İSLÂM EKONOMİK DÜZENİ VE ÖĞELERİ

İslâm, komünizm ile kapitalizm arasında benimsediği orta ekonomik yol ve görüş üzerinde pratik bir düzenin bina­sının yapılması için ahlâk ve yasalardan destek alır. Kendi ahlâk eğitimiyle toplum ve onun her ferdinin zihniyetini, kendi düzenine gönüllü itaatleri için hazırlar. Ve kendi kanu­nun kuvvetiyle bunlar için öylesine kısıtlamalar getirir ki, on­lar kendilerini bu düzene bağlı kalmalarına mecbur kılsın ve sınırlarının dışına çıkmasına izin vermesin. Bu ahlâki ilke ve yasal hükümler bu ekonomik düzenin koşul ve öğeleridir. Mizacım ve ruhunu anlamak için sizlerin bunlara iyice göz atmanız gerekmektedir.

1) Para ve Mal Kazanma Yollarının Caiz Olup             Olma­ması Arasındaki Fark

 Her şeyden önce, şu husus anlaşılmalıdır ki, İslâm kendi takipçilerine servet kazanmanın açık çekini vermez; aksine, kazanç yolları arasında, toplumsal çıkar açısından caiz ve caiz olmayanlar gibi ayırım yapar. Bu ayırım şu kurala dayanmaktadır: Bir kişinin kârı veya yararı, başka kişi veya kişilerin zararına dayanıyorsa bir şekilde servet kazanmanın tüm yolları gayri meşrudur. Bunun dışında, kâr ve faydanın ilgili herkese hakça dağıtılmasına dayanan her yöntem ise caiz ve helâldir. Kur’ân-ı Kerim’de bu kural şöyle dile getiril­miştir:

“Ey müminler, kendi aranızda ticaret olmaksızın mallarınızı haram sebeplerle yemeyiniz. Kendinizi öldür­meyin. Şüphe yok ki, Allah size acır. Kim helâlın sınırını aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa onu Cehennem’e sokarız. Bu Allah’a pek kolaydır.” (En-Nisa, 29-30)

Bu ayette, ticaretten eşya ve hizmetlerin mübadelesi ne kadar, aralarındaki anlaşmaya bağlı kalınmak suretiyle baskı, hile ve karşı tarafın öğrenmesi halinde yapılana rıza göster­meyeceği kuşkusu gibi yanlış davranışları içeren her türlü muamele gayri meşru kılınmıştır. Ayrıca, ısrarlı bir uyarı ola­rak, “la taktulu anfusekum” denmiştir. Bunun iki anlamı vardır ve burada her ikisi de kastedilmiştir: Siz birbirinizi öl­dürmeyin. Siz kendinizi öldürmeyin. Yani, kim ki kendi fay­dası için başkasına zarar verir, o sanki onun kanını içer ve nihayet, kendi felaketini kendi hazırlar.

Bu ilkesel emrin dışında Kur’an-ı Kerim’in çeşitli yerle­rinde haram olduğu belirtilen kazanç yolları şöyle sıralan­mıştır:

Rüşvet ve gasp. (El-Bakara, 188)

Hıyanet, ister fertlerin ister devletin mallarında olsun. (El-Bakara: 283; Âl-i İmran, 161)

Hırsızlık. (El-Maide: 38)

Yetimin mallarına haksızca el koymak. (En-Nisâ: 10)

Ölçü ve tartılarda eksiklik. (Çeşitli sureler)

Fuhuşu yayma yollarından kazanılan mallar. (En-Nûr: 19)

Fuhuş ve zina gelirleri. (En-Nûr: 2,32)

Şarap ve alkollü içki sanayi, satış ve taşıması. (El-Mâide: 90)

Kumar ve bazı kimselerin mallarının başkalarına sadece şans ve talih oyunlarıyla intikalini sağlayan yöntemler. (El-Mâide: 90)

Put yapma, satma ve put hanelerin hizmetleri. (El-Mâide: 90)

Talih oyunları, fal v.s. (El-Mâide: 90)

Faiz. (El-Bakara: 275, 278-80; Âl-İmran: 130)

2)             Mal Toplamakla İlgili Yasak

İslâm’ın ikinci önemli emri şudur: Caiz yollarla kazanıl­mış olan servet biriktirilmemeli, çünkü bununla servetin do­laşımı duruveriyor ve servet dağılımındaki denge bozuluveri­yor. Servet toplayan bir kimse başta sadece kendisi iflâh olmaz ahlâki bir hastalığa yakalanmaz, aynı zamanda tüm topluma karşı da ağır bir suç işler ve bunun sonucu kendisi için de kötü olur. Kur’ân-ı Kerim bu nedenle cimriliğe ve “Karûnluğa” (aşırı zenginliğe) şiddetle karşıdır. Diyor ki:

“Allah’ın verdiği nimette hasislik yapanlar, bunun iyi bir fiil olduğunu sanmasınlar, aksine bu kötü bir ameldir.” (Âli-İmran, 180.)

“Ve altın ve gümüş toplayanlara ve bunları Allah yo­lunda harcamayanlara büyük azabın müjdesini ver.” (Et-Tevbe, 34. Âyet).

Bu emir Kapitalizmin temeline büyük darbe indirir. Biri­kimleri arttırmak ve biriktirilen servete servet katmak aslında Kapitalizmin köküdür. İslâm ise insanların kendi ihtiyaçları­nın dışında aşırı derecede servet toplamalarını yasaklar.

3)             Harcama Emri:

İslâmiyet para ve mal toplama yerine bunları harcama emri verir. Ama harcamaktan kasdı, bunu gösteriş, ihtişam ve eğlence için harcamak değildir. Aksine, harcamak için “fi sebilillah” şartını koyar. Yani, kendi ihtiyaçlarını­zın karşıla-dıktan sonra kalanları hayır işlerde kullanın. Allah yolunda harcamak işte budur.

“Ve senden, neyi nifak edelim diye sorarlar: De ki: İh­tiyacınızdan artanı verin.” (El-Bakara: 219)

“Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, fakirlere, yakın ve uzak komşulara, arkadaşlara, şerik ve dostlara, misa­firlere köle ve cariyelere iyilik edin.” (En-Nisa: 36)

“Onların mallarında dilenen ve fakirin hakkı vardır.” (Ez-Zariyat: 19).

Buraya gelince İslâm’ın görüşü, Kapitalizminkinden ta­mamen ayrılır.

Kapitalist zannediyor ki, ben paramı ve malımı harcar­sam fakirleşirim, bunları toplarsam zenginleşirim. İslâm da diyor ki, infak veya harcama bereket verir ve senin servetin azalmayacak, daha da artacaktır:

“Şeytan sizi fakirlikle korkutur, ve fena şeylere emre­der. Allah ise mağfiret ve bolluk vaad eder. Allah ihsanı geniş olandır.” (El-Bakara: 268).

Kapitalist zannediyor ki, ne harcandıysa, o kaybedildi. İslâm diyor ki, o kaybedilmedi, onun yararını göreceksin.

“Allah’ın rızasını isteyerek infak eylediğiniz her şey size ödenir ve zulüm olunmazsınız.” (El-Bakara: 272)

“Allah onların ecir ve mükafatlarını tastamam öder. Ve buna, kendi fazlı ve kereminden fazlasını da verir.” (Fâtır: 30).

Kapitalist düşünüyor ki, serveti biriktirip başkasına faizle verince daha da artar. İslâm diyor ki, hayır, faizle servet aza­lır; serveti artırmanın yolu onu hayır işler için harcamaktır.

“Allah, ribanın bereketini tamamen giderip, sadakayı kazandırır.” (El-Bakara: 276)

“İnsanların mallarında artış olması için verdiğiniz faiz, Allah katında artmaz. Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekât ise; işte bunu yapanlar sevaplarını kat kat artıran­lardır.” (Er-Rûm: 39)

Bu yeni bir görüştür ki, kapitalist görüşün tamamen kar­şıtıdır. Harcamakla servetin artması, harcanan malın kay­bolmaması, aksine artarak geri dönmesi, faiz ile servetin çoğalması yerine azalması, zekât ve sadakalarla servetin azalması yerine çoğalması, bütün bunlar öyle kurumlardır ki, görünüşte garip geliyor. Bunu dinleyen biri bütün bunların sadece ahiretteki sevapla ilgisi olduğunu sanır. Şüphe yok ki, bu işlerin ahiretteki sevapla ilgisi vardır ve İslâm’ın gözünde asıl önemli olan. Ancak dikkatle inceleyecek olursak görürüz ki, bu dünyada ekonomik açıdan bu görüş ve kurumlar son derece sağlam bir temel sağlamaktadır. Servet toplama ve onu faizle çalıştırmanın nihai sonucu servetin birikerek birkaç kişinin elinde toplanmasıdır. Halkın alım gücü ise günden güne azalacaktır. Sanayi, ticaret ve tarımda durgunluk yaşa­nacak ve nihayet, bizzat kapitalistlerin toplamış oldukları mal ve mülkü daha çok servet elde etmek amacıyla kullanma imkanları kalmayacaktır.[1] Bunun aksine hayırlı işlerde har­cama, zekât ve sadaka vermenin faydaları şu şekilde görülür: Servet, ulusun tüm bireylerine dağıtılır, herkes yeterli bir alım gücüne kavuşur, sanayi gelişir, tarlalar büyür ve daha çok ürün verir, ticarette bereket olur ve trilyoner olmasa dahi, herkes refah ve mutluluk içinde olur. Bu herkesi düşünen ve kapsayan ekonomik görüşün doğruluğunu saptamak istiyorsak, Amerika’nın bugünkü ekonomik durumuna bak­malıyız.[2] O Amerika ki, faiz yüzünden orada servet dengesi bozulmuştur ve sanayi ile ticaretin durgunluğu insanların ekonomik yaşantılarını felaketin sınırlarına sürüklemiştir. Buna karşılık, İslâm’ın ilk dönemine bir göz atın. O çağda o devlette bu ekonomik görüş tam anlamıyla uygulandığında birkaç yılda milletin refahı öyle bir noktaya geldi ki, insanlar zekât ve sadaka alacak kimseleri arıyor, ama bulamıyordu. Bu iki durumu birbiriyle karşılaştıracak olursanız, Allah’ın faizi nasıl tökezlettiğini ve sadakalar ile hayır işlerini nasıl geliştir­diğini göreceksiniz.

Ayrıca, İslâmîyet’in ve oluşturduğu zihniyet, kapitalistin­kinden apayrıdır. Bir kapitalist veya sermayecinin aklı, bir kişinin parasını başkasına faizsiz nasıl verdiğini hiç kabul edemez. Bir sermayeci verdiği borçtan faiz almakla kalmaz, ayrıca kendi parasını ve faizini alabilmek için borçlunun üze­rindeki elbiseyi ve ev eşyalarını bile almakta hiçbir sakınca görmez. Buna karşılık İslâm diyor ki, muhtaç bir kişiye borç vermekle yetinmeyin, eğer o darda ise, ondan borcu geri almak için fazla ısrar etmeyin, hatta ödemiyorsa onu bağış­layın ve borcunu silin.

“Borçlunun eli darda ise geniş bir zamana kadar mühlet vermeniz gerekir. Bağışlarsanız bu sizin için daha hayırlıdır. Bundaki fazileti bilesiniz.” (El-Bakara: 280)

Kapitalizmde işbirliği veya yardımlaşma şu demektir: Önce bir kooperatife veya yardımlaşma derneğine para veya aidat vererek üye olacaksınız, sonra eğer yardım almanız gerekiyorsa, kooperatif ve dernek size piyasadaki rayiç fiyatla (faizle) kredi verecektir. Eğer sizde para yoksa, siz ne o ku­ruma üye olabilir ne de ondan herhangi bir yardım alabilirsi­niz. Bunun aksine, İslâmiyet’in yardımlaşma anlayışı şudur: Varlıklı kimseler, yoksul ve daha az varlıklı kardeşlerine sa­dece karşılıksız kredi açmıyor, gerektiğinde maddi yardımda da bulunuyorlar. Nitekim, zekâtın kullanımlarından biri de “ve’l-garimin”dir, yani borçluların borçlarını öde­mek.

Sermaye sahibinin hayır işleri için yaptığı harcamalar da yalnız göstermelik olur. Çünkü böylesine basit ve bencil bir kimseye göre ancak adı sanı duyulduğu zaman herhangi bir harcama yapılabilir. Böylece herkes onun iyiliğinden ve ha­yırseverliğinden söz etsin ve herkese gösteriş yapsın. Oysa, İslâm’a göre harcamalarda gösteriş kesinlikle yer yoktur. Gizli ya da açık ne harcıyorsanız onun, karşılığını hemen alacaksınız gibi bir amaç hiç gütmeyin; aksine niyetiniz temiz olmalı ve uzun vadeli yararları göz önünde bulundurmalısı­nız. Bu dünyadan âhirete kadar yaşadığınız sürece bu har­camanın hayli yararlı olduğu ve kâr üstüne kâr sağladığını görürsünüz. Malını gösteriş için harcayan kişinin misali, bir kaya üzerinde bulunan toprağa tohum ekildiğinde şiddetli bir yağmur ve selin o toprağı silip süpürmesi gibidir. Niyeti iyi olan bir kişinin Allah yolunda harcama yapması da, verimli bir toprakta bahçe yetiştirmesi ve yağmurun yağmasıyla ağaçların iki kat meyve vermeleri, yağmur yağmazsa bile bir çiğin bunun için yeterli olması gibidir.

“Sadakaları açıkça verirseniz iyidir. Eğer gizleyip fa­kirlere verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (El-Bakara: 271)

Sermayeci eğer hayır bir işte malını harcarsa, bunu is­temeyerek yapar ve malların en kötüsünü verir. Ayrıca, kime verirse, onu zehirli diliyle perişan eder. Bunun aksine, İslâm kişilere malların iyisini harcamalarını, kime iyilik yapıyorlarsa, onlara bunu vurgulamamalarını, hatta onların kendilerine minnettar olmalarını aklından bile geçirmemelerini ister.

“Kazandıklarınızın ve sizin için yerden bitirdiğimiz şeylerin iyilerinden infak ediniz ve onlardan kötü olanları hayır olarak vermeye kalkışmayınız.” (El-Bakara: 267)

“Sadakalarınızı başa kakmak ve eza ile heder etmeyi­niz.” (El-Bakara: 264)

“Ve seve seve fakir, yetim ve esiri doyururlar. Onlara: ‘Biz sizi Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne mükafât ne de bir teşekkür istemiyoruz’ derler.” (El-İnsan: 8-9)

Ahlâk açısından bu iki zihniyet arasında ne kadar fark olduğunu bir yana bırakın. Biz diyoruz ki, konuyu sadece ekonomik açıdan ele alın ve kâr ile zararla ilgili bu iki görü­şün hangisinin daha isabetli, sağlam ve uzun vadeli sonuçları açısından daha doğru olduğuna karar verin. Ayrıca, kâr ile zararla ilgili İslâm’ın yukarıdaki anlayışını gördükten sonra bu dinin faizli işleri herhangi bir şekilde geçerli saymasının mümkün olabileceğini düşünebilir misiniz?

4)             Zekât:

Yukarıda belirttiğimiz gibi ekonomide İslâmiyet’in temel amacı ve anlayışı bellidir, yani servet bir tek yerde toplanma­sın. İslâmiyet diyor ki, toplumun hangi bireyleri kendi yete­nek ve özellikleri ya da talihleri nedeniyle ihtiyaçlarından fazla servete sahip olmuşsa, onu ellerinde tutmasınlar, aksine harcasınlar ve öyle alanlarda ve biçimlerde kullansınlar ki, servetin dolaşımından dolayı toplumun nispeten daha talih­siz kimseleri de yeterince pay alabilsinler. Bu amaçla İslâm bir yandan, kendi ahlâk kuralları, teşvik ve telkinin en etkin yöntemleriyle cömertlik ve gerçek yardımlaşma ruhu yaratır ki, insanlar bizzat kendi eğilimleri ve anlayışlarına göre servet toplamanın kötü bir davranış olduğunu kavrar ve çeşitli ya­rarlı işlerde kullanılmasına önem verirler. Ve diğer yandan öyle yasalar düzenliyor ki, hayırseverlik ve cömertlikle ilgili öğretilerine rağmen kendi içgüdüleri nedeniyle para birik­tirme ve mal toplama sevdasında olanlar, yahut ellerinde şu veya bu şekilde servet toplanmış olanların mallarından en az belli bir bölümünü, toplumun felahı ve refahı için mutlaka ayırırlar. Bunun adı zekâttır ve İslâm’ın ekonomik düzeninde buna o kadar önem verilmiştir ki, İslâm’ın şartlarından sa­yılmaktadır. Namazdan sonra en çok bunun için tembihte bulunulmuş ve servet toplamış olan birinin servetinin, zekât vermedikçe kendisi için helâl olmayacağı kesin ve açık bir şekilde anlatılmıştır:

“Ey Nebi, onların mallarından sadaka[3] al; onunla on­ları temizler ve arındırırsın.” (Tevbe: 103)

Ayetin son sözleri açıkça gösteriyor ki, zengin kimsede toplanan servet, İslâm açısından bir pisliktir, bir kötülüktür ve sahibi bundan her yıl en az belli bir miktar Allah yolunda harcamadıkça temiz olamaz.

“Allah yolu” nedir? Allah’ın zâtı ganidir ve hiç kimseye muhtaç değildir. O’na ne mallarınız ulaşır, ne de O’nun bunlara ihtiyacı vardır. O’nun yolu demek, sizin kendi toplu­munuzun muhtaç ve fakir kimselerine yardım elinizi uzat­mak, onları mutlu etmek ve tüm ulus için faydalı ve hayırlı plan ve projeleri üretmenizden başka bir şey değildir.

“Sadakalar aslında fakirler ve miskinler[4] içindir. Ve sa­dakaları tahsil eden memurlar, kalpleri alıştırılmak iste­nenler,[5] köleler, esirler, borçlular, Allah yolunda (harca­maya) ve yolda kalmışlar[6] için Allah tarafından bir fariza olarak tahsis edilmiştir.” (Et-Tevbe: 60)

Bu Müslümanların kooperatifidir, sigorta şirketidir, yar­dım fonudur. Bu Müslümanların işsizleri için bir iş garantisi­dir. Onların sakatları, malûlleri, hastaları, yetimleri, dulları ve muhtaçları için bir geçim kaynağıdır, bir güvencedir. Ve her şeyden önce, bu Müslümanları gelecekleri konusundaki en­dişelerinden kurtaran bir çözümdür. Bunun basit ve sade ilkesi şudur: Bugün sen varlıklıysan, başkalarına yardım et. Yok, eğer sen yoksullaşmış ve muhtaç olmuşsan, diğerleri sana yardım etsin. Senin için, ben iflas edince veya fakirle­şince ne olacak diye kaygılanmana gerek yoktur. Sen ölünce, karın ve çocukların ne olacak? Ansızın bir felakete uğrar, hastalanır, evin yanar, sel meydana gelir, yaptığın iş batar ve bunun gibi hadiselerle karşılaşırsan kurtuluşun nasıl olacak gibi endişelere gerek yoktur. Yolculukta paran kal-mazsa ne yapacaksın? Bütün bu düşünce ve endişelerden seni ancak zekât kurtarır. Senin yapacağın şey sadece yalnız biriktirmiş olduğun mal ve mülkünün bir bölümünü verip Allah’ın sigorta şirketinden sigortalı olmandır. O zaman se­nin bu servete ihtiyacın yoktur, bu muhtaçların işine yaraya­caktır. Yarın eğer sen muhtaç durumuna düşer, yahut senin evlâtların muhtaç olurlarsa, sana senin verdiğin mallardan daha çok mal verilecektir.

Burada gene kapitalizm ile İslâm’ın ilke ve görüşlerinin birbirinden tamamen farklı olduğunu görüyoruz. Kapitaliz­min amacı şudur: Para toplansın ve artırılması için faiz alın­sın ki, bu emme borularıyla çevredeki insanların paraları da toplansın ve orada koskoca bir göl veya havuz meydana gelsin. İslâm’ın emri ise bunun tam tersidir. Yani, ilk önce para hiçbir şekilde bir yerde tutulmayacak, durdurulmaya­caktır. Şayet herhangi bir şekilde para toplanmış ve bir havuz meydana gelmişse, bundan zekât kanalları açılsın ki, kuru­muş tarlalara su ulaşsın ve çevredeki tüm toprak yemyeşil olsun. Kapitalizmden servetin değişimi ve dolaşımı sınırlıdır, İslâm’da ise serbest. Kapitalizmin gölünden su alabilmeniz için orada sizin de öz suyunuzun bulunması şarttır, aksi tak­dirde, siz oradan bir damla su bile alamazsınız. Buna karşılık İslâm’ın su gölünün kuralı şudur: Kimde gereğinden çok su varsa, o getirip oraya döksün ve kimin suya ihtiyacı varsa, o ondan alsın. Görüldüğü gibi, bu iki yöntem kendi öz ve ya­pıları itibarıyla birbirinin tam karşıtıdır ve bir ekonomik dü­zende bu ikisini bir araya getirmek aslında, karşıtları bir araya getirmek demektir ki, akıllı biri bunu tasavvur bile edemez.

5) Veraset Kanunu:

İnsanların kendi ihtiyaçları için veya Allah yolunda har­camaları ve zekât vermelerinden sonra da eğer servet belli bir yerde toplanıp kalmışsa, bunu dağıtmak için İslâm başka bir tedbir önermiştir ki, o da, veraset kanunudur. Bu kanu­nun amacı şudur: Bir kişi, arkasında az ya da çok mal bıra­kıp ölmüşse, o çeşitli küçük dilimlere bölünerek uzak ve yakın akrabalara çeşitli oranlarda dağıtılır. Ayrıca, bir kişinin vârisi yoksa veya bulunmuyorsa, mirasını istediği gibi çarçur etmesine izin vermek yerine Müslümanların ortak fonu olan beytülmal’e yatırılmasına salık verilmiştir ki, bundan tüm millet yararlansın. Verasetin dağıtımıyla ilgili bu yasa İs­lâm’da öylesine düzenli ve ayrıntılıdır ki, bunu başka ekono­mik düzenlerde bulmak mümkün değildir. Diğer ekonomik düzenlerin eğilimi, bir kişinin toplamış olduğu servetin, onun ölümünden sonra da bir veya birkaç kişinin elinde toplanıp kalmasını sağlamak yönündedir.[7] Ancak İslâm, servetin toplanmasına karşıdır. İslâm, servetin dolaşımını kolaylaştır­mak için bunu alabildiğine dağıtmaktan yanadır.

6) Savaş Ganimetleri Ve Fethedilen Toprak Ve Malların Dağıtımı:

Bu konuda da İslâmiyet aynı amacı gütmektedir: Sa­vaşta askerlerin eline geçen ganimetle ilgili olarak şöyle bir kural getirilmiştir: Ganimet beşe bölünmeli; dördü savaşan­lara dağıtılmalı ve biri milletin genel amaçları ve yararı için kullanılmalıdır:

“Bilin ki, ganimet olarak elinize geçenin beşinci payı, Allah’a, Rasûlüne, ve Rasûl’ün akrabalarına ve yetimlere ve miskinlere ve yolculara aittir.” (El-Enfal: 31)

Allah ve Rasûl’ün payından, Allah ve Rasûlü tarafından verilen emre göre denetimi İslâm devletine devredilen top­lumsal amaç ve yararlar için ayrılan pay kastedilmiştir.

Hz. Peygamber’in akrabalarına pay ayrılmasının nedeni, zekâtta herhangi bir paylarının olmamasıdır.

Daha sonra beşte bir payda özellikle üç grup veya sınıf­tan söz edilmiştir:

Milletin yetim ve öksüz çocukları ki, eğitim ve öğrenim­leri için gereken imkanlar sağlansın ve kendileri hayat mü­cadelesi için hazır olsun.

Miskinler ki, bunlar arasında dul kadınlar, sakatlar, ma­lûller, özürlüler, hastalar ve yoksullar yer almaktadır.

“İbn’üs sebil” yani, yolcular. İslâmiyet, ahlâk anla­yışı ve kurallarıyla insanlarda özellikle konukseverlik eği­limini oluşturmuş ve bunun yanı sıra, zekât ve sadakalar ile savaş ganimetlerinde de yolcular için pay ayırmıştır. Böylece, İslâm ülkelerinde ticaret, seyahat, eğitim, inceleme ve araş­tırmalar için insanların yolculuk etmelerine hayli kolaylıklar sağlanmıştır.

Savaş sonucu İslâm devletinin eline geçen toprak ve mallar için de kanun çıkarılmış bunların tamamen hüküme­tin elinde kalması sağlanmıştır:

“Allah’ın, (fethedilen) beldeler (memleketler halkın­dan), Peygamberine verdiği ganimetler, Allah’a, Rasûlüne, yakınlarına, fakirlere, yolda kalanlara aittir. Tâ ki, (bu mallar) sizden zenginler arasında tedavül eden bir şey olmasın… (Bilhassa, bu ganimet) diyarlarından ve malla­rından uzaklaştırılmış bulunan muhacirlerin fakirlerine­dir…Onlardan önce (Medine’yi) yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edenleri severler…Ve onlardan sonra gelen nesillerin de bunlarda payları vardır…” (El-Haşr: 7-10).

Bu âyette fey (ganimet) mallarının hangi amaçlar için kullanıldığı açık açık belirtilmiştir. Ayrıca, burada önemli bir noktaya da temas edilmiş ve bu dağıtımın amacının, İs­lâm’ın, kendi ekonomik sisteminde her zaman göz önünde bulundurduğu şu kurala uymak olduğunu dile getirmiştir: “Bu mallar sizden zenginler arasında tedavül eden (dola­şan) bir şey olmasın.” Kısacası, servet bir elde veya bir yerde toplanmasın. Kur’ân-ı Kerim’in küçük bir cümle ile dile getirdiği bu kural İslâm ekonomisinin temel taşıdır.

7) Tutumlu Davranma Emri:

Bir yandan, yukarıda gördüğünüz gibi, İslâm servetin toplumun tüm bireylerinde dolaşmasını sağlama ve zengin­lerin mallarında yoksulların paylarını belirleme yoluna gitmiş ve diğer yandan, bireylerin kendi ekonomik kaynaklarını kullanmakta keyfi hareket edip servet dengesini bozmama­ları için herkesin kendi harcamalarını yaparken tutumlu dav­ranmasını ve savurganlık yapmamasını emretmiştir. Bu hu­susta Kur’ân-ı Kerim’in emirleri açık ve nettir:

“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme. Onu büsbütün de açıp israf etme ki, kınanmış nadim bir halde oturup kalırsın.” (El-İsra: 29)

“Onlar ki, harcadıkları zaman israf etmezler, cimrilikte etmezler. Bunun ikisi arasında ortayı tutarlar.” (El-Furkan: 67)

Bu emrin amacı, herkesin yorganına göre ayaklarını uzatmasını sağlamaktır. Kim harcama yapıyorsa, kendi im­kanlarına göre yapsın. Ölçülü ve tutumlu davransın. Harca­maları gelirlerinden fazla olmamalıdır ki, savurganlığı yüzün­den sonra herkese el açmak zorunda kalsın. Darda kaldığı için başkalarının gelirlerini gasp etmesin, gerçek ihtiyaçların dışında başkalarından borç almasın ve daha sonra bu borç­ların üzerine oturmasın, ya da borçlarını ödemek için elin­deki avucundaki her şeyini verip de fakir ve muhtaçların zümresine girmesin. İnsan, ekonomik ve mali imkanlarının çok altında harcama yapan aşırı bir cimri de olmamalıdır. Ayrıca, bir insanın imkanlar dahilinde harcama yapmasıyla ilgili emir de, eğer geliri iyi ise, tüm servetini sadece yemek, içmek ve gösterişli bir hayat sürmek için harcaması anla­mına gelmez; özellikle, akrabaları, yakınları, dostları ve kom­şuları malî sıkıntılar içinde kıvranırken. İslâm böylesine ben­cilce harcamaları da israf ve yararsız sayıyor:

“Akrabaya, fakirlere ve yolculara hakkını ver. İsraf etme. Çünkü israf edenler şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı nankördür.” (El-İsra: 26-27)

İslâm bu hususta sadece ahlâk dersi vermekle yetin­memiş, ayrıca cimrilik ile savurganlığın aşırı şekillerini önle­mek için yasalar çıkarmıştır ve servet dağılımının dengesini bozacak tüm yolları kapatmaya çalışmıştır. Örneğin, kumarı haram kılmış, içki ve zinayı yasaklamış, gerek zaman gerekse mal harcamasını gerektiren gösterişli ve savurgan yaşam biçimine dur demiştir. Müziğe de ancak doğal zevk alma şekli olana kadar izin vermiştir. buna fazla bir düşkünlük bazı ahlâki ve manevi bozukluklara yol açmasının yanı sıra ekonomik hayatı da altüst ediyorsa, bunun da önünü almış­tır. Sanat ve güzellikle ilgili doğal eğilime de bazı sınırlar ge­tirmiştir. Değerli elbise, incik-boncuk, mücevher, süs eşyası, altın ve gümüş tabak ve tencereler, resim ve heykeller konu­sunda Rasûlullah’dan nakledilen pek çok hadis-i şerif vardır. Bunların yasaklanmasında yine önemli bir amaç güdülmüş­tür ki, o da şudur: Birçok yoksul kardeşimizin bazı temel ve vazgeçilmez ihtiyaçlarını karşılayabilecek servetinizi sadece kendi vücudunuzu, evinizi ve eşyanızı süslemek, ve keyiflen­dirmek için kullanıyorsanız, görülmemiş bir vurdumduymaz­lık ve bencillik sergiliyorsunuz. Kısacası, İslâm gerek ahlâki öğretileri gerekse yasal emirlerle insanın sade bir yaşam sürmesini öğütlemiştir. Bu öyle bir sade yaşantıdır ki, bunu ancak orta gelirli bir insan yaşayabilir, istek ve ihtiyaçlarını arttıramaz ve başkalarının gelirlerine göz koyamaz. Eğer orta dereceden daha fazla bir gelire sahipse ve tüm gelirini ken­disi için harcıyorsa o zaman düşük gelirli kardeşlerine yardım edemez hale gelir.

Bir Soru:

İşte, İslâm’ın tüm ekonomik düzeninin size sunulan tablosu budur. Bu tabloya bakın, birkaç kez bakın ve söyle­yin, faizi bunun neresine koyabilirsiniz?

Ruhuna bakın, yapısına bakın, cüzleri ve aralarındaki bağ ve bağlantılarına bakın, bunda saklı olan anlam ve ar­dında bulunan amaca bakın: Bunda faizli alışverişin herhangi bir yeri var mıdır? Bunun neresine kapitalist düzenin bir ku­rumunu yerleştirme yeri veya gereği vardır? Eğer bunun ce­vabı olumsuzsa ki, mutlaka öyle olmalıdır, o zaman siz tekrar bu tabloya bakın ve söyleyin bunun neresinde ekonomik açıdan, ahlâki sosyal açıdan ne gibi bir eksiklik vardır? Ahlâk ve sosyolojinin yüce ülkü ve amaçlarını bir yana bırakın, eğer ekonomi, insan yaşamının önemli bir öğesiyse, buna sadece ekonomik açıdan bakın.

Bu ekonomik düzenin ilke ve amaçlarında herhangi bir kötülük var mıdır? Delil ve şaha­detlerle bu düzenin ağır ve aksak olduğuna dair herhangi bir ifadede bulunulabilir mi? Bu tez ve felsefe çürütülebilir mi? Bireylerle toplumun hak ve çıkarları arasında daha iyi bir denge kurulmuş olduğu ve gerek bireysel gerekse toplumsal yarar ve refahı eşit olarak sağlayan bundan daha iyi bir eko­nomik düzen önerilebilir mi? Eğer bu olmazsa ve biz eminiz ki, olamaz, o zaman akıl ve mantığın gereği sizin önce kendi zaafınız yüzünden bu en iyi ekonomik düzeni bırakıp, sonra dünyanın en kötü, en yanlış ve sonuçları bakımından en tehlikeli ekonomik düzenini benimsemeniz midir?

Üstelik bundan pişmanlıkta duymuyor, vicdanınızda herhangi bir sızlama hissetmiyorsunuz, bu günahı iyi göster-mek bu fısk-u fücur ve isyanı itaat saymak için Kur’ân âyetleri ve Hz. Pey­gamber’in hadislerinin tevilini yapmaya çalışıyorsunuz ve İslâm’ın usulleri ruhu ve mizacına tama-men aykırı olduklarını bile bile şeytani sistemin tüm fasit unsurlarını benimsiyor ve İslâm’ın pak ve temiz ekonomik düzenine sokmaya çalışıyor­sunuz.

Önce siz hekimin yazdığı reçeteyi bir tarafa atıyor, onun sağlığınızı korumakla ilgili tavsiyelerine kulaklarınızı tıkıyor ve emrettiği perhizleri bir yana bırakıyorsunuz ve sonra hastalık büyüyüp ölümle karşı karşıya kaldığınızda aynı hekime, “Hangi beceriksiz doktorun yazmış olduğu reçete beni bu hale getirmişse, onu kendi elinizle yazıp bana ve­rin, hangi perhizlere uymamam beni ölüm noktasına ge­tirmişse, onları onaylayın ve hangi şeylere zehir demişse­niz onların panzehir olduğunu bana söyleyin” diyorsunuz. Böyle bir saçmalık olabilir mi?

 

 


 



3    Bir hadiste Rasûlullah’ın Sallallahu aleyhi vesellem işte bu gerçeğe işaret ettiğini görüyoruz: “Faiz her ne kadar yüksek olursa olsun, eninde so­nunda azalır" (İbn Mâce, Beyhaki, Ahmed).

4    Burada, bu kitabın kaleme alındığı 1932'deki korkunç ekonomik gerileme­den söz edilmiştir.

[3]    Buradaki sadaka” kelimesi, bundan belli bir sadaka miktarının kast edildiğini göstermektedir. Ve bunun gönüllü sadakanın dışında Hz. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem tarafından toplanma emrinin verilmesiyle olan vacip ve farz bir sadaka ve zengin kimselerden mutlaka tahsil edilmesi gereken bir para ve mal olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, bu emre göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem değişik türdeki servetler için belli sınır ve paylar belirlemiştir ki, bunların altındaki servetlerden vacip sadaka alın­masın. Belirlenen oran veya ondan daha fazla olan servete çeşitli eşya ve maddelerle ilgili olarak çeşitli zekât miktarı koymuştur. Altın , gümüş ve nakit paradan alınan yıllık zekât miktarı %2.5’dir. Tarım ürünleri ve susuz arazi için bu oran %10’dur. Sulu arazi için %5, ticari mallar %2.5, Şahsi mülkiyet halindeki maden ve hazineler için %20’dir. Aynı şekilde, Hz. Pey­gamber üreme, satış amaçlı v.s. olmak üzere çeşitli türdeki küçük ve  bü­yük baş hayvanların da zekatlarının oranlarını belirlemiştir;Bunlarla ilgili ay­rıntılar ise fıkıh kitaplarında bulunmaktadır.

[4]    Fakirden, kendi ihtiyacından daha az bir gelir elde edip yardıma muhtaç olan kimse kastedilmiştir (bkz. Lisanu’l-Arab, “Fakr” kelimesi). Miskinin tarifini ise Hz. Ömer şöyle yapmıştır: “Ekmeğini kazanmayan veya kazanma fırsa­tına sahip olmayan”. Bu tarife göre henüz ekmeğini kazanacak yaşa gel­meyen fakir çocuklar artık çalışacak durumda olmayan sakatlar veya yaş­lılar ve geçici olarak çalışamaz hale gelen işsizler ve hastaların hepsi mis­kindir.

[5]    Bu kelimenin kapsamına kafirlikten İslâm camiasına katıldıkları için maddî zorluklara düşen yeni Müslümanlar giriyor.

[6]    Bir yolcu kendi evinde zengin bile olsa seyahat esnasında dara düşünce zekât alma hakkını kazanır.

[7]    En büyük erkek evlâdının mirası ile ortak aile düzeni gibi gelenek ve yasalar bu amacı taşımaktadır.