniyetini,
kendi düzenine gönüllü itaatleri için hazırlar. Ve kendi kanunun kuvvetiyle
bunlar için öylesine kısıtlamalar getirir ki, onlar kendilerini bu düzene
bağlı kalmalarına mecbur kılsın ve sınırlarının dışına çıkmasına izin vermesin.
Bu ahlâki ilke ve yasal hükümler bu ekonomik düzenin koşul ve öğeleridir.
Mizacım ve ruhunu anlamak için sizlerin bunlara iyice göz atmanız gerekmektedir.
Her şeyden önce, şu husus anlaşılmalıdır ki, İslâm kendi
takipçilerine servet kazanmanın açık çekini vermez; aksine, kazanç yolları
arasında, toplumsal çıkar açısından caiz ve caiz olmayanlar gibi ayırım yapar.
Bu ayırım şu kurala dayanmaktadır: Bir kişinin kârı veya yararı, başka kişi
veya kişilerin zararına dayanıyorsa bir şekilde servet kazanmanın tüm yolları
gayri meşrudur. Bunun dışında, kâr ve faydanın ilgili herkese hakça
dağıtılmasına dayanan her yöntem ise caiz ve helâldir. Kur’ân-ı Kerim’de bu
kural şöyle dile getirilmiştir:
“Ey müminler, kendi aranızda ticaret olmaksızın mallarınızı
haram sebeplerle yemeyiniz. Kendinizi öldürmeyin. Şüphe yok ki, Allah size
acır. Kim helâlın sınırını aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa onu
Cehennem’e sokarız. Bu Allah’a pek kolaydır.” (En-Nisa,
Bu
ayette, ticaretten eşya ve hizmetlerin mübadelesi ne kadar, aralarındaki
anlaşmaya bağlı kalınmak suretiyle baskı, hile ve karşı tarafın öğrenmesi
halinde yapılana rıza göstermeyeceği kuşkusu gibi yanlış davranışları içeren
her türlü muamele gayri meşru kılınmıştır. Ayrıca, ısrarlı bir uyarı olarak, “la
taktulu anfusekum” denmiştir. Bunun iki anlamı vardır ve burada her ikisi
de kastedilmiştir: Siz birbirinizi öldürmeyin. Siz kendinizi öldürmeyin. Yani,
kim ki kendi faydası için başkasına zarar verir, o sanki onun kanını içer ve
nihayet, kendi felaketini kendi hazırlar.
Bu
ilkesel emrin dışında Kur’an-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde haram olduğu
belirtilen kazanç yolları şöyle sıralanmıştır:
Rüşvet
ve gasp. (El-Bakara,
Hıyanet,
ister fertlerin ister devletin mallarında olsun. (El-Bakara:
Hırsızlık.
(El-Maide:
Yetimin
mallarına haksızca el koymak. (En-Nisâ:
Ölçü
ve tartılarda eksiklik. (Çeşitli
sureler)
Fuhuşu
yayma yollarından kazanılan mallar. (En-Nûr:
Fuhuş
ve zina gelirleri. (En-Nûr:
Şarap
ve alkollü içki sanayi, satış ve taşıması. (El-Mâide:
Kumar
ve bazı kimselerin mallarının başkalarına
Put
yapma, satma ve put hanelerin hizmetleri. (El-Mâide:
Talih
oyunları, fal v.s. (El-Mâide:
Faiz.
(El-Bakara:
İslâm’ın
ikinci önemli emri şudur: Caiz yollarla kazanılmış olan servet
biriktirilmemeli, çünkü bununla servetin dolaşımı duruveriyor ve servet
dağılımındaki denge bozuluveriyor. Servet toplayan bir kimse başta
“Allah’ın verdiği nimette hasislik yapanlar, bunun iyi bir
fiil olduğunu sanmasınlar, aksine bu kötü bir ameldir.”
(Âli-İmran,
“Ve altın ve gümüş toplayanlara ve bunları Allah yolunda
harcamayanlara büyük azabın müjdesini ver.”
(Et-Tevbe,
Bu
emir Kapitalizmin temeline büyük darbe indirir. Birikimleri arttırmak ve
biriktirilen servete servet katmak aslında Kapitalizmin köküdür. İslâm ise
insanların kendi ihtiyaçlarının dışında aşırı derecede servet toplamalarını
yasaklar.
İslâmiyet
para ve mal toplama yerine bunları harcama emri verir. Ama harcamaktan kasdı,
bunu gösteriş, ihtişam ve eğlence için harcamak değildir. Aksine, harcamak için
“fi sebilillah” şartını koyar. Yani, kendi ihtiyaçlarınızın karşıla-dıktan
sonra kalanları hayır işlerde kullanın. Allah yolunda harcamak işte budur.
“Ve senden, neyi nifak edelim diye sorarlar: De ki: İhtiyacınızdan
artanı verin.” (El-Bakara:
“Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, fakirlere, yakın ve
uzak komşulara, arkadaşlara, şerik ve dostlara, misafirlere köle ve cariyelere
iyilik edin.” (En-Nisa:
“Onların mallarında dilenen ve fakirin hakkı vardır.” (Ez-Zariyat:
Buraya
gelince İslâm’ın görüşü, Kapitalizminkinden tamamen ayrılır.
Kapitalist
zannediyor ki, ben paramı ve malımı harcarsam fakirleşirim, bunları toplarsam
zenginleşirim. İslâm da diyor ki, infak veya harcama bereket verir ve senin
servetin azalmayacak, daha da artacaktır:
“Şeytan sizi fakirlikle korkutur, ve fena şeylere emreder.
Allah ise mağfiret ve bolluk vaad eder. Allah ihsanı geniş olandır.” (El-Bakara:
Kapitalist
zannediyor ki, ne harcandıysa, o kaybedildi. İslâm diyor ki, o kaybedilmedi,
onun yararını göreceksin.
“Allah’ın rızasını isteyerek infak eylediğiniz her şey size
ödenir ve zulüm olunmazsınız.” (El-Bakara:
“Allah onların ecir ve mükafatlarını tastamam öder. Ve buna,
kendi fazlı ve kereminden fazlasını da verir.” (Fâtır:
Kapitalist
düşünüyor ki, serveti biriktirip başkasına faizle verince daha da artar. İslâm
diyor ki, hayır, faizle servet azalır; serveti artırmanın yolu onu hayır işler
için harcamaktır.
“Allah, ribanın bereketini tamamen giderip,
“İnsanların mallarında artış olması için verdiğiniz faiz,
Allah katında artmaz. Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekât ise; işte
bunu yapanlar sevaplarını kat kat artıranlardır.” (Er-Rûm:
Bu
yeni bir görüştür ki, kapitalist görüşün tamamen karşıtıdır. Harcamakla
servetin artması, harcanan malın kaybolmaması, aksine artarak geri dönmesi,
faiz ile servetin çoğalması yerine azalması, zekât ve
Ayrıca,
İslâmîyet’in ve oluşturduğu zihniyet, kapitalistinkinden apayrıdır. Bir
kapitalist veya sermayecinin aklı, bir kişinin parasını başkasına faizsiz nasıl
verdiğini hiç kabul edemez. Bir sermayeci verdiği borçtan faiz almakla kalmaz,
ayrıca kendi parasını ve faizini alabilmek için borçlunun üzerindeki elbiseyi
ve ev eşyalarını bile almakta hiçbir sakınca görmez. Buna karşılık İslâm diyor
ki, muhtaç bir kişiye borç vermekle yetinmeyin, eğer o darda ise, ondan borcu
geri almak için fazla ısrar etmeyin, hatta ödemiyorsa onu bağışlayın ve borcunu
silin.
“Borçlunun eli darda ise geniş bir zamana kadar mühlet
vermeniz gerekir. Bağışlarsanız bu sizin için daha hayırlıdır. Bundaki fazileti
bilesiniz.” (El-Bakara:
Kapitalizmde
işbirliği veya yardımlaşma şu demektir: Önce bir kooperatife veya yardımlaşma
derneğine para veya aidat vererek üye olacaksınız, sonra eğer yardım almanız
gerekiyorsa, kooperatif ve dernek size piya
Sermaye
sahibinin hayır işleri için yaptığı harcamalar da yalnız göstermelik olur.
Çünkü böylesine basit ve bencil bir kimseye göre ancak adı sanı duyulduğu zaman
herhangi bir harcama yapılabilir. Böylece herkes onun iyiliğinden ve hayırseverliğinden
söz etsin ve herkese gösteriş yapsın. Oysa, İslâm’a göre harcamalarda gösteriş
kesinlikle yer yoktur. Gizli ya da açık ne harcıyorsanız onun, karşılığını
hemen alacaksınız gibi bir amaç hiç gütmeyin; aksine niyetiniz temiz olmalı ve
uzun vadeli yararları göz önünde bulundurmalısınız. Bu dünyadan âhirete kadar
yaşadığınız sürece bu harcamanın hayli yararlı olduğu ve kâr üstüne kâr
sağladığını görürsünüz. Malını gösteriş için harcayan kişinin misali, bir kaya
üzerinde bulunan toprağa tohum ekildiğinde şiddetli bir yağmur ve selin o
toprağı silip süpürmesi gibidir. Niyeti iyi olan bir kişinin Allah yolunda
harcama yapması da, verimli bir toprakta bahçe yetiştirmesi ve yağmurun
yağmasıyla ağaçların iki kat meyve vermeleri, yağmur yağmazsa bile bir çiğin
bunun için yeterli olması gibidir.
“Sadakaları açıkça verirseniz iyidir. Eğer gizleyip fakirlere
verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (El-Bakara:
Sermayeci
eğer hayır bir işte malını harcarsa, bunu istemeyerek yapar ve malların en
kötüsünü verir. Ayrıca, kime verirse, onu zehirli diliyle perişan eder. Bunun
aksine, İslâm kişilere malların iyisini harcamalarını, kime iyilik yapıyorlarsa,
onlara bunu vurgulamamalarını, hatta onların kendilerine minnettar olmalarını
aklından bile geçirmemelerini ister.
“Kazandıklarınızın ve sizin için yerden bitirdiğimiz
şeylerin iyilerinden infak ediniz ve onlardan kötü olanları hayır olarak vermeye
kalkışmayınız.” (El-Bakara:
“Sadakalarınızı başa kakmak ve eza ile heder etmeyiniz.” (El-Bakara:
“Ve seve seve fakir, yetim ve esiri doyururlar. Onlara: ‘Biz
sizi Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne mükafât ne de bir teşekkür
istemiyoruz’ derler.” (El-İnsan:
Ahlâk
açısından bu iki zihniyet arasında ne kadar fark olduğunu bir yana bırakın. Biz
diyoruz ki, konuyu
Yukarıda
belirttiğimiz gibi ekonomide İslâmiyet’in temel amacı ve anlayışı bellidir,
yani servet bir tek yerde toplanmasın. İslâmiyet diyor ki, toplumun hangi
bireyleri kendi yetenek ve özellikleri ya da talihleri nedeniyle
ihtiyaçlarından fazla servete sahip olmuşsa, onu ellerinde tutmasınlar, aksine
harcasınlar ve öyle alanlarda ve biçimlerde kullansınlar ki, servetin
dolaşımından dolayı toplumun nispeten daha talihsiz kimseleri de yeterince pay
alabilsinler. Bu amaçla İslâm bir yandan, kendi ahlâk kuralları, teşvik ve
telkinin en etkin yöntemleriyle cömertlik ve gerçek yardımlaşma ruhu yaratır
ki, insanlar bizzat kendi eğilimleri ve anlayışlarına göre servet toplamanın
kötü bir davranış olduğunu kavrar ve çeşitli yararlı işlerde kullanılmasına
önem verirler. Ve diğer yandan öyle yasalar düzenliyor ki, hayırseverlik ve
cömertlikle ilgili öğretilerine rağmen kendi içgüdüleri nedeniyle para biriktirme
ve mal toplama sevdasında olanlar, yahut ellerinde şu veya bu şekilde servet
toplanmış olanların mallarından en az belli bir bölümünü, toplumun felahı ve
refahı için mutlaka ayırırlar. Bunun adı zekâttır ve İslâm’ın ekonomik
düzeninde buna o kadar önem verilmiştir ki, İslâm’ın şartlarından sayılmaktadır.
Namazdan sonra en çok bunun için tembihte bulunulmuş ve servet toplamış olan
birinin servetinin, zekât vermedikçe kendisi için helâl olmayacağı kesin ve
açık bir şekilde anlatılmıştır:
“Ey Nebi, onların mallarından
Ayetin
son sözleri açıkça gösteriyor ki, zengin kimsede toplanan servet, İslâm
açısından bir pisliktir, bir kötülüktür ve sahibi bundan her yıl en az belli
bir miktar Allah yolunda harcamadıkça temiz olamaz.
“Allah yolu”
nedir? Allah’ın zâtı ganidir ve hiç kimseye muhtaç değildir. O’na ne mallarınız
ulaşır, ne de O’nun bunlara ihtiyacı vardır. O’nun yolu demek, sizin kendi
toplumunuzun muhtaç ve fakir kimselerine yardım elinizi uzatmak, onları mutlu
etmek ve tüm ulus için faydalı ve hayırlı plan ve projeleri üretmenizden başka
bir şey değildir.
“Sadakalar aslında fakirler ve miskinler[4]
içindir. Ve sadakaları tahsil eden memurlar, kalpleri alıştırılmak istenenler,[5]
köleler, esirler, borçlular, Allah yolunda (harcamaya) ve yolda kalmışlar[6]
için Allah tarafından bir fariza olarak tahsis edilmiştir.” (Et-Tevbe:
Bu
Müslümanların kooperatifidir, sigorta şirketidir, yardım fonudur. Bu
Müslümanların işsizleri için bir iş garantisidir. Onların sakatları, malûlleri,
hastaları, yetimleri, dulları ve muhtaçları için bir geçim kaynağıdır, bir
güvencedir. Ve her şeyden önce, bu Müslümanları gelecekleri konusundaki endişelerinden
kurtaran bir çözümdür. Bunun basit ve
Burada
gene kapitalizm ile İslâm’ın ilke ve görüşlerinin birbirinden tamamen farklı
olduğunu görüyoruz. Kapitalizmin amacı şudur: Para toplansın ve artırılması
için faiz alınsın ki, bu emme borularıyla çevredeki insanların paraları da
toplansın ve orada koskoca bir göl veya havuz meydana gelsin. İslâm’ın emri ise
bunun tam tersidir. Yani, ilk önce para hiçbir şekilde bir yerde tutulmayacak,
durdurulmayacaktır. Şayet herhangi bir şekilde para toplanmış ve bir havuz
meydana gelmişse, bundan zekât kanalları açılsın ki, kurumuş tarlalara su
ulaşsın ve çevredeki tüm toprak yemyeşil olsun. Kapitalizmden servetin değişimi
ve dolaşımı sınırlıdır, İslâm’da ise serbest. Kapitalizmin gölünden su alabilmeniz
için orada sizin de öz suyunuzun bulunması şarttır, aksi takdirde, siz oradan
bir damla su bile alamazsınız. Buna karşılık İslâm’ın su gölünün kuralı şudur:
Kimde gereğinden çok su varsa, o getirip oraya döksün ve kimin suya ihtiyacı
varsa, o ondan alsın. Görüldüğü gibi, bu iki yöntem kendi öz ve yapıları
itibarıyla birbirinin tam karşıtıdır ve bir ekonomik düzende bu ikisini bir
araya getirmek aslında, karşıtları bir araya getirmek demektir ki, akıllı biri
bunu tasavvur bile edemez.
İnsanların
kendi ihtiyaçları için veya Allah yolunda harcamaları ve zekât vermelerinden
sonra da eğer servet belli bir yerde toplanıp kalmışsa, bunu dağıtmak için İslâm
başka bir tedbir önermiştir ki, o da, veraset kanunudur. Bu kanunun amacı
şudur: Bir kişi, arkasında az ya da çok mal bırakıp ölmüşse, o çeşitli küçük
dilimlere bölünerek uzak ve yakın akrabalara çeşitli oranlarda dağıtılır.
Ayrıca, bir kişinin vârisi yoksa veya bulunmuyorsa, mirasını istediği gibi
çarçur etmesine izin vermek yerine Müslümanların ortak fonu olan beytülmal’e
yatırılmasına salık verilmiştir ki, bundan tüm millet yararlansın. Verasetin
dağıtımıyla ilgili bu yasa İslâm’da öylesine düzenli ve ayrıntılıdır ki, bunu
başka ekonomik düzenlerde bulmak mümkün değildir. Diğer ekonomik düzenlerin
eğilimi, bir kişinin toplamış olduğu servetin, onun ölümünden sonra da bir veya
birkaç kişinin elinde toplanıp kalmasını sağlamak yönündedir.[7]
Ancak İslâm, servetin toplanmasına karşıdır. İslâm, servetin dolaşımını
kolaylaştırmak için bunu alabildiğine dağıtmaktan yanadır.
Bu
konuda da İslâmiyet aynı amacı gütmektedir: Savaşta askerlerin eline geçen
ganimetle ilgili olarak şöyle bir kural getirilmiştir: Ganimet beşe bölünmeli;
dördü savaşanlara dağıtılmalı ve biri milletin genel amaçları ve yararı için
kullanılmalıdır:
“Bilin ki, ganimet olarak elinize geçenin beşinci payı,
Allah’a, Rasûlüne, ve Rasûl’ün akrabalarına ve yetimlere ve miskinlere ve yolculara
aittir.” (El-Enfal:
Allah
ve Rasûl’ün payından, Allah ve Rasûlü tarafından verilen emre göre denetimi
İslâm devletine devredilen toplumsal amaç ve yararlar için ayrılan pay kastedilmiştir.
Hz.
Peygamber’in akrabalarına pay ayrılmasının nedeni, zekâtta herhangi bir
paylarının olmamasıdır.
Daha
sonra beşte bir payda özellikle üç grup veya sınıftan söz edilmiştir:
Milletin
yetim ve öksüz çocukları ki, eğitim ve öğrenimleri için gereken imkanlar
sağlansın ve kendileri hayat mücadelesi için hazır olsun.
Miskinler
ki, bunlar arasında dul kadınlar, sakatlar, malûller, özürlüler, hastalar ve
yoksullar yer almaktadır.
“İbn’üs sebil”
yani, yolcular. İslâmiyet, ahlâk anlayışı ve kurallarıyla insanlarda özellikle
konukseverlik eğilimini oluşturmuş ve bunun yanı sıra, zekât ve
Savaş
sonucu İslâm devletinin eline geçen toprak ve mallar için de kanun çıkarılmış
bunların tamamen hükümetin elinde kalması sağlanmıştır:
“Allah’ın, (fethedilen) beldeler (memleketler halkından),
Peygamberine verdiği ganimetler, Allah’a, Rasûlüne, yakınlarına, fakirlere,
yolda kalanlara aittir. Tâ ki, (bu mallar) sizden zenginler arasında tedavül
eden bir şey olmasın… (Bilhassa, bu ganimet) diyarlarından ve mallarından
uzaklaştırılmış bulunan muhacirlerin fakirlerinedir…Onlardan önce (Medine’yi)
yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edenleri severler…Ve onlardan
sonra gelen nesillerin de bunlarda payları vardır…” (El-Haşr:
Bu
âyette fey (ganimet) mallarının hangi amaçlar için kullanıldığı açık açık
belirtilmiştir. Ayrıca, burada önemli bir noktaya da temas edilmiş ve bu
dağıtımın amacının, İslâm’ın, kendi ekonomik sisteminde her zaman göz önünde
bulundurduğu şu kurala uymak olduğunu dile getirmiştir: “Bu mallar sizden
zenginler arasında tedavül eden (dolaşan) bir şey olmasın.” Kısacası,
servet bir elde veya bir yerde toplanmasın. Kur’ân-ı Kerim’in küçük bir cümle
ile dile getirdiği bu kural İslâm ekonomisinin temel taşıdır.
Bir
yandan, yukarıda gördüğünüz gibi, İslâm servetin toplumun tüm bireylerinde
dolaşmasını sağlama ve zenginlerin mallarında yoksulların paylarını belirleme
yoluna gitmiş ve diğer yandan, bireylerin kendi ekonomik kaynaklarını kullanmakta
keyfi hareket edip servet dengesini bozmamaları için herkesin kendi
harcamalarını yaparken tutumlu davranmasını ve savurganlık yapmamasını emretmiştir.
Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’in emirleri açık ve nettir:
“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme. Onu büsbütün de açıp
israf etme ki, kınanmış nadim bir halde oturup kalırsın.” (El-İsra:
“Onlar ki, harcadıkları zaman israf etmezler, cimrilikte
etmezler. Bunun ikisi arasında ortayı tutarlar.” (El-Furkan:
Bu
emrin amacı, herkesin yorganına göre ayaklarını uzatmasını sağlamaktır. Kim
harcama yapıyorsa, kendi imkanlarına göre yapsın. Ölçülü ve tutumlu davransın.
Harcamaları gelirlerinden fazla olmamalıdır ki, savurganlığı yüzünden sonra
herkese el açmak zorunda kalsın. Darda kaldığı için başkalarının gelirlerini
gasp etmesin, gerçek ihtiyaçların dışında başkalarından borç almasın ve daha
sonra bu borçların üzerine oturmasın, ya da borçlarını ödemek için elindeki
avucundaki her şeyini verip de fakir ve muhtaçların zümresine girmesin. İnsan,
ekonomik ve mali imkanlarının çok altında harcama yapan aşırı bir cimri de
olmamalıdır. Ayrıca, bir insanın imkanlar dahilinde harcama yapmasıyla ilgili
emir de, eğer geliri iyi ise, tüm servetini sadece yemek, içmek ve gösterişli
bir hayat sürmek için harcaması anlamına gelmez; özellikle, akrabaları,
yakınları, dostları ve komşuları malî sıkıntılar içinde kıvranırken. İslâm
böylesine bencilce harcamaları da israf ve yararsız sayıyor:
“Akrabaya, fakirlere ve yolculara hakkını ver. İsraf etme.
Çünkü israf edenler şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı nankördür.” (El-İsra:
İslâm
bu hususta sadece ahlâk dersi vermekle yetinmemiş, ayrıca cimrilik ile
savurganlığın aşırı şekillerini önlemek için yasalar çıkarmıştır ve servet
dağılımının dengesini bozacak tüm yolları kapatmaya çalışmıştır. Örneğin,
kumarı haram kılmış, içki ve zinayı yasaklamış, gerek zaman gerekse mal
harcamasını gerektiren gösterişli ve savurgan yaşam biçimine dur demiştir.
Müziğe de ancak doğal zevk alma şekli olana kadar izin vermiştir. buna fazla
bir düşkünlük bazı ahlâki ve manevi bozukluklara yol açmasının yanı sıra
ekonomik hayatı da altüst ediyorsa, bunun da önünü almıştır. Sanat ve
güzellikle ilgili doğal eğilime de bazı sınırlar getirmiştir. Değerli elbise,
incik-boncuk, mücevher, süs eşyası, altın ve gümüş tabak ve tencereler, resim
ve heykeller konusunda Rasûlullah’dan nakledilen pek çok hadis-i şerif vardır.
Bunların yasaklanmasında yine önemli bir amaç güdülmüştür ki, o da şudur:
Birçok yoksul kardeşimizin bazı temel ve vazgeçilmez ihtiyaçlarını karşılayabilecek
servetinizi sadece kendi vücudunuzu, evinizi ve eşyanızı süslemek, ve keyiflendirmek
için kullanıyorsanız, görülmemiş bir vurdumduymazlık ve bencillik
sergiliyorsunuz. Kısacası, İslâm gerek ahlâki öğretileri gerekse yasal
emirlerle insanın sade bir yaşam sürmesini öğütlemiştir. Bu öyle bir sade
yaşantıdır ki, bunu ancak orta gelirli bir insan yaşayabilir, istek ve
ihtiyaçlarını arttıramaz ve başkalarının gelirlerine göz koyamaz. Eğer orta
dereceden daha fazla bir gelire sahipse ve tüm gelirini kendisi için
harcıyorsa o zaman düşük gelirli kardeşlerine yardım edemez hale gelir.
Bir Soru:
İşte,
İslâm’ın tüm ekonomik düzeninin size sunulan tablosu budur. Bu tabloya bakın,
birkaç kez bakın ve söyleyin, faizi bunun neresine koyabilirsiniz?
Ruhuna
bakın, yapısına bakın, cüzleri ve aralarındaki bağ ve bağlantılarına bakın,
bunda saklı olan anlam ve ardında bulunan amaca bakın: Bunda faizli
alışverişin herhangi bir yeri var mıdır? Bunun neresine kapitalist düzenin bir
kurumunu yerleştirme yeri veya gereği vardır? Eğer bunun cevabı olumsuzsa ki,
mutlaka öyle olmalıdır, o zaman siz tekrar bu tabloya bakın ve söyleyin bunun
neresinde ekonomik açıdan, ahlâki sosyal açıdan ne gibi bir eksiklik vardır?
Ahlâk ve sosyolojinin yüce ülkü ve amaçlarını bir yana bırakın, eğer ekonomi,
insan yaşamının önemli bir öğesiyse, buna sadece ekonomik açıdan bakın.
Bu
ekonomik düzenin ilke ve amaçlarında herhangi bir kötülük var mıdır? Delil ve
şahadetlerle bu düzenin ağır ve aksak olduğuna dair herhangi bir ifadede
bulunulabilir mi? Bu tez ve felsefe çürütülebilir mi? Bireylerle toplumun hak
ve çıkarları arasında daha iyi bir denge kurulmuş olduğu ve gerek bireysel gerekse
toplumsal yarar ve refahı eşit olarak sağlayan bundan daha iyi bir ekonomik
düzen önerilebilir mi? Eğer bu olmazsa ve biz eminiz ki, olamaz, o zaman akıl
ve mantığın gereği sizin önce kendi zaafınız yüzünden bu en iyi ekonomik düzeni
bırakıp, sonra dünyanın en kötü, en yanlış ve sonuçları bakımından en tehlikeli
ekonomik düzenini benimsemeniz midir?
Üstelik
bundan pişmanlıkta duymuyor, vicdanınızda herhangi bir sızlama
hissetmiyorsunuz, bu günahı iyi göster-mek bu fısk-u fücur ve isyanı itaat
saymak için Kur’ân âyetleri ve Hz. Peygamber’in hadislerinin tevilini yapmaya
çalışıyorsunuz ve İslâm’ın usulleri ruhu ve mizacına tama-men aykırı
olduklarını bile bile şeytani sistemin tüm fasit unsurlarını benimsiyor ve
İslâm’ın pak ve temiz ekonomik düzenine sokmaya çalışıyorsunuz.
Önce
siz hekimin yazdığı reçeteyi bir tarafa atıyor, onun sağlığınızı korumakla
ilgili tavsiyelerine kulaklarınızı tıkıyor ve emrettiği perhizleri bir yana
bırakıyorsunuz ve sonra hastalık büyüyüp ölümle karşı karşıya kaldığınızda aynı
hekime, “Hangi beceriksiz doktorun yazmış olduğu reçete beni bu hale
getirmişse, onu kendi elinizle yazıp bana verin, hangi perhizlere uymamam beni
ölüm noktasına getirmişse, onları onaylayın ve hangi şeylere zehir demişseniz
onların panzehir olduğunu bana söyleyin” diyorsunuz. Böyle bir saçmalık
olabilir mi?
3 Bir hadiste
Rasûlullah’ın Sallallahu aleyhi vesellem işte bu gerçeğe işaret ettiğini
görüyoruz: “Faiz her ne kadar yüksek olursa olsun, eninde sonunda
azalır" (İbn Mâce, Beyhaki, Ahmed).
[3]
Buradaki
“
[4] Fakirden, kendi ihtiyacından daha az bir gelir elde edip yardıma
muhtaç olan kimse kastedilmiştir (bkz. Lisanu’l-Arab, “Fakr” kelimesi).
Miskinin tarifini ise Hz. Ömer şöyle yapmıştır: “Ekmeğini kazanmayan veya
kazanma fırsatına sahip olmayan”. Bu tarife göre henüz ekmeğini kazanacak yaşa
gelmeyen fakir çocuklar artık çalışacak durumda olmayan sakatlar veya yaşlılar
ve geçici olarak çalışamaz hale gelen işsizler ve hastaların hepsi miskindir.
[5] Bu kelimenin kapsamına kafirlikten İslâm camiasına katıldıkları
için maddî zorluklara düşen yeni Müslümanlar giriyor.
[6] Bir yolcu kendi evinde zengin bile olsa seyahat esnasında dara düşünce
zekât alma hakkını kazanır.
[7] En büyük erkek evlâdının mirası ile ortak aile düzeni gibi gelenek
ve yasalar bu amacı taşımaktadır.