FAİZİN HARAM OLUŞU

 

1- ZORUNLU YÖNÜ

İslâm ekonomik düzeni ve öğeleriyle ilgili olarak geçen bölümde çizdiğimiz küçük tabloda şu dört husus temel nite­liktedir:

1-Bazı sınırlama ve kısıtlamalarla serbest ekonomi .

2-Zekâtın farz kılınması .

3-Miras kanunu.

4-Faizin haram kılınması.

Bunlardan ilkini, ilke olarak en az, sınırsız kapitalizmin kötülükleri ve komünizm ile faşizmin melânetlerini anlamış olanlar doğru kabul etmeye başlamışlardır. Bunların ayrıntı­ları konusunda elbette ki, bazı zihinlerde soru işaretleri de­vam etmektedir, ancak, “İslâm ve modern ekonomik gö­rüşler” ile “Toprak mülkiyeti meselesi” adlı kitaplarımızı okumaları halinde bu soru işaretlerinin kaybolacağını umu­yoruz.

 Zekâtın farz oluşunun önemi artık dünya tarafından bü­yük çapta anlaşılmıştır. Artık hiçbir sağduyulu kimsenin gö­zünden komünizm, faşizm ve kapitalizmin şimdiye kader ortaya koyduğu sosyal güvenlik sisteminden daha geniş bir sistemi zekâtın ortaya koyduğu gerçeği saklı kalmamıştır. Ne var ki, burada, zekâtın ayrıntılı emirlerinin bilenmemesi ne­deniyle bazı zorluklarla karşılaşılmaktadır. Ve insanlar, mo­dern bir devletin mali işlerine zekât ile beşte bir oranını yer­leştirme biçimini anlamakta zorluk çekmektedir. Bu zorluklar ve anlaşmazlıkların giderilmesi için zekat’ın emirlerine ilişkin yeni bir kitap çıkarmaya çalışacağız.

İslâm’ın miras kanunuyla ilgili olarak dünyanın diğer ka­nunlarından farklı bir yol benimsemiş olmasının hikmetlerini önceleri pek çok kişi bilmiyor ve buna türlü çeşit itirazlarda bulunuyorlardı. Ancak şimdi yavaş yavaş diğer kimseler de bu yolu benimsiyor hatta Rus komünizmi de bundan yarar­lanmaya çalışıyor.[1]

Ancak bu tablonun dördüncü bölümünü anlamakta bu­günün insanları büyük güçlükle karşılaşmaktadır. Kapitalist ekonomi bilimi, son birkaç yüzyılda faizin haram kılınmasının yalnız duygusallıktan ileri geldiği, bir kişinin başka bir kişiye faizsiz borç vermesinin sadece ahlâki bir kolaylık olduğu, bunu dinin gereksizce abarttığı; oysa, faizin mantık açısından tamamen makul ve ekonomik açıdan sadece itiraz edilmez değil aynı zamanda yararlı ve gerekli bir şey olduğu fikrini iyice yerleştirmiştir. Bu yanlış görüş ve bunun bu kadar kuv­vetle savunulması ve teşvik edilmesinin sonucudur ki, çağ­daş ekonomik düzenin kötülükleri ve eksikliklerini eleştir­menlerin görmelerine rağmen en büyük ayıbı ve kötülüğü gözlerinden saklı kalmaktadır. Hatta, Rus komünistleri de kendi ülkelerinde kapitalist düzenin bu kötülerin anasını tıpkı İngiltere ve Amerika’da olduğu gibi besleyip semirtmekte­dirler. Ve ne yazık ki, dünyada faizin en büyük düşmanları olmaları gereken Müslümanlar bile batının bu yanıltıcı pro­pagandasından iyice etkilenmişlerdir. Bizim teslimiyetçi din­darlarımızda şöyle bir yanlış bir görüş yer almıştır: Faizde itiraz edilecek bir şey varsa, o da, kendi kişisel ihtiyaçları için borç alanlardan tahsil edilmesi halindedir. İşlerde kullanmak veya yatırım için borçlardan alınan faiz ise tamamen makul, helâl ve temizdir ve bunda din, ahlâk, akıl ve ekonomi bilimi ilkeleri açısından herhangi bir kabahat yoktur. Bunun dışında aşırı iyimser ve kendi kendini aldatan görüşler de vardır ki, bunlara göre eski tip tefeci ve para babalarının faizciliği bu­günkü bankacılıktan tamamen ayrı bir şey sayılır ve bu ban­kaların işlerinin hepsi “temiz” kabul edilir ve bununla ilgili her türlü muamelenin mubah olduğu sanılır. Bu nedenle, artık faizin şer’i tanımı değiştirilmeye çalışılıyor ve deniliyor ki, Kur’ân-ı Kerim’de haram kılınan faizin kapsamına bu faiz hiç girmez. Tuhaftır ki, bütün bu yanılgılardan kurtulmuş olanlar bile faizin yasalarla yasaklanmasından sonra çağımızda mali düzenin nasıl işleyeceği konusunda tereddüde düşmüşlerdir.

 Aşağıdaki sayfalarda biz işte bu sorunların çözümünü aramaya çalışalım.

Faizin Akılcı Kanıtları:

Her şeyden önce, şunu belirlememiz gerekiyor ki,faiz gerçekten makul , tutarlı ve ölçülü bir şey midir? Akılcı bir yaklaşımla bir kişi gerçekten vermiş olduğu borçtan faiz al­makta haklı mıdır? Ve adalet, borç almış olan bir kişinin, ana paranın dışında faiz de vermesini gerektiriyor mu? Bu, bah­sin ilk sorusudur ve bunun tatmin edici bir biçimde cevap­landırılmasıyla bahsin yarısı zaten tamamlanmış oluyor. Çünkü, eğer faiz makul bir şey ise, faizin haram oluşuna ilişkin deliller önemini kaybediyor. Ve, eğer faiz akıl ve adalet açısından doğru ve haklı çıkarılamazsa, bunun gibi münase­betsiz ve kötü bir şeyin insan toplumunda sürdürülmesinde neden bu kadar ısrar edildiğini gözden geçirmek gerekiyor.

Birinci Kanıt: Bu soruyu cevaplarken karşılaştığımız ilk kanıt şudur: Bir kişi başka bir kişiye kendi birikmiş parasını veya malını borç olarak verir, riske girer, tehlikeye katlanır, fedakarlık yapar, kendi ihtiyaçlarını kısıp başkalarının ihti­yaçlarını karşılamaya çalışır, kendi yararlanacağı para ve malı başkalarına verir. Borç alan eğer borcunu kendi kişisel bir ihtiyacını karşılamak için almışsa, aldığı para veya malın kirasını ödemelidir. Örneğin ev, mobilya, binek araç veya hayvan için ödediği kira gibi. Bu kira borç verenin kendi emeğiyle kazanmış olduğu serveti kendine harcamak yerine başkasına vermenin riski ve tehlikesinin karşılığı da oluyor. Ve eğer borç alan, bu borcu herhangi kârlı bir iş için almışsa, borç veren bundan faiz almaya ziyadesiyle layıktır. Madem ki, borç alan borç verenin malından ve parasından yararlanıyor, borç veren kârdan niçin pay almasın?

Bu kanıtın, borç verenin, başkasına malını vermekle hem riske girdiği ve fedakârlık ettiği bölümü tamamen doğ­rudur. Ancak, bundan bu risk ve tehlikenin fiyatını yılda, altı ayda veya %10 veya %5 olarak alma hakkına sahip olduğu sonucu nereden çıkarılıyor? Risk yüzünden makul ölçülerle kendisinin sahip olduğu haklar, borç alanın herhangi bir şeyini güvence olarak alması, yahut herhangi bir şeyin bede­line göre ona borç vermesi yahut ondan herhangi bir kefil talep etmesinden başka bir şey değildir. Aksi takdirde, baş­tan beri böyle bir riske girmez ve borç vermeyi reddeder. Ancak ne olursa olsun, risk, tehlike veya fedakârlık bir ticaret malı değildir ki, fiyatı olsun ve ne de bir ev, mobilya veya araçtır ki kirası olsun. Fedakarlık ise zaten alışverişin olma­sıyla başlar. Eğer bir kişi gerçekten fedakârlık yapmak istiyorsa, böyle yapsın ve ahlâki hareketinin sadece ahlâki yararlarıyla yetinsin. Yok, eğer bedel ve karşılıktan söz edi­yorsa o zaman fedakârlığı araya sokmasın, salt ticaret yap­sın, ancak şunu da açıklasın ki, borç konusunda ana para­sını aldıktan sonra aylık veya yıllık olarak aldığı belli bir kâr oranını neye göre hakkediyor?

Bu bir tazminat mıdır? Ama, vermiş olduğu borç, ihtiyaç fazlasıydı ve kendisi de kullanmıyordu. Başka bir deyişle, herhangi bir şekilde meydana gelmeyen bir “zarar”ın tazmi­natını alma hakkını nereden kazanıyor veya borcundan nasıl “tazminat” alabiliyor?

Bu bir kira mıdır? Ama kira, kiracının kullanması için bir şeyi hazırlayan ve koruyan ve bu uğurda kendi zaman, emek ve malını harcayan kişiye ve kiracının kullanmasıyla bozulan, kırılan, dökülen veya değerlerini kaybeden mallar için ödenir. Bu tanım ev, mobilya ve araç gibi tüketim maddelerine uyar ve zaten onların kirası makul sayılır. Ancak bu tanım hiçbir şekilde buğday veya meyve gibi yiyecek ve tüketim maddele­rine veya yalnız eşya ve hizmetleri satın almak için kullanılan paraya uymaz. Bu nedenle, bunların kirası anlamsızdır.

Bir borç verenin en çok yapabileceği şey şöyle bir gö­rüşü ileri sürmesidir: Ben başka bir kişiye kendi malımdan yararlanma imkânı sağlıyorum, dolayısıyla benim de onun kârında payım vardır. Bu makul bir yaklaşımdır. Ama burada sorulacak soru şudur: Açlık çeken bir kişi, kendi aç çocukla­rının karnını doyurmak için senden geçici olarak iki milyon almışsa, senin vermiş olduğun yiyecek veya paradan o sana göre “kâr”ımı ediyor ki sen, ayda elli bin veya yiyecekten elli gram payını alasın? Eee, o adam tabi ki yararlanıyor ve bu yararlanma imkânını sen vermişsin. Acaba hangi, akıl, ada­let, ekonomi bilimi, iş kuralları senin bu malın bir ücretini belirleme ve borç isteyenin sıkıntısı ne kadar fazla ise o kadar bu ücreti artırma ve sıkıntı süresi arttıkça senin vermiş oldu­ğun “yararlanma imkanı”nın değerinin de aylar ve yıllar hesabıyla çoğalma şeklinde olacağına salık veriyor? Eğer senin yüreğin, muhtaç ve sıkıntı içindeki bir insana, kendi ihtiyacından fazla mal ve para verecek kadar büyük değilse, yapabileceğin en makul şey, senin kendi ona paranı almak­tan emin olup ana borç vermendir. Diyelim ki, borç verecek durumda değilsin, o zaman en makul iş ona hiçbir şey ver­memendir. Ama bir kişinin sıkıntısı ve eziyetinin, senin için kâr kazanma fırsatı olması, aç ve ölüm sınırındaki insanların senin bir için yatırım fırsatı olması ve insanların perişanlığı arttıkça, senin için kâr imkanlarının artması ticaret işinin hangi makul şeklidir?

“Yararlanma fırsatını vermek” eğer herhangi bir şekilde malî değer taşıyorsa, o sadece borç alanın, aldığı mal veya parayı herhangi bir işe yatırmasıdır. Bu durumda, borç veren kişi, borç alan kişinin elde ettiği kazançtan pay talep etmekte haklıdır. Ancak sermaye kendi başına kâr sağlama yetene­ğine sahip değildir. İnsan emeği ve zekası birleşmeden ser­mayeden kâr edinmek mümkün değildir. Ayrıca, şu hususta unutulmamalıdır ki, insan emeği ve zekası bir araya gelir gelmez, sermâye kâr vermeye başlamaz, bunun için belli bir zamanın geçmesi gerekir. Yine de, bunun eninde sonunda kârlı olacağı da kesin değildir; zarar ve iflas etme imkanı da vardır. Kârlı olduğu, şu zamanda şu kadar kâr elde edileceği kesinkes söylenemez ve önceden kehânette bulunulamaz. Şimdi, insan emeği ve zekâsının henüz dokunmadığı bir paradan borç verenin kârının alınmaya başlanması nasıl makul olabilir? Ve sermayenin insan emeği ve zekâ ile bir­leşmesinden sonra ne kâr etme ve ne de bu kârın oranı he­nüz kesinleşmemişken alınacak payın hem yüzdesi hem miktarının belirlenmesi ne derece doğrudur?

Tutarlılıkla söylenebilecek şey şudur: Biriktirmiş olduğu parasını ve malını kâr getirecek bir işe yatırmak isteyen biri, emek harcayanlara şirket muamelesi yapmalı ve kâr-zararın belli bir oranında ortak olmalıdır. Şimdi, benim bir kişiyle ortak bir iş yapmak yerine ona 100 milyon TL. borç verip, “Madem ki, sen bu paradan kâr sağlayacaksın, benim param senin sermayende kullanıldığı sürece sen, örneğin, her ay bana 10 milyon kâr payı vereceksin” dememin, kâr kazanmanın makul bir yolu olabilir mi? Sorulması gereken husus şudur: O kişi kendi emeğini katarak o sermayeden kâr etmeye başlamadan, ben hangi kârdan pay alma hakkına sahibim? Eğer o kişi, işinden kâr sağlamak yerine zarar et­meye başlamışsa, ben hangi akıl ve adalet kurallarına göre ondan aylık payımı alabilirim? Eğer onun kârı ayda 10 mil­yondan azsa, ben nasıl ondan ayda 10 milyon alma hakkına sahip olabilirim? Ve diyelim ki, onun aylık kârı tam tamına 10 milyon olur. Şimdi, bir kişinin, bütün bir ay çalışıp didinmesi, zamanını, yeteneğini ve kişisel sermayesini harcamasına rağmen tek kuruş almaması, ve benim bir zamanlarda ken­disine 100 milyon verip bir kenara çekilmemden sonra bu kârın tümünü alıp kaçmam hangi insafa sığar? Diyelim ki, bir değirmen beygiri bütün bir gün çalışıyor; sonunda yem yeme hakkı yok mu? Maalesef, faizli borç bir tüccarı, bir işa­damını öyle bir beygir yapıyor ki, gün boyunca değirmende benim için çalışıyor, ama yemini başka yerde yiyiyor.

Ayrıca, farz edelim ki, bir işadamının kârı, borç verenin faiz olarak almak üzere belirlediği meblağdan fazladır. Ama, bu durumda bile akıl, adalet, ticaret kanunu, ekonomi bilimi veya başka herhangi bir açıdan, aslında üretici olan tüccar, sanayici, çiftçi ve diğer elemanlar ki, onlar toplumun mal ve hizmet ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla zamanlarını harcar, her türlü zorluklara katlanır, kafalarını patlatır ve beyinleri ile bedenlerinin tüm güçlerini harcarlar. Kazancı ve kârı belirsiz ve şüpheli iken sadece kendi biriktirmiş olduğu para ve ma­lını borç olarak vermiş olan kişinin kazancının ve kârının belli ve kesin olması makul sayılmaz. İşin tuhafına bakın ki, bütün bu insanların zarara uğramaları bile söz konusuyken borç verenin kârı ve payı tamamıyla güvence altındadır. O zavallı­ların kâr oranı piyasa şartlarına göre iner ve çıkarken, kendi kârını önceden belirlemiş olan bu adam aydan aya ve yıldan yıla kazancını elde etmeye devam etmektedir:[2]

İkinci Kanıt: Bu eleştiriden anlaşılıyor ki, görünürde faizi makul ve tutarlı bir şey olarak göstermek amacıyla öne sü­rülen ve yeterli sayılan kanıtlar, daha derinliğine inildiği za­man eksik ve zayıf görülmeye başlar. Kişisel ihtiyaçlar için alınan borçlara gelince, bunlardan faiz alınması için zaten herhangi bir akılcı gerekçe yoktur. Hatta, faizi savunanlar bile bu zayıf davadan vazgeçmişlerdir. Ticaret ve iş amaçları için alınan borçlara gelince, bu hususta da faiz savunucuları, “faiz acaba neyin fiyatıdır?” gibi karmaşık bir soru ile karşı­laşmaktadır. Bir borç veren kendi sermayesiyle birlikte alıcıya hangi özlü şeyi veriyor ki, onun malî bir değeri olsun ve on­dan aydan aya ve yıldan yıla belli bir kazanç elde etme hak­kına sahip olsun. İşte bunu belli bir takım ilke ve kurallarla izah etmekte faizciler hayli güçlük çekmektedir.

Bir grup, bunun “yararlanma fırsatı” olduğunu ifade etmiştir. Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi, bu “fırsat” belirgin, kesin ve günden güne artan bir değeri tahakkuk ettirmez, aksine, gerçekten borç alanın kâr ettiği takdirde kârını belli bir oranda paylaşmasını öngörür.

Diğer bir grup tavrını biraz değiştirerek, borç verenin pa­rası aracılığıyla kullanımı için borç alana verdiği şeyin “müh­let” (süre) olduğunu belirtir. Buna göre, bu sürenin kendi başına bir değeri vardır ve uzadıkça değeri de artar. Bir kişi birinden borç alıp onu herhangi bir işe yatırdığı günden başlayarak, söz konusu sermaye ile üretilen mal pazara ula­şıp bir gelir sağlamaya başlayıncaya kadar her an bir tüccar ve işadamı için değerlidir. O yatırımcı bu süreye sahip ola­maz ve ortada bir yerde elinden sermayesi alınıverirse iş yapamaz. Demek ki, para alıp ondan yararlanacak şekilde yatırım yapan için zaman veya süre kesinlikle büyük değer taşır. O halde, parayı veren neden bu yarar veya kârdan pay almasın? Ayrıca, zamanın az veya çok olmasıyla borç alanın kâr etme imkanları da azalır veya çoğalır. O halde, borç ve­ren neden zamanın uzunluğuna göre değerini belirlemesin?

Ancak burada yine şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: Borç veren hangi kaynaklardan, yatırım yapmak üzere ondan borç alan kişinin mutlaka kâr edeceğini ve zarar etmeyece­ğini öğrenmiştir? Ve o kârın illâ belirlediği oranlarda olaca­ğını nereden bilebilmiştir ki, borç alandan o oranda kâr al­mayı peşinen belirlemiştir? Ayrıca, borç alana parasını kul­lanma imkânı verdiği dönemde kesinlikle her ay ve her yıl şu kadar kâr edeceğini bilebilmiştir ki, onun aylık ve yıllık mik­tarlarını belirlemiştir? Bu soruların tutarlı bir yanıtı faiz savu­nucularında yoktur. Onun için biz yine dönüp dolaşıp şu noktaya geliyoruz: Ticarette ve işte eğer herhangi bir şey makulse, o ancak kâr ve zararın paylaşımı ve belli bir oran­daki ortaklıktır; yoksa, belirli bir oranda faiz almak değildir.

Üçüncü Kanıt: Başka bir grubun görüşü şudur: Kâr ge­tirmek sermayenin öz özelliğidir. Onun için, bir kişinin baş­kasının verdiği sermayeyi kullanması kendiliğinden borç verenin faiz isteme hakkını ve borç alanın faiz verme zorun­luluğunu doğurmaktadır. Sermaye, tüketim mallarının ha­zırlaması ve sevkıyatında yardımcı olma gücüne sahiptir.

Sermayenin yardımıyla üretilen mal, sermaye yardımı olmadan üretilen maldan çok daha fazladır. Sermayenin katılımıyla mal daha fazla ve daha kaliteli üretilir ve iyi fiyat veren pazarlara ulaştırılabilir. Aksi takdirde, miktarı az ve kalitesi düşük olur ve iyi fiyat verilen pazarlara da ulaşamaz. Bu da, sermayenin kendisinde kâr sağlama özelliğinin veril­miş olduğunun bir kanıtıdır. O halde, sermayenin sırf kulla­nımı bile faiz alınmasına gerekli kılar.

Ne var ki, bir kere sermayede kendiliğinden bir kâr sağ­lama özelliğinin bulunduğu yolundaki iddia görünürde yan­lıştır. Sermayedeki bu özellik ancak bir kişinin onu verimli herhangi bir yatırım için kullandığı zaman ortaya çıkar. An­cak siz, para alanın bundan kâr etmekte olduğu durumlar için bu parayı verenin de kârdan pay alması gerektiğini ileri sürebilirsiniz. Ancak, hastalığın tedavisi veya bir ölünün son merasimi, kefeni ve gömülmesi için borç alan bir kişide bu sermaye nasıl bir ekonomik değer kazanıyor ki, bundan borç verenin pay alma hakkı doğsun?

Ayrıca, kâr sağlayan işlerde kullanılan sermayenin de, kâr sağlamasının öz özelliği olduğunu sürecek kadar çok değer kazandığı da söylenemez. Genellikle, bir işe fazla ser­maye yatırıldığında kâr artmak yerine azalır; öyle ki, zarar etme noktasına gelinir. Bugünlerde iş âleminde zaman za­man meydana gelen krizlerin nedeni zaten budur. Yani, yatı­rımcılar ise alabildiğine sermaye yatırır ve üretim hayli artar­ken fiyatlar düşmeye başlar ve fazla üretimin yol açtığı ucuzluk yavaş yavaş öyle bir noktaya gelir ki, yapılan yatı­rımların hiçbir kâr getiremeyeceği sonucuna varılır.

Ayrıca, sermayede eğer gerçekten kâr sağlama özelliği varsa bunun sözden fiile geçmesi birçok şeye bağlıdır. Örne­ğin, bunu kullananların emek, yetenek, zekâ ve deneyimleri, kullanım sırasındaki ekonomik, sosyal ve siyasal koşulların elverişliliği ve afetler ile felaketlerden korunma ve bunlar gibi diğer işler, kâr edinmenin vazgeçilmez şartlarıdır. Bunlardan herhangi bir şart bulunmazsa, çoğunlukla sermayenin tüm kâr sağlama özelliği ortadan kalkıverir, hatta zarara dönüşe­bilir. Ne var ki, faizli işler için sermaye sağlayan ne bu şart­lara uyma sorumluluğunu kabul eder ne de, bu şartlardan herhangi birinin yokluğu nedeniyle sermayesi kârlı olmaması halinde herhangi bir faiz alma hakkına sahip olmadığına razı olur. O zaten, gerçekten herhangi bir kâr edinse veya edin­mese bile sermayesinin kullanımının belli bir oranda faizin alınmasını gerektirdiğini iddia etmektedir.

Eğer son olarak, sermayenin kendisinde kârın bulun­duğu ve bundan dolayı sermaye sağlayanın kârdan pay alma hakkına sahip olduğunu farz etsek bile, hangi hesabın, bu­günlerde sermayenin kâr sağlama niteliğinin mutlaka şu kadar olduğu, dolayısıyla, sermaye alıp kullananların şu ka­dar oranda faiz ödemeleri gerektiğini belirlediğini söyleyebili­riz? Ve eğer bugün için, bu oranın belirlenmesi için belli bir hesap şekli olduğunu kabul etsek bile, 1949’da bir ticaret­haneye veya iş kuruluşuna 10 yıl ve başka bir iş kuruluşuna 20 yıl için rayiç faiz oranına göre borç vermiş olan bir serma­yecinin, gelecek 10 ve 20 yıl boyunca sermayenin kâr sağ­lama oranının yine bugünkü oranda olacağını belirlemek için bir kıstas olduğunu anlamaktan âciziz. Özellikle, 1959’da piyasada faiz oranı 1949’unkinden çok değişik ve 1969’da daha da değişik olduğu takdirde. O zaman, bir kuruluştan 10 yıl diğer kuruluştan da 20 yıl için 1949’un faiz oranına göre sermayenin muhtemel kârından kendi payını kesinkes belirlemiş olan kişiyi haklı çıkarmak için hangi gerekçeler gösterilebilir?

Dördüncü Kanıt:Dördüncü ve son kanıt için biraz daha zekâ kullanılmıştır. Bunu şöyle özetleyebiliriz:

İnsan gayet doğal olarak bugünün yarar, zevk, tat ve mutluluğunu uzak bir geleceğin yarar ve zevklerine tercih eder. Gelecek ne kadar uzak olursa, onun yarar ve zevkleri o kadar kuşkulu olup değerleri aynı oranda insanın gözünden düşer. Bu acil önem ve tercihlerin çeşitli nedenleri vardır. Örneğin:

Geleceğin karanlıkta ve yaşamın belirsiz olması. Bu ne­denle, geleceğin yararları kuşkulu hale gelir ve insan bunları bir türlü aklına getiremiyor. Bunun aksine bugün elde edilen somut yarar hem kesin ve inandırıcı hem de gözle görülür haldedir.

2-Bugün ihtiyaç duyan veya muhtaç olan biri, gelecekte belki de ihtiyaç duyacağı veya duymayacağı bir şeye oranla bugün ihtiyacının karşılanmasına daha çok değer verir.

3-Bugün elde edilen mal fiilen yararlı ve kullanılır olduğu için gelecekte elde edilebilecek maldan daha iyi ve üstündür. İşte bu nedenlerden dolayı bugünün somut yararı ve kârı, geleceğin kuşkulu yararına tercih edilir. Dolayısıyla, bugün bir kişinin borç aldığı para, yarın borç verene ödeyeceği pa­ranın değerinden daha yüksektir. Ve faiz, geri ödendiği za­man ana para ile beraber değerini, borç verirken borç vere­nin kendisine verdiği paraya eşit hale getiren “fazla de­ğer”dir. Meselâ, diyelim ki, bir kişi bir tefeciye gidiyor ve on­dan 10 milyon borç para istiyor. Tefeci kendisiyle şöyle bir anlaşma yapıyor: Bugün verilen 10 milyon bir yıl sonra geri verilirken bu miktar 13 milyon olacaktır. Bu durumda as­lında, mevcut 10 milyon geleceğin 13 milyonuyla değiştirili­yor. 3 milyonluk fark ise bugünün malı ve geleceğin malı arasında varolan psikolojik (ekonomik değil) fark kadardır. Şimdi bu 3 milyon bir yıl sonra 10 milyonla birleşmediği sürece değeri, borç verenin borcunu muhtaç kişiye verirken verilen 10 milyona eşit olmayacaktır.

Bu delil hangi kurnazlıkla veriliyorsa, onu kabul etme­mek haksızlık olur. Ne var ki, bunda mevcut ve gelecek psi­kolojik değer arasında gösterilmeye çalışılan fark bir yanılgı­dan başka bir şey değildir.

Şimdi, insan tabiatı mevcudu, geleceğe göre gerçekten daha önemli ve değerli mi sayıyor? Eğer gerçekten böyle bir şey varsa, neden pek çok kişi kazançlarının hepsini bugün harcamak yerine bir bölümünü gelecek için saklamayı tercih eder? Siz, herhalde, insanların yüzde birinin bile gelecek tasasından tamamen yoksun olup tüm mal ve mülklerini bugünün rahat ve zevki için harcadığına tanık olmazsınız. İnsanların en az %99’u bugünün ihtiyaç ve zevklerini bir yana bırakıp yarın için bir şeyler biriktirmeye çalışıyor. Çünkü, gelecekte ortaya çıkacak olan muhtemel ihtiyaçlara ilişkin öyle endişe verici durumlar oluyor ki, insanın gözünde onla­rın hayali tablosu, o anda içinde bulunduğu ve şöyle veya böyle atlatmakta olduğu durumlardan çok daha büyük olu­yor ve önem taşıyor. Ayrıca, bir insanın hali hazırda yaptığı bütün uğraşı ve koşturmalarının amacı, geleceğinin daha iyi olmasından başka bir şey oluyor mu? İnsan eğer bugünkü emek ve uğraşılarının tüm meyvelerini bir yere yatırmaya çalışıyorsa, gelecek günlerinin iyi, rahat ve mutlu olmasından başka bir amaç taşıyor mu? Siz, geleceği kötü olsun veya en azından bugünden daha beter olsun diye bugününü iyileş­tirmeye çalışan bir ahmağı bulamazsınız. Eğer biri cehaleti ve aptallığı yüzünden böyle bir şey yapar, yahut geçici bir isteğe ve arzusunun rüzgarına kapılıp böyle bir harekette bulu­nursa, o başka bir şeydir, yoksa bir kişi düşünüp taşınırsa, böyle bir davranışı doğru ve tutarlı sayamaz.

Ayrıca, bir an için, insanın bugünün rahat ve huzuru için gelecekte ki, zarara razı olduğuna ilişkin iddiayı olduğu gibi kabul etsek bile bu iddianın dayandırıldığı delilin doğru ol­madığını söyleyebiliriz. Borç alınırken borç veren ile borç alan arasında varılan anlaşmaya göre sizin dediğiniz gibi bugünün 10 milyonunun değeri bir yıl sonra 13 milyona eşit olacaktır. Ancak şimdi, bir yıl sonra borç alan, borcunu öde­yeceği zaman durum gerçekten bu olur mu? Yani, bugünkü 13 milyon, geçmişin 10 milyonu kadar mıdır? Peki, diyelim ki, borç veren borcunu bu yıl ödeyemediyse, iki yıl sonra ödeyeceği zaman bu rakam 16 milyon mu olacak? Şimdi, gerçekten bugün ile gelecek arasındaki bağlantı ve oran böyle midir? Ayrıca geçmiş ne kadar eskirse, değerinin de bugüne göre o kadar artma ilkesi de doğru mudur? Size göre geçmişte giderilen ihtiyaçların değeri şimdiki ihtiyaçla­rın değerinden daha fazla değerde mi ki, bir zamanlar verdi­ğimiz, belki de unuttuğunuz paranın değeri, her saat ve her an daha da artmakta ve günün cari paralarından daha çok değerli olmaktadır? Sizce 10 milyonu diyelim ki, bugünden 50 yıl önce borç vermişseniz, şimdi o paranın değeri 1milyar 150 milyon mu olmuştur?

Faiz Oranının Tutarlılığı

İşte, faiz yiyicilerin avukatlarının faizi akıl ve adalet kural­larına göre caiz, uygun ve “makul”(tutarlı,ölçülü) olduğunu kanıtlamak amacıyla ileri sürdükleri delillerin tümü bundan ibarettir. Oysa, bizim yaptığımız eleştirilerden, bu pis şeyin “makuliyet” (tutarlılık)la yakından uzaktan bir ilgisinin olma­dığını, herhalde, anlamışsınızdır. En kuvvetli delillerle bile faizin alınması ve verilmesi gerektiğinin herhangi bir makul veya tutarlı nedeni gösterilemez. Ama ne gariptir ki, bu kadar tutarsız ve saçma olan bir şey batılı düşünür ve bilim adam­larınca kabul edilmiş bir gerçek olarak tanımlanmıştır. Faizin kendisinin tutarlılığı ve gerekliliğini sanki teslim edilmiş bir gerçekmiş gibi farz edilerek bütün konuşma ve tartışmalar faiz “oranı”nın “makuliyeti” veya tutarlılığı üzerine yoğunlaş­tırılmıştır. Çağımız Batı literatüründe faizin kendisinin alınıp alınmayacak bir şey olduğuna ilişkin bahsi belki de, hiç bu­lamazsınız, ama sık sık ve en çok tartışılan şey olarak sa­dece, “falanca faiz oranı yersiz ve gerektiğinden çok fazla olduğu ve dolayısıyla itiraz edilir nitelikte olduğu” ve “fa­lanca faiz oranının makul olduğu, dolayısıyla, kabul edilir nitelikte olduğu”nu görürsünüz.

Ancak bir faiz oranı gerçekten tutarlı mıdır? Biz kısa bir süre için, şu bahsi bir yana bırakıyoruz ki, kendisinin bile makul olduğu ispatlanamayan bir şeyin oranının makul olup olmadığına ilişkin tartışma nasıl yapılabilir? Biz bu soruyu bir yana bırakarak sadece şunu öğrenmek istiyoruz: Hangi faiz oranı doğal ve tutarlı sayılabilir? Bir oranın uygun veya uy­gunsuz olduğunu ölçüsü nedir? Ve dünyadaki faizli alışveriş­lerde faiz oranının tespiti hangi akılcı veya rasyonel ölçülere göre yapılmaktadır?

Bu konuyu enine boyuna araştırdığımız zaman karşımıza çıkan ilk gerçeğin, “tutarlı faiz oranı” diye bir şeyin dünyada olmadığını görürüz. Gerçek şu ki, çeşitli oranlar çeşitli za­manlarda uygun görülmüş ve bu oranlar yine başka zaman­larda uygunsuz sayılmıştır. Hatta, aynı zamanda, bir yerdeki “uygun” oran, başka bir yerde “uygunsuz” sayılmıştır. Eski Hindu hakimiyetleri döneminde Kautilya’nın, yaptığı açıkla­maları göre %15 ile 60 oranındaki yıllık faiz tutarlı ve geçerli sayılırdı; hatta, risk ve tehlike büyüdükçe, oranın daha da yükseltilmesi öngörülüyordu. On sekizinci yüzyılın ortala­rında ve on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında, yerel tefeciler ile doğu Hindistan hükümeti şirketi vasıtasıyla Hintli devletçikler arasında yapılan mali işlemlerde faiz oranı genellikle yılda yüzde 48’di.1914-18 yıllarında Birinci Dünya Savaşı sıra­sında, Hint Hükümeti yıllık yüzde 6.5 faiz oranıyla iç borç­lanmaya gitmiştir. 1920 ila 1930’da kooperatiflerin genel faiz oranı %12 ila 15 arasında idi. 1930 ila 1940 arasında Hint mahkemeleri yüzde 9’luk yıllık faiz oranının tutarlı olduğuna karar vermişti. İkinci Dünya Savaşına yaklaşıldığında Hin­distan Merkez Bankasının kredilerden aldığı faiz oranı yılda %3’tü ve aynı oran savaş boyunca devam etti, hatta Hindis­tan Hükümeti %2.75 oranında kredi almaya devam etti.

İşte bizim ülkemiz ve kıtamızın durumu budur. Avrupa’ya baktığımızda orada tablonun hemen hemen aynı olduğunu görürsünüz. 16.ncı y.y. ortasında İngiltere’de %10’luk oranın tamamen meşru ve makul olduğuna karar verilmişti. 1920’lerde Avrupa’nın bir çok ülkesinin Merkez Bankası faiz oranı %8-9 olarak belirlemişti. Ayrıca, Milletler Cemiyetinin çeşitli Avrupa ülkesine verdirmiş olduğu kredilerden alınan faiz de hemen hemen aynı oranda idi. Ancak bugün Av­rupa’da ve Amerika’da bu kadar bir faiz oranı isterseniz mu­hatabınız bir çığlık atıp bunun bir soygun olduğunu ilan ede­cektir. Şimdi nereye bakarsanız bakın faiz oranı %2.5 ila 3’ü geçmez. %4 ise çok yüksek bir oran sayılır. Hatta bazı du­rumlarda faiz oranının %0.50 ve 0.25 olduğunu görürsünüz. Ancak, diğer yandan, fakir halka faizli kredi veya borç ver­mek üzere tefecilerin İngiltere’de 1927’de Para Verenler Ya­sası uyarınca yıllık %48’lik bir faiz oranına izin verilmişti. ABD’de mahkemeler tefecilere, müşterilere verdiği paralar­dan %30 ila 60’a kadar yıllık faiz alma izni vermektedir. Şimdi, söyleyin bana bunların hangisi doğal yasalar ve tutarlı faizdir?

Şimdi biraz daha ileriye gidelim veya herhangi bir faiz oranının gerçekten tutarlı ve ölçülü olup olmayacağına bir göz atalım. Bu meseleyi iyice  incelediğinizde göreceksiniz ki, aklınız ve mantığınız, borç alan kişinin aldığı paradan edeceği kâr kesinkes belirlenmedikçe tutarlı bir faiz oranının belirlenmesinin mümkün olamayacağını söyleyecektir. Ör­neğin, eğer 100 milyonun bir yıl süre ile kullanımı 25 milyon kadar bir kâr bırakıyorsa, o zaman, kârdan 5 yahut 2.5 veya 1 milyon 250 binin parasının bu süre içinde kullanıldığı kişi­nin doğal ve tutarlı payı olduğu belirlenebilir. Ancak gayet tabi ki, bu şekilde ne sermayenin kullanılmasının yararı ön­ceden belirlenmiştir ne de belirlenebilir. Ayrıca, piyasada faiz oranı belirlenirken, parayı borç alan kimsenin bundan ne kadar kâr edeceğine bakılmaz. Hatta kâr edip etmeyeceğine de dikkat edilmez. Pratikte olup biten şudur: Tefecilikte bor­cun değeri, borç isteyenin mecburiyetine göre belirlenir. Ticari faiz piyasasında ise faiz oranının azalıp yükselmesi bir takım temellere dayanır ki, bunların akıl ve adaletle zerre kadar ilgisi yoktur.

Faiz Oranlarının Nedenleri

Tefecilikte bir tefeci genellikle kendisinden borç isteyen kişinin ne kadar fakir, ve muhtaç olduğuna, ve borcun veril­memesi halinde ne kadar sıkıntı çekeceğine bakar. İşte bu şartlara göre ondan ne kadar faiz alacağına karar verir. Eğer, borç isteyenin daha az yoksul olduğunu, az bir miktarda borç istediğini ve pek çok sıkıntıda olmadığını görürse faiz oranını düşük tutar bunun aksine ne kadar perişan ve ne kadar muhtaç olursa, faiz oranı o kadar artar. Hatta, eğer açlık çeken bir kişi hastalıktan dolayı ölmek üzere ise, ondan %400-500 faiz almak bile “yersiz” ve “haksız” sayılmaz. Bu gibi durumda “doğal” faiz oranının belirlenme ölçüsünü şu örnekle ortaya koyabiliriz: 1947’de kıyamet gibi kopan dini çatışmalar sırasında Amritsar tren istasyonunda bir sih, bir Müslüman’dan bir bardak suyun “doğal” fiyatı olarak 300 rupi almıştı, çünkü onun çocuğu susuzluktan can çekişi­yordu ve Müslüman mültecilerle dolu olan trenden kimse aşağıya inip su alamıyordu.

Diğer çeşit alışveriş, yani finansman veya para piyasa­sına gelince, burada faiz oranın belirlenmesi ve düşüp yük­selmesinin nedenleriyle ilgili olarak ekonomistlerin iki görüşü vardır:

Bir grup bunun temelinin arz ve talep kanununa dayan­dığını belirtir. Para yatırmak isteyenlerin sayısı az ve borç verilecek para çok ise faiz oranı düşmeye başlar. Faiz oranı iyice düşünce birçok kimse bunu iyi bir fırsat bilerek yatı­rımlar yapmak üzere büyük miktarda para borç almaya çalı­şır. Daha sonra paraya olan talep artıp borç verilecek para­nın miktarı azalmaya başlayınca faiz oranı yükselir ve öyle bir noktaya gelir ki, borç alma isteği duruverir.

Düşünün, bunun anlamı nedir? Sermayeci, yatırımcı ile doğru ve makul bir biçimde ortaklık anlaşması yapmıyor ve elde edeceği kârında ortak olmuyor. Bunun yerine, bazı tahmin ve kıyaslar yapıyor ve yatırımcının işinde en az şu kadar kâr edeceğini hesaplıyor, onun için kendisine verdiği paradan şu kadar faiz alacağını belirliyor. Diğer tarafta yatı­rımcı aldığı borç veya krediden edeceği en yüksek kârı hesaplıyor ve borç verene en fazla şu kadar faiz verebilece­ğini tahmin ediyor. İkisi de spekülasyon yapıyor, yani tahmin ve kıyas yürütüyor. Sermayeci her zaman işin kârını abartılı bir biçimde hesaplar, yatırımcı ise kâr beklentisinin yanı sıra zararın kaygılarını da taşır. Bu nedenle ikisi arasında işbirliği­nin yerine garip bir çekişme ve gerginlik yaşanır. Tüccar veya yatırımcı, kâr umuduyla bir şey yapmak istediği zaman ser­mayeci sermayenin fiyatını yükseltmeye başlar, öyle ki, o fiyatla herhangi bir kârlı yatırım yapmak imkânsız hale gelir. Bu şekilde paranın yatırımda kullanılması durur ve ekonomik gelişme ve büyüme aksar. Meydana gelen ekonomik dur­gunluk ve depresyon (gerileme) tüm iş dünyasını ve ekono­mik faaliyetleri olumsuz yönde etkiler ve sermayeci kendisi­nin de felakete yaklaştığını görünce faiz oranını bir hayli dü­şürür ve öyle bir noktaya getirir ki, iş çevreleri, sanayiciler, tüccar ve bilumum yatırımcılar bu faiz oranıyla aldıkları kre­diyle kârlı yatırımlar yapma beklentisinin içine girerler. Sana­yiye ve ticarete para akmaya başlar ve piyasa canlanır. Açıkça görüleceği gibi, sermaye ile yatırım arasında makul şartlar üzerine bir ortaklık bir işbirliği kurulmuş olsaydı, dünya ekonomik düzeni daha düzgün ve dengeli bir biçimde işleyebilirdi. Ne var ki, yasaların sermayeciye faizle para kul­landırma izni vermesiyle sermaye ile yatırım arasındaki ilişki­lerde kara borsa, hırsızlık ve kumar anlayışı yer almıştır. Ve faiz oranının azalması veya çoğalması öylesine bir kumar oyununa çevrilmiştir ki, bunun yüzünden tüm dünyanın eko­nomik yaşamı daimi bir bunalıma dönüşmüştür.

Başka bir grup faiz oranının azalması veya çoğalmasıyla ilgili şu delili ortaya koymaya çalışır: Sermayeci parayı ken­disi için kullanılabilir halde tutmak istediği zaman faiz oranını yükseltir ve bu isteği azaldığı zaman, faiz oranı da düşüverir. Şimdi, sermayecinin kendine nakit para saklama nedenine gelince, bu grup bunun çeşitli nedenlerinin olduğunu ileri sürer. Sermayeci, parasının bir kısmını kendi kişisel veya ticari ihtiyaçları için biriktirmek ister, bir kısmını da beklen­medik bazı ihtiyaçları için saklar. Örneğin, kişisel bir işte olağanüstü bir harcama, yahut iyi bir faiz alma fırsatının bir­den bire doğması. Bu iki nedeninin dışında üçüncü ve daha önemli bir neden şudur: Sermayeci gelecekte fiyatların düş­mesi veya faiz oranının yükselmesi halinde yararlanabilmesi için kendisinde yeterli miktarda nakit para bulundurması. Şimdi sorun şu: Sermayecinin bu nedenlerle parayı kendisi için kullanılabilir durumda tutma isteği zaman zaman azalı­yor ve çoğalıyor mu ki, etkisi faiz oranının düşüş ve yükselişi biçiminde görülüyor? Buna cevap olarak diyorlar ki, evet, çeşitli kişisel, toplumsal, siyasi ve ekonomik nedenlerle bu istek bazen artıyor, dolayısıyla, sermayeci faiz oranını da artı­rıyor ve yatırımlara paranın akışı azalıyor; bazen de isteği azalıyor, dolayısıyla, faiz oranını düşürüyor ve bu düşüş ne­deniyle insanlar sanayide ve ticarette daha çok yatırımlar yapmak üzere daha çok para borç alıyor.

Bu güzel gerekçenin arkasına nelerin gizli olduğuna bir bakınız. Kişisel, ailevi veya özel ticaret ve yatırım ihtiyaçlarına gelince, sermayecinin bunlara dayanarak olağan veya ola­ğan dışı durumlarda parayı kullanabilir halde tutma isteği, sermayesi veya mal varlığının ancak %5’ni etkileyebilir. Bu nedenle, daha önceki iki nedene fazla önem vermek doğru değildir. Bir sermayecinin kendi sermayesinin %95’ni bazen elinde tutması ve bazen kredi piyasasına sürmesi üçüncü nedene dayanıyor. Bunu inceleyecek olursanız şu gerçeğe ulaşırsınız ki, sermayeci aşırı bencil bir tavır ve davranışla dünyada olup bitenleri ve bizzat kendi ülkesi ve milletine ilişkin gelişmeleri izlemektedir. Bu durumlarda bazı özel du­rumların ortaya çıkmasını beklemekte ve onlara göre, top­lumun sıkıntı, zorluk, çalkantı ve huzursuzluklarından yarar­lanabileceği ve bu sıkıntıları daha da artırarak kendi refah ve mutluluğunu elde edebileceği silahın her zaman kendisinde olmasını dilemektedir. Bu nedenle, üçkâğıtçılık yapmakta ve sermayesini elinde tutmaktadır. Sonra faiz oranını artırarak ticarete ve sanayiye sermayenin akışını aniden durdurmakta ve böylece toplumun üzerine ekonomik gerileme veya dep­resyon dediğimiz büyük belanın çökmesinin kapılarını aç­maktadır. Sonra, yeterince haram yediğini görünce ve bun­dan sonra fazla kâr imkanı kalmadığını hatta, zarar sınırlarına geldiğini anlayınca, “sermayeyi kendisi için kullanabilir isteği” onun pis nefesinde azalmakta ve o daha düşük faiz oranı aldatmacasıyla yatırımcılara şöyle seslenmektedir: “Gelin, gelin beyler! Bende sizin kullanabileceğiniz büyük paralar vardır.”

Faiz oranıyla ilgili olarak çağımız ekonomistleri sadece bu iki gerekçeyi gösterir ve bunlar kendi başına doğrudur. Ancak soru şu: Bunlardan, hangisi olursa olsun, “doğal” ve “tutarlı” bir faiz oranı nasıl tespit edilir? Ya biz akıl, mantık, tutarlılık ve doğanın kavramlarını değiştirmeliyiz, ya da, faiz ne kadar tutarsız ve haksız bir şey ise, oranının da o kadar tutarsız ve haksız nedenlerle belirlenip azalıp çoğalmakta olduğunu doğru olarak kabul etmeliyiz.

Faiz’in Ekonomik Yararı ve İhtiyacı

Bundan sonra faizin savunucuları faizin ekonomik bir ih­tiyaç olduğuna ve bazı yararların bunun yokluğunda olmaya­cağına ilişkin tartışmaya başlar. Bu görüşlerinin lehine ileri sürdükleri delilleri özetle şunlardır:

İnsan ekonomisinin tüm işleri sermayenin toplanmasına dayanır ve sermayenin toplanması ve birikmesi, insanların kendi ihtiyaç ve isteklerine gem vurmaları, kendi gelirlerinin tümünü kendi şahısları ve ihtiyaçları için harcamaları ve ge­lirlerin bir bölümünü biriktirmelerinin dışında mümkün de­ğildir. Sermaye biriktirmenin tek yolu budur. Ancak eğer bir kişi kendi kendini kontrol etmesi ve bazı fedakarlıklarda bu­lunmasının karşılığını alamazsa, kendi ihtiyaçlarına niye gem vursun ve niye tasarruf yapsın? İnsanları para biriktirmeye sevk eden ödül veya karşılık faiz değil midir? Siz eğer bunu haram kılıp yasaklarsanız, sermaye sağlamanın asıl kaynağı olan ihtiyaç fazlası geliri saklama ve biriktirme eylemi orta­dan tamamen kalkacaktır.

Ekonomik faaliyetlere sermayenin akışını kolaylaştırma­nın en kolay yolu insanların kendi biriktirmiş oldukları mal ve mülklerini faizle çalıştırma kapısını açmaktır. Böylece, faiz hırsı kendilerini tasarrufa sevk edecek ve yine faiz hırsı, birik­tirmiş oldukları para ve malı bir tarafa koymaları yerine yatı­rımcılara vermeye ve karşılığında belli bir oranda faiz almaya sevk eder. Bu kapıyı kapatmanın anlamı yalnız para biriktir­menin önemli bir etkenini ortadan kaldırmak değil, aynı za­manda, az çok birikmiş olan sermayenin bile yatırım ama­cıyla elde edilmesini engellemektir.

Faiz sadece biriktirmez veya yatırımlara sevk etmez, aynı zamanda bunun yararsız kullanımını da önler. Ve faiz oranı en iyi şekilde, sermayenin eldeki bazı projelerden en kârlıla­rına gitmesini de kendi kendine mümkün kılar. Faizin dı­şında hiçbir şey değişik pratik öneri ve projeler arasında kâr­lıyı kârsız ve fazla kârlıyı az kârlıdan ayıracak ve sermayenin daima verimli yöne çevrilmesini sağlayacak nitelikte değildir. Siz faizi kaldırırsanız bin kere insanlar sermayeyi sorumsuzca kullanacaklardır ve ayrıca, kâr veya zararı gözetmeksizin olur olmaz işlere yatırmaya başlayacaklardır.

Borç insan yaşamının vazgeçilmez ihtiyaçlarından biridir. Kişiler özel işlerinde buna ihtiyaç duyarlar. İşadamları bunun ihtiyacını sık sık duyarlar ve hükümet işleri de bu olmadan yürüyemez. Bu kadar çok ve geniş çapta borç veya kredinin sağlanması sırf hayırseverlikle ve sadaka gibi şeylerle nasıl mümkün olabilir? Eğer sen sermaye sahiplerine faiz gibi ballı börek vermezsen ve ana paralarıyla faizlerini de alacaklarına dair güvence sağlamazsan, onların borç vermeleri imkansız­dır ve borç alınması durursa, tüm ekonomik yaşamın felç olma olasılığı ihtimali vardır. Fakir bir insan ihtiyacı olduğu zaman bir tefeciden borç alabilmektedir. Faiz gibi cazip ve teşvik edici bir şey olmazsa o fakirin ölüsü kefensiz kalır ve kimse onu yardım elini uzatmaz. Bir işadamı ve tüccar, darda olduğu zaman hemen faizli para buluveriyor ve işleri yürümeye devam ediyor. Bu faiz işi olmazsa belki de birkaç kez iflas eder. Aynı durum hükümetler içinde söz konusudur. İhtiyaçları faizli kredilerle karşılanıyor. Yoksa, her Allah’ın günü kendilerine trilyonlarca lira sadaka veren hayırsever ne­rede bulunabilir?

 

Faiz Gerçekten Gerekli ve Yararlı Mıdır?

Şimdi gelin, biz bu sözde “gerek” ve “yarar”ları birer bi­rer ele alıp bunların gerçekten birer gerek ve yarar mı, yoksa sadece şeytani bir vesvesen mi olduğuna bir bakalım.

İlk yanlışlık, ekonomik yaşam için bireylerin para birik­tirmeleri ve tasarrufta bulunmalarının gerekli ve yararlı bir hareket olarak kabul edilmesidir. Oysa, durum tamamen farklıdır. Aslında, tüm ekonomik kalkınma ve refah hızlı tü­ketime bağlıdır yani bir toplum kendi yaşamı için gerekli olan ne kadar mal üretiyorsa onlar hızla satılmalıdır ki, üretim-tüketim çarkı dengeli hızlı bir şekilde dönebilsin. Bu da, in­sanların ekonomik faaliyet ve çabaları sırasında ellerine ge­çen mal ve serveti harcamalarıyla mümkündür. Bu insanlar aynı zamanda cömert ve elleri açık kimseler olmalıdır ki, daha fazla gelir elde ettikleri zaman ihtiyaç duyduklarında toplumun nispeten daha şanssız ve muhtaç kimselerine, onların da kendi yaşamları için gereken mal ve hizmetleri elde edebilmeleri için verebilsinler. Ne var ki, siz insanlara bunun tam tersini öğretiyorsunuz ve diyorsunuz ki, kime ihtiyacından daha fazla servet ulaşmışsa, o (sizin kendi ken­dini kontrol, özveri ve zevklerden vazgeçme duygusu dediği­niz) cimrilikle kendisinin gayet doğal ve uygun olan ihtiyaçla­rının önemli bir bölümünü karşılamaktan vazgeçsin ve bu şekilde, herkes daha çok servet toplamaya çalışsın. Size göre, bunun yararı sermayenin toplanıp sanayi ve ticaretin gelişmesine yaramasıdır. Ama aslında bunun zararı şudur: Şu anda halen piyasada bulunan malın büyük bir bölümü böylece kalacaktır. Zira zaten alım güçleri az olan kimseler, güçleri olmadığı için pek çok mal satın alamamıştır ve kim ihtiyaçlarına göre alabiliyorduysa da, güçleri yetmelerine rağmen malın büyük bir bölümünü alamamıştır ve kimde ihtiyaçlarından çok alım gücü vardı ise, onlar da bunu baş­kalarına nakletmek yerine onlardan saklamayı uygun gör­müştür. Şimdi eğer her ekonomik dönemeçte ve faaliyette ihtiyaçları kadar veya ihtiyaçlarından fazla alım gücüne sahip kimseler güçlerinin önemli bir bölümünü ne kendileri mal veya ürün satın almak için kullanmak, ne de bunu alım gücü az olanlara aktarmak yerine aksine frenlemeye ve ellerinde toplamaya devam ederse, toplumun ekonomik ürünlerinin önemli bir bölümünün satışı durur. Mal ve ürünün tüketimi azalınca da istihdamda azalma olur. İstihdamdaki azalma, gelirin düşmesine yol açar. Ve gelirlerin azalmasıyla ticari malların tüketiminde de düşüş olur. Böylece, birkaç ferdin para biriktirme hevesi, birçok kimsenin dara ve zora düşme­sine yol açar ve nihayet, bu durum, o para biriktirenler için de bir afet ve bela haline gelir. Zira, servetlerini satın alma veya tüketim için kullanmak yerine daha çok servet elde etmek amacıyla daha çok üretime harcamaya çalışanlar, bu şekilde ürettikleri dünya kadar malı nasıl satacak ve nasıl tüketeceklerdir?

Bu gerçek gözden geçirilirse anlaşılacaktır ki, asıl eko­nomik ihtiyaç, insanları kendi gelirlerini harcamak yerine ellerinde tutmalarına ve toplamalarına sevk eden neden ve etkenleri ortadan kaldırmaktır. Tüm toplumun ekonomik refahı, şunu gerektirmektedir: Bir yandan, toplumsal olarak öyle tedbirler alınmalı ki, bunlar yüzünden herkes kendi kötü zamanında mali yardım alabilsin; böylece insanların kendi gelirlerini ellerinde saklamalarına gerek kalmayacaktır. Diğer yandan toplanan biriktirilen servetten zekât alınmalı ki, in­sanlarda servet toplama hevesi azalsın ve buna rağmen bir yerlerde servet toplanmışsa, servetin dolaşımından daha az pay almış olanlara bunun bir bölümü zekat aracılığıyla ak­maya devam etsin. Ancak ne tuhaftır ki, siz bunun aksine insanları faizle kandırarak içlerinde olan cimrilik hislerini artı­rıyorsunuz ve cimri olmayanlara harcamak yerine daha çok mal ve servet toplama hırsı aşılıyorsunuz.

Ayrıca, bu yanlış yöntemle toplumsal çıkara karşı biriken sermayeyi servet artırma işlerine çekip yatırmak istediğiniz zaman da yine faiz yolunu seçiyorsunuz. Bu toplumsal çıkara yaptığınız ikinci zulümdür. Eğer biriktirilen bu servet, elde edilecek kâr kadar pay verilmesi şartıyla bir işe yatırılsaydı, hiçbir sakıncası veya zararı olmazdı. Ne var ki, siz bunu fi­nans piyasasına işte kâr olsun yahut kâr az olsun veya çok olsun, sermayecinin şu kadar gelir payı alması gerekir diye getiriyorsunuz. Siz bu şekilde toplumsal ekonomiye çifte zarar vermişsinizdir. Yani, birinci zarar parayı harcamamak ve elde tutmakla. İkinci zarar da elde tutulan paranın eko­nomiye dönmesi halinde ortaklık ilkesine dayalı olarak işe yatmamasıyla, aksine, bir borç olarak tüm toplumun sanayi ve ticaretine yüklenmesi ve kanunlarınızın bunun üzerine mutlaka kâr edileceğine ilişkin güvence vermesiyle. Şimdi sizin bu yanlış düzeniniz yüzünden şöyle bir durum ortaya çıkmıştır: Toplumun bir çok bireyi, sahip oldukları alım güç­lerini toplu üretimi satın almak yerine ellerinde tutup faizli bir kredi şeklinde toplumun başına bela etmeye devam etmek­tedir ve toplum her an artmakta olan bu borç ve faizi nasıl ödeyeceği gibi karmaşık bir sorunla karşı karşıya bulun­maktadır. Çünkü, bu sermaye ile üretilen malın piyasada tüketilmesi her geçen gün zorlaşmaktadır. Milyonlarca, on milyonlarca insan sırf alım güçleri olmadığı için bu malları alamamaktadır ve binlerce kişi ise, kendi alım gücünü daha çok faiz getirici krediye çevirmek amacıyla kullanmadığı veya kullanmakta tereddüt ettiği için böyle yapmaktadır. Siz faizin marifetlerini ve nimetlerini sayarken diyorsunuz ki, bunun baskısıyla yatırımcı veya işadamı kendi sermayesini fuzulî şeylere harcamaktan kaçınır ve mümkün olduğu kadar kâr getiren işlere yatırır. Siz faizin yararlarını sayarken diyorsunuz ki, faiz oranları sessizce iş ve ticaretin yönlendirilmesine yar­dımcı olur. Ayrıca, size göre, bundan dolayıdır ki, sermaye kendi akışı için en kârlı olan iş, ticaret ve yatırım yolunu se­çer. Ancak bir an için bu lâf ebeliğinizi bir yana bırakıp ger­çeğe bakacak olursanız şöyle bir durumla karşı karşıya kalır­sınız: İşin aslı şu ki, faiz her şeyden önce “fayda”, “yarar” ve “çıkar”ın bütün anlam ve kavramlarını altüst etmiştir; bunlar artık tek bir anlamda kullanılmaktadır: “mali yarar” ve “maddi çıkar”. Yani bu şekilde sermaye bir bütünlük elde etmiştir; eskiden bu nesne malî ve maddî yararın dışındaki tüm yararlara yönelebiliyordu, şimdi ise sadece mali kâr getireceği kesin olan yollara yönelebilir. Bunun, özel oranıyla yaptığı ikinci hizmet olarak öne sürülen, sermayenin iyi kul­lanımı ölçüsü toplumun değil, sadece sermayecinin yararı ve kârıdır. Faiz oranı sermayenin ancak, diyelim ki, sermayeciye yılda %6 veya daha fazla kâr getiren işte kullanılmasını belir­ler. Bunun altında kâr getiren herhangi bir iş için para har­camak abestir. Şimdi diyelim ki, sermayeciye bir proje getiri­liyor, buna göre rahat ve ferah konutlar az maliyetle yapılıp az gelirli kimselere kiraya verilecektir. Bunun yanında başka bir proje vardır ki, buna göre görkemli bir sinema inşa edile­cektir. İlk proje %6’dan daha az kâr vaad etmektedir, ikincisi ise daha fazla. Şimdi şartlar başka olsaydı, sermaye “aptal­lıkla” ilk projeye akacaktı, yahut ikisi arasında kalıp orta yol bulmaya çalışacaktı. Ne var ki, faiz oranın kerametiyle ser­maye hiç beklemeden ikinci yola girer ve birinci projeyi çöpe atar ve ona bir daha bakmaz. Üstelik, faiz oranının bir başka marifeti de vardır. Bu bir insanı hangi ahlâksız yollara başvu­rursa vursun kendi kârını, elinden geldiği kadar sermayecinin çizdiği çizginin üstüne çıkarmaya çalışmaya mecbur eder. Örneğin, eğer bir kişi bir film şirketi kurmuş ve buna yatırılan sermayenin karı %6 ise, o mutlaka öyle yollara başvurmalıdır ki, geliri bu oranın çok üstünde olmalıdır. Eğer ahlâk açısın­dan temiz bilgi ve teknik açısından düzeyli ve yararlı filmler yapmak suretiyle böyle bir kâr elde edemiyorsa, o açık saçık, çıplak, erotik ve pornografik filmler yapmaya mecbur ola­caktır ve bunun için öyle reklam, ilân ve afişler hazırlatacaktır ki, onlar müstehcen olsun, insanların şehevi duygularını kamçılasın ve kitleler halinde o filmleri seyretmeye gelsin.

İşte size göre faizin sağladığı ve başka herhangi bir yol­dan edinmesi mümkün olmayan yararların gerçekleri bun­lardır. Şimdi de, size göre başka herhangi bir yolla karşıla­namayan faizin ihtiyaçlarını da ele alalım. Şüphesiz borç insan yaşamının ihtiyaçlarından biridir. Borç ve krediler bir insanın bireysel ihtiyaçların da kullanılır, sanayide, ticarette ve tarım gibi alanlarda buna her zaman ihtiyaç duyulur. Ve başta hükümet olmak üzere tüm kamu kuruluşları da buna muhtaçtır. Ancak faiz olmaksızın borç veya kredinin alınma­sının imkansız olduğunu söylemek yanlıştır. Aslında, birey­lerden topluma kadar kimsenin bir tek lira kredi almamala­rını imkansız hale getiren durum, sizin faize yasal bir nitelik ve konum vermenizden dolayı doğmuştur. Bunu haram kılın ve İslâm’ın, öngördüğü ekonomi ile ahlâk düzenini de be­nimseyin, o zaman göreceksiniz ki, borç ve kredi gerek kişi­sel ihtiyaçlar gerekse ticari ihtiyaçlar için faizsiz borç almak kolaylaşacaktır, hatta, hibe bile almaya başlarsınız. İslâm bunun pratik örneğini vermiştir Müslüman toplum yüzyıllar boyunca kendi ekonomisini faizsiz olarak ve gayet mükem­mel bir biçimde yürütmüştür. Sizin bu uğursuz faizcilik dö­neminden önce hiçbir zaman Müslüman toplumda, varisleri­nin herhangi bir yerden faizsiz borç alamadığı fakir bir Müs­lüman’ın cenazesi kefensiz kalmamış, iş gerekleri yüzünden “karz-ı hasen” (faizsiz borç) elde edilemediği için Müslü­manların sanayisi, ticareti ve tarımı iflas etmemiştir. Yahut da, vatandaşların kendi hükümetine faizsiz para vermediği için İslâm devletleri genel refah ve cihad gibi işler için kaynak bulma aczine düşmemiştir. O nedenle, sizin karz-ı hasen veya faizsiz borcun geçersiz ve borç ile kredinin ancak faiz üzerinde bina edilmesinin mümkün olduğuna ilişkin görüşü­nüz herhangi bir mantıklı reddiyeye muhtaç değildir. Çünkü biz yüzyılların deneyimleriyle bunun yanlış olduğunu ispatla­mış durumdayız.

Bugün, çağımızın ekonomik ihtiyaçları için faizsiz kredi­nin fiilen nasıl mümkün olduğuna ilişkin tartışmaya gelince, bu şu an tartıştığımız bölümün dışında bir konudur. Biz bunu daha sonraki bir bölümde ele alacağız.

2-  ONAYLI YÖNÜ

Geçen bölümde yaptığımız bahis sadece faizin makul (tutarlı) bir şey olmadığı ve ne adalet ne de ekonominin bir gereği olmadığı ve herhangi bir yararlı yönü olmadığını is­patlamıştır. Ancak faizin haram kılınması sadece bu olumsuz faktörlere dayanmamaktadır. Aksine, bunun asıl nedeni ta­mamen zararlı olması ve bir çok yönden çok zararlı bir şey olmasıdır.

Biz bu bölümde bu zararlardan birer birer söz edeceğiz ki, makul bir kişi bu pis şeyin haram ve yasak olduğundan zerre kadar şüphe etmesin.

Faizin Ahlâki ve Manevi Zararları

Şimdi konuya ilk önce ahlâk ve maneviyat açısından ba­kınız. Zirâ, ahlâk ve maneviyat zaten insanlığın özüdür. Ve eğer bir şey bu öze zarar veriyorsa, başka açılardan ne kadar yararı olursa olsun, elbette ki terk edilmelidir. Şimdi eğer siz faizi psikolojik olarak incelerseniz, göreceksiniz ki, para top­lama isteğinden başlayarak faizli işlerin her aşamasına kadar bütün zihinsel faaliyet bencillik, cimrilik, dar kalıplılık ve pa­raya tapma gibi özelliklerin etkisi altında kalır ve insan bu işte ilerledikçe, bu özellikler onun kişiliği ve karakterine sinmiş olur. Bunun aksine, zekât ve sadakalarla ilgili ilk niyetten başlayarak fiilen ortaya çıkıncaya kadar tüm zihinsel faaliyet cömertlik, fedâkarlık, yardımlaşma, geniş kalplilik, âlicenap­lık ve hayırseverlik gibi meziyetlerin etkisi altında kalır ve bu şekilde devamlı hareket edildikçe aynı özellikler insanın ka­rakterine sirayet eder, gelişir ve dal budak salar. Şimdi dün­yada, herhangi bir insan var mıdır ki, yüreği ilk ahlâki özel­liklerin en kötü huylar ve alışkanlıklar ve ikincisinin de en iyi özelliklerin olduğuna tanıklık etsin.

Toplumsal Zararları

Şimdi faizin zararlarını uygarlık ve toplumsal açıdan ele alınız. Azıcık bir düşünce ile herkes bunu kolayca anlayabilir ki, eğer bir toplumda bireyler birbirlerine karşı bencillikle hareket eder, kimse kendi kişisel çıkarı ve yararı dışında hiç­bir şey yapmaz, birinin ihtiyacı diğerinin çıkar elde etme fır­satı ve varlıklı sınıfların çıkarı, yoksul sınıfların çıkarlarının tam tersi haline gelirse, o toplum hiçbir zaman dengeli ve istikrarlı olamaz. Bunun parçaları her zaman dağılmaya eği­limli olur. Ve başka nedenler de bu duruma yardımcı olursa, böyle bir toplumun elemanlarının birbiriyle çatışması da zor olmaz. Bunun aksine bir toplumda ilişkiler yardımlaşmaya dayanır, bireyleri birbirine cömertçe davranır, bir kişinin ihti­yacı olduğu zaman başkaları onun yardımına koşar ve zen­ginler, fakirlere sempati, sevgi, ilgi ve hayırseverlilikle mua­mele ederse, böyle bir toplumda elbette ki, sevgi iyi niyet, dayanışma ve yardımlaşma gelişecektir. Böyle bir toplumun bireyleri ve parçaları birbirine sımsıkı bağlı olacaktır. Arala­rında anlaşmazlık ve çatışma söz konusu olmayacaktır. Bu toplumun toplumdaki iş birliği, yardımlaşma ve hayırseverlik nedeniyle gelişmesi ve büyümesi, diğerinden çok daha hızlı olacaktır.

Bu durum uluslararası ilişkiler içinde geçerlidir. Bir millet başka bir millete karşı sempati ve cömertlikle davranır ve sıkıntıda olduğu sırada yardım elini uzatırsa, o milletin ona sevgi, teşekkür, şükran ve samimiyetle karşılık vermemesi mümkün değildir. Bunun aksine eğer aynı millet, komşusu olan millete bencillik ve dar kalıplılıkla muamele eder ve sı­kıntılarından yararlanmaya çalışırsa, belki de para ve pul olarak kâr edebilir, ancak komşusunun kalbinde fırsatçı ve çıkarcı bir millete karşı herhangi bir samimiyet, sevgi ve ha­yırseverlik kalmayacaktır. Çok olmadı, daha geçen Dünya Savaşında İngiltere, Amerika ile “Bretton Wood Anlaşması” olarak bilinen çok büyük bir borç anlaşması imzaladı. Bu anlaşma uyarınca İngiltere istiyor ki, savaşta müttefiki olan müreffeh dostu kendisine faizsiz kredi versin. Ne var ki, Ame­rika faizlerden vazgeçmek istemiyordu; İngiltere’de mecbur kaldığı için faiz ödemeye razı oldu. Bu durum zamanın İn­giltere’nin önde İngiliz gelen düşünürleri, yazarları ve gazete­cilerinin kalemlerinden çıkan yazılarda açıkça görülmektedir. İngiltere tarafından bu anlaşmanın yapılmasında önemli bir rol oynayan tanınmış ekonomist müteveffa Lort Keynes, görevini tamamladıktan sonra yurda dönmüş ve İngiliz lortlar kamarasında yaptığı konuşmada şu ifadeyi kullanmıştı: “Amerikanın bize faizsiz kredi açmaya razı olmamasından duyduğum üzüntüyü ben ömrümce unutmayacağım.” Churchil gibi Amerika hayranı bir politikacı bile bundan ya­kınmadan kalamadı: “Bize yapılan bu adi muamelenin çok tehlikeli sonuçlar doğuracağını sanıyorum. Gerçek şu ki, bu aramızdaki ilişkileri çok olumsuz biçimde etkileyecek­tir.” Zamanın maliye bakanı Dr. Dalton parlamentoya bu anlaşmayı taslağına onay için sunarken şöyle dedi: “Savaş­tan omuzlarımızda böylesine ağır bir yükle çıkarken şunu düşünmeden edemiyorum ki, ortak hedeflerimiz için çekti­ğimiz zorluklar ve sıkıntıların karşılığı çok garip bir şekilde bize verilmiştir. Bu tuhaf ödül konusunda sanırım, gelece­ğin tarihçileri daha sağlıklı bir yorum yapabileceklerdir. Biz faizsiz borç alacağımızı düşünmüştük, ama bize bunun pratik bir politika olmadığı söylendi.”

Bu her zaman ve her durumda meydana gelebilecek fai­zin doğal etkisi ve zorunlu psikolojik tepkisidir; böyle bir mu­ameleye ister bir millet başkasına ister bir kişi başkasına yapsın. İngiltere halkı bireysel işlerde faizin kötü bir şey oldu­ğunu ne geçmişte kabul etmeye razıydı, ne de şimdi razıdır­lar. Siz bir İngiliz ile faizsiz işlemlerle ilgili konuşun, o hemen diyecektir ki, “Efendim, bu pratik bir yöntem değildir.” Ne var ki milletçe ekonomik dar boğazdan geçerken en büyük müttefikleri böyle bir “pratik yöntem”e başvurunca her İngiliz çığlık çığlığa faizin yürekleri parçalayan ve ilişkileri bozan bir şey olduğunu ilân etti.

 Ekonomik Zararlar

Şimdi bunun ekonomik yönüne bir bakınız. Faiz, şu veya bu şekilde borç alışverişinin yapıldığı ekonomik yaşamın işleriyle ilgilidir. Borç bir kaç çeşit olabilir:

Bir çeşit borç vardır ki, muhtaç kimseler kendi kişisel ih­tiyaçları için alırlar.

Başka türlü borçlar vardır ki, tüccar, esnaf, sanayici, ya­tırımcı, işadamı ve toprak ağaları kendi kâr getiren işleri için kullanırlar.

 Üçüncü tür borçlar vardır ki, hükümetler kendi halkları için alırlar. Bunların da çeşitli türleri vardır: Bunların bazısı kâr güdülmeyen amaçlar için kullanılır: Örneğin, savaş kre­dileri. Bazıları ise kârlı amaçlar için olur: Örneğin, kanal ve tren ile termal enerji projelerinin sürdürülmesi için.

Dördüncü çeşit krediler, hükümetlerin kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla başka ülkelerden aldığı kredilerdir. Bu krediler piyasada rayiç faiz oranlarına göre alınır.

 Şimdi biz bütün bu borç veya kredileri tek tek ele alıp bunlardan faiz alınmasının zararlarını inceleyeceğiz.

İhtiyaç Sahiplerinin Borçları

Dünyada en çok faiz yiyiciliği halk dilinde tefecilik olarak bilinen alış verişlerde olur. Bu belâ sadece Hint yarımada­sıyla sınırlı değildir; buna her ülkede rastlamak mümkündür ve evrensel bir âfettir. Bunun nedeni, dünyanın hiçbir yerinde yoksul ve orta sınıf insanların kendi acil ihtiyaçlarını karşıla­mak için kolayca borç alacak ve faizsiz değilse de, en az ti­cari faiz oranıyla borç almalarını mümkün kılacak hiçbir dü­zenleme veya olanak yoktur. Hükümet bunu kendi görevleri­nin dışında sayar. Toplum bu ihtiyaçların farkında değildir. Bankalar ise ancak milyonlarca ve milyarlarca liralık kâr ede­bilecek işlere el atar. Ayrıca, dar gelirli bir kimsenin herhangi bir acil ihtiyacı için bankaya gidip kredi alması da mümkün değildir. Bu nedenlerle işçi, çiftçi, küçük esnaf, dar gelirli memur ve sıradan yoksul insanlar her ülkede darda oldukları zaman, zaten varoşlarda ve yoksul mahallelerde leş kargaları gibi dolaşmakta olan tefecilerden borç almaya mecbur olurlar. Oysa, bu işte o kadar yüksek faiz alınıyor ki, eğer bir kişi bir kez bile faizli iş ağına düşerse, bundan bir daha çıkamaz. Öyle ki, dedenin aldığı borçlar torunlara kadar ge­çer ve ana paranın bir kaç katı faiz ödenmesine rağmen asıl borç aynı şekilde insanın omzunda kalmaya devam eder. Ayrıca, çoğu kez öyle bir durumla karşılaşılıyor ki, hayret edersiniz. Örneğin, borçlu borcu altında ezilir ve hiçbir iş yapamaz hale gelmişken, tefeci ondan alacağı faizi ekleye­rek, kendi borcunu ve faizini geri almak amacıyla ona daha büyük bir borcu, daha yüksek faizle verir ve o zavallı adam eskiden daha borçlu hale gelir. İngiltere’de bu pis işin en düşük faizi % 48’dir, kanunen tahsil edilir. Ancak bu işin orada aslında yılda % 250 ile 400 arasındaki bir oranla yürü­düğü unutulmamalıdır. Hatta, bazı durumlarda bu işin yılda %1.300 gibi dehşet verici bir oranla yapıldığına ilişkin ör­nekler vardır. ABD’nde tefeciler için yasal faiz oranı yılda 100 ile 260’dır, ancak genelde oran yıllık % 480’e kadar ulaş­maktadır. Bizzat memleketimizde bir fakire % 48 yıllık faizle borç veren bir tefeci çok iyi kalpli sayılır. Yoksa, genel oran yıllık % 75’tir ve sık sık 150’ye varmaktadır, hatta, bazı du­rumlarda 300’e ve 350’ye varmaktadır.

Bu öylesine büyük bir beladır ki, her ülkenin yoksul ve orta sınıfının büyük bir çoğunluğu buna yakalanmıştır. Bu nedenle, dar gelirli işçi ve memurlarının gelirlerinin önemli bir bölümü tefeciye gider. Gece gündüz yorulup dinlenme­den çalışıp elde ettikleri azıcık ücret ve maaşlarından faiz vermelerinden sonra iki öğün yemek yemeleri için bile para ödeyemez hale gelirler. Bu, onları sadece suça sevk etmek, ahlâklarını bozmak, hayat seviyelerini düşürmek ve evlatları­nın eğitim ve öğrenim düzeyini düşürmekle kalmaz, onların kafalarını daima meşgul ettiği için, onları stresli hale getirir ve çalışma yeteneklerini azaltır ve emeklerinin meyvesinin başkaları tarafından yendiğini görünce çalışma şevkini de kaybederler, işleriyle gittikçe daha az ilgilenirler. Onun için, faizci işlerin bu bölümü sadece bir haksızlık ve zulüm değil­dir, aynı zamanda ulusal ekonomiye de büyük zarar veren bir şeydir. Şimdi bu haksızlığa bakınız ki, bir milletin asıl üretken elemanları ve emekleriyle ulusal servete servet katan ve ulu­sun refahına katkıda bulunan kimselerin üzerine aynı ulus sülükler salmıştır ve bu sülükler, onların kanlarını içe içe zayıf düşürmektedir. Siz hesaplar yaparsınız, sıtmadan şu kadar yüz bin saatlik iş kaybı olur ve bunda ülkenin üretimi şu ka­dar düşer diye. Bu yüzden sivri sineklere saldırır ve onları yok etmeğe çalışırsınız. Ne var ki, sizin faizci tefecilerinizin yüz binlerce çalışanınızı ne kadar strese soktuklarını, ne kadar bıktırdıklarını, ne kadar umutlarını kırdıklarını çalışma zevkle­rini ve şevklerini azalttıklarını ve bunun ne kadar iş kaybına ve mali zarara yol açtığını görmüyorsunuz. Yaptığınız ters işlemde cabası. Siz tefecileri yok edeceğinize borçlularını yakalarsınız ve o tefecilerin bile emmedikleri kanlarını sizin mahkemeleriniz emerek tefecilere teslim eder.

Bunun ikinci ekonomik zararı şudur: Bu şekilde, faizci tefeci yoksul sınıfın geriye kalan alım gücünü bile kapıverir. Yüz binlerce insanın işsizliği ve milyonlarca insanın yetersiz geliri zaten ticaret ve sanayinin gelişmesini engelliyordu. Sanki bu yetmiyormuş gibi, şimdi de siz gelirleri iyi olanlara, kazandıklarını harcamayıp biriktirme yolunu göstermişsiniz. Bundan gerek ticaret gerekse sanayi darbe yedi. Şimdi de milyonlarca insan maaş ve ücretler şeklinde kazandıkları az çok alım gücünü kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kullanamıyor; aksine önemli bir bölümünü tefeci gasp ediyor ve bu parayı eşya, mal veya hizmet alımı için harcamayıp, topluma daha çok faizli borç yüklemek amacıyla kullanıyor. Biraz hesap ediniz. Diyelim ki, dünyada elli milyon insan tefecilerin pençesinde bulunuyor ve ortalama ayda 10 dolar faiz ödüyor. Bu demektir ki, her ay 500 milyon dolarlık ürün satılamıyor ve böylesine büyük bir meblağ, ekonomik üre­time dönmek yerine daha çok faizli kredilerin yaratılmasında her ay kullanılıyor.[3]

İş Kredileri

Şimdi gelin, ticaret, sanayi ve diğer işler için alınan borç veya kredilere uygulanan faizi haklı göstermeye çalışmanın ekonomik zararlarına bir göz atalım. Sanayi, ticaret, tarım ve diğer ekonomik alanların iyiliği, bu işlerin yürütülmesinde yer alan tüm insanların çıkar, amaç ve ilgilerinin kendi işlerinin gelişmesine bağlı olmasında yatar. Bunun zararı, herkesin zararı olmalı ki, herkes bunu önlemeye çalışmalı. Bunun yararı, herkesin yararı olmalı ki, artırılması için herkes canla başla çalışsın. Böylece, ekonomik çıkarın gereği, işe beyinsel yahut bedensel eleman olarak değil, sadece sermaye sağla­yan bir taraf olarak katılanların katılımının da aynı şekilde olmasıyla ki, işin iyi veya kötü gitmesiyle yakından ilgili olup bunu geliştirmeye ve zarardan kurtarmaya mümkün olduğu kadar çalışsınlar. Ne var ki, yasanın faizi serbest bırakmasıyla sermaye sahiplerine kendi sermayelerini bir işe bir ortak veya hisse sahibi olarak yatırmak yerine ihtiyaç duyanlara borç ve kredi verip belli bir miktarda faiz alma yolu açılıverdi. Böy­lece, toplumun ekonomik faaliyetine öylesine doğal olmayan bir etken karıştı ki, sermayeci tüm üretim eleman ve etkenle­rinin tam aksine, bu faaliyetin iyiliği veya kötülüğü ile hiç ilgilenmez. Bu işlem zarara yol açıyorsa, herkes için bir teh­like vardır, ama sermayeci için kâr güvencesi vardır. Dolayı­sıyla herkes zararı durdurmaya veya önlemeye çalışırken sermayeci tam bir iflas bayrağı çekilinceye kadar hiçbir en­dişe duymayacaktır. Bir zarar halinde işi kurtarmaya koşma­yacaktır, aksine kendi malî çıkarını korumak amacıyla sağ­lamış olduğu krediyi geri almaya çalışacaktır. Aynı şekilde ekonomik üretim işleminin geliştirmesiyle de doğrudan doğ­ruya ilgilenmeyecektir. Çünkü, kârı nasıl olsa garanti altında­dır. Hal böyle iken, işin başarılı ve kârlı olması için enerjisini ve zamanını niçin harcasın? Kısaca, toplumun zararı ve kâ­rına tamamen ilgisiz olan bu garip ekonomik eleman yalnız kendi sermayesini “kira”ya vermeye ve kaygısızca kendi “kirası”nı almaya devam eder.

Bu yanlış yöntem, sermaye ve iş arasında dostluk, sem­pati ve işbirliği ilişkilerinin yerine çok kötü çıkarcı bağlar kurmuştur. Para toplama ve ekonomik üretim işlerine para yatırma durumunda olanlar ellerindeki sermaye ile ne ken­dileri herhangi bir iş yapabiliyor ne de yatırım yapanlarla ortak olabiliyor, aksine amaçları, paralarının belli bir kâr ga­rantisiyle borç olarak işe yatırılmış olmasını görmek ve belir­lenen kârın oranını da mümkün olduğu kadar yüksek tutmak oluyor. Bunun sayısız zararlarından bazısı şunlardır:

Sermayenin önemli bir bölümü ve çoğu zaman büyük bölümü sadece faiz oranının artması beklentisi nedeniyle boş olarak durur ve yararlı bir işe yatırılmaz; oysa, bunun için dünyada çeşitli kullanma yolları bulunur. Bir yandan işsizlerin ordusu iş aramaya çalışır ve bir yandan zarurî eşya ve mal­lara olan talep de artar. Ne var ki, bütün bunlara  rağmen ne kaynaklar kullanılır, ne insanlar iş bulur ve ne de piyasalarda gerçek talebe göre mallar tüketilir. Bunun tek nedeni, ser­mayecinin beklediği kârı elde edememesi ve dolayısıyla ge­reken işler için para yatırmamasıdır.

 Daha çok faiz alma hırsı öyle bir şeydir ki, sermaye sınıfı bundan dolayı işe paranın akışını, işin gerçek ihtiyaç ve tale­bine göre değil, kendi çıkarına göre durdurur veya başlatır. Bu zararı şöyle bir örnekle anlatabiliriz: Diyelim ki, bir kanal sahibi, suyu tarlalar ile bahçelerin ihtiyaç ve taleplerine göre vermez, aksine suyu açmak ve kapamak için şöyle bir yön­tem uygular: Suya pek gerek yokken, bolca suyu çok düşük fiyatla verir ve suya olan talep artar artmaz fiyatını da arttırır. Sonra, öyle bir noktaya gelinir ki, ondan su alıp tarlalara ve bahçelere vermek kârlı bir iş olmaktan tamamen çıkar.

Faiz ve faiz oranından dolayıdır ki, ticaret ve sanayi dü­zeni dengeli bir şekilde işlemek yerine öyle bir ticaret çarkı­nın içine girer ki, ekonomik durgunluk ve gerileme baş gös­terir. Biz bu hususu daha önce anlattığımız için burada ay­rıntılara girmiyoruz.

Yine bunun yüzünden sermaye piyasanın faiz oranına göre az kârlı olan fakat malî açıdan fazla faydalı olmayan, ancak genel kamu yararına olan işlere yönelmez. Tam ak­sine, sermaye gereksiz ama daha kârlı işlere akar ve o tarafta da ilgili kimseler, faiz oranını mümkün olduğu kadar yüksek tutmak ve kâr etmek için her türlü caiz ve caiz olmayan yol­lara baş vurmaya mecbur kalır. Biz bu zarardan da yukarıda söz ettiğimiz için onları burada tekrarlamaya gerek görmüyoruz.

Sermaye sahipleri sermaye vermek için uzun zaman bekler ve karşılarındakileri oyalar. Çünkü bir yandan kuma­rımsı işlere yatırmak amacıyla ellerinde yeterince para bu­lundurmak ister, diğer yandan da gelecekte faiz oranı yük­seldiğinde daha düşük faizle daha çok sermayeyi bağlama durumuna düşmemeye de azami gayret gösterirler. Bunun neticesinde, sanayi ve yatırımcılar da tüm işlerinde dar gö­rüşlük ve çekingenlikle hareket etmeye mecbur olur ve kalıcı bir iyilik için çalışmak yerine sadece işlerinin yürümesiyle yetinirler. Örneğin, çok kısa vadeli sermayeyi alıp kendi sa­nayilerini geliştirme ve modern makine ve cihazlar almak amacıyla büyük rakamlar harcamaktan kaçınırlar. Eski ma­kine ve tezgahlarını hababam zihniyetiyle çalıştırıp piyasaya kötü mallar sevk etmeye mecbur olurlar. Çünkü amaçları, aldıkları kredi ve faizini geri vermenin yanı sıra biraz da ken­dilerine kâr sağlamak olur. Böylece, bu kısa vadeli krediler nedeniyle piyasada mallara olan talebin azaldığını gören fabrikatör o malın üretimini azaltır ve kısa süre için bile üre­timini eski düzeyde tutmaya cesaret edemez, zira piyasada söz konusu malın fiyatının düşmesi sonucu iflasın eşiğine gelmekten korkar.

Ayrıca, büyük sanayi ve ticari projeler için verilen uzun vadeli kredilerden de alınan özel faiz miktarı da büyük zarar­lara yol açar. Bu tür borç veya krediler genellikle 10, 20 veya 30 yıl için alınır ve bütün bu süre için başta belli bir faiz oranı belirlenir. Bu faiz oranı belirlenirken gelecek 10, 20 veya 30 yılda fiyatların nasıl bir iniş-çıkış göstereceği veya kredi alan­ların kâr oranının az mı, çok mu veya hiç mi olmayacağına bakılmaz. Zaten taraflar gaipten haber almıyorlarsa, bakma­larına imkan da yoktur. Farz edelim ki, 1949’da bir kişi 20 yıl için % 7 faizle büyük bir kredi aldı ve bunu büyük bir işe ya­tırdı. Şimdi kendisi, 1969’a kadar her yıl düzenli olarak 1949’da varılan anlaşma uyarınca aldığı kredinin bir mikta­rını faiziyle beraber ödemeye mecburdur. Ancak bir de bakı­yorsunuz ki, 1955’e varıldığında malların fiyatı 1949’un yarı­sına inmiştir. Bu demektir ki, söz konusu kişi anlaşmanın yapıldığı zamana oranla mallarını iki kat satmadıkça kredile­rin taksidini ve faizlerini ödeyemez. Bunun doğal sonucu olarak böylesine ucuzluk döneminde onun gibi birçok borçlu ya iflas edecektir ya da iflastan kurtulmak için ekonomik düzeni bozacak bazı usulsüzlükler ve yasadışı hareketler ya­pacaktır. Bu konu enine boyuna incelendiğinde makul ve akıllı bir kimse şu gerçeği anlamaktan geri kalmayacaktır ki, değişik zamanlarda yükselen ve inen fiyatlar arasında serma­yecinin kârının istisnasız hep aynı kalması ne adalet ne de ekonominin kurallarına göre doğrudur ne de toplumun re­fahı için yararlıdır. Siz dünyada hiçbir yerde duydunuz mu ki, bir üretici zarurî eşyanın tedarikiyle ilgili bir ihaleyi alırken önümüzdeki 20 veya 30 yıla kadar o eşyayı alıcıya aynı fiyata vermeyi taahhüt etmektedir? Eğer bu uzun süreli bir an­laşma için mümkün değilse, sadece faizle kredi veren ser­mayeci niçin uzun yıllara yayılan bir süre için verdiği paranın peşin fiyatını, hem de çok yüksek bir oranda ve hiç değişmez bir biçimde tahsil eden tek işletmeci olsun?


Hükümetlerin İç Borçları

Şimdi geliniz, hükümetlerin aldığı iç borçlara bir göz atalım. Yani kendi ihtiyaç ve çıkarları için halktan aldıkları borçlara bir göz atalım. Bu borçların bir bölümü kâr güdül­meyen işler için alınır, diğerleri ise kâr getiren işlere yatırılır.

İlk tür borçlardan alınan faiz tıpkı ihtiyaç sahiplerinin al­dıkları borçtan alınan faiz gibidir. Hatta, ondan da beterdir. Şöyle ki, bir toplumun doğurduğu, yetiştirdiği, para kazana­cak hale getirdiği, tehlikelerden koruduğu, zarara uğrama­sına engel olduğu ve toplumun sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik düzeninin sağladığı hizmetlerle kendi mesleğini rahatça icra etme ve işini huzur içinde yürütme imkanı ver­diği bir kişi, herhangi bir kârın söz konusu olmadığı toplu­mun ihtiyaç duyduğu sırada ve o ihtiyaçların karşılanması halinde herkes gibi onun da yararlanacağı bir zamanda ken­disine borç vermeye yanaşmıyor ve efendisi olan topluma diyor ki, sen bu paradan ister kâr et ister etme, ben verece­ğim borç için yılda şu kadar faiz; kesinlikle alacağım.

Bu durum, bir milletin savaşla karşı karşıya geldiği ve diğer vatandaşlar gibi sermayecinin canı, malı ve namusu­nun tehlikeye girdiği sırada daha vahim bir biçim alır. Böyle bir durumda ulusal hazineden yapılan harcamalar, herhangi bir kârlı işe gitmez, aksine ateşe atılır. Burada maddî çıkar veya kârın sözü bile olmaz. Bu öyle bir iş için harcanır ki, başarısına ve başarısızlığına tüm ulusla birlikte sermayecinin de ölümü kalımı bağlıdır. Bu iş için o milletin her ferdi ca­nını, zamanını ve emeğini harcamakta olup hiç kimse, ulusal savunmadaki payım için ben yılda ne kâr alacağım diye sormaz. Ne var ki, tüm ulustan sadece bir sermayeci kendi malını vermeden önce şu şartları ileri sürer: Her 100 milyon Liram için yılda şu kadar faiz verilmeli. Ve bu faiz, ister bir yüzyıl geçsin, verdiğim bütün param geri verilinceye kadar verilmeli. Ve bu faiz tahsil edilsin ülke ve milleti savunmak ve beni korumak için kendi ellerini veya ayaklarını kaybeden yahut oğlunu, babasını, kardeşini veya kocasını boşuna kay­bedenlerin ceplerinden de tahsil edilsin.[4] Şimdi soru şudur: Bir toplumda böyle bir sınıf faizle beslenmeye layık mıdır, yoksa kendisine, köpeklerin öldürüldüğü zehir hapları mı verilmelidir?

Diğer çeşit borçlara gelince, bunların sıradan insanlar ve kuruluşların resmi ve özel işler için aldıkları borçlardan hiçbir farkı yoktur. Onun için, yukarıda ticari borç ve kredilerin faizlerine yapılan itirazlar da bunlar için aynen geçerlidir. Hükümetler genellikle, kâr getiren projeler için uzun vadeli borç alırlar. Ancak hiçbir hükümet belli bir orandaki faizle borç alırken yurt içindeki şartlar ve uluslararası olayların hangi yönde gelişeceğini tahmin edemez ve faizli borçla yaptığı projelerin gelecekte nasıl bir şekil alacağını da bilemez. Hükümetlerin tahminleri genellikle yanlış çıkar ve ilgili proje çok kâr getirmesi şöyle dursun, faiz oranı kadar bile kâr edemez. Bunlar, hükümetlerin malî sıkıntılara girdiği büyük nedenlerden bazısıdır. Hükümetlerin daha kârlı proje­ler için yeni yeni yatırım yapmaları şöyle dursun, eski borçla­rını ve faizlerini ödemeleri zaten sorun olur.

Ayrıca, burada da, daha önce işaret ettiğimiz durum or­taya çıkar. Yani, piyasadaki rayiç faiz oranı öyle bir sınırlama getiriyor ki, bir iş halk için ne kadar gerekli ve yararlı olursa olsun, onun altında olması halinde ona hiçbir yatırım yapılmaz. Yeni yerleşim alanlarının kurulması, çorak toprak­ların tarıma kazandırılması, susuz yerlerin sulanması, kırsal alanlarda yol, elektrik ve sağlık hizmetlerinin sağlanması ve dar gelirli devlet memurları için modern ve sağlıklı konutların yapılması ve benzeri işler için, kendi başına ne kadar gerekli olursa olsun ve onların olmayışıyla vatan ve millet ne kadar zarar ederse etsin, hiç bir hükümet, rayiç faize eşit veya on­dan daha yüksek olmayan bir kâr tahmini yoksa söz konusu işler için yatırımda bulunmaz ve para harcamaz.

Ayrıca, bu gibi işlere faizli kredi alınıp yapılan yatırımlarla ilgili gerçek durum, hükümetin bu faiz yükünü sıradan va­tandaşlara yıkma biçiminde oluyor. Vergiler yoluyla herkesin cebinden dolaylı veya dolaysız şekilde faiz alınıyor ve her yıl yüz binlerce dolarlık meblağlar toplanıp sermayecilere uzun süre ulaştırılıyor. Örneğin, diyelim ki bugün 500 milyar liralık bir sermaye ile dev bir sulama projesi gerçekleştiriliyor ve bu sermaye yılda % 6 faizle alınıyor. Böylece hükümetin her yıl 30 milyar lira faiz ödemesi gerekiyor. Gayet tabii ki, hükümet bu kadar büyük rakamı toprak kazıyarak elde etmeyecektir, aksine, bunun yükünü sulama projesinden yararlanan toprak sahiplerine yıkacaktır. Her toprak sahibinden alınacak su vergisinde bu faizin bir bölümü mutlaka olacaktır. Ve toprak sahibinin kendisi de bu vergiyi kendi cebinden vermeyecek­tir, aksine bunun yükünü hububatın fiyatına ekleyecektir. Böylece, bu faiz bu hububattan rızkını alacak olan herkesten dolaylı bir biçimde alınmış olacaktır. Her yoksul ve aç insa­nın ekmeğinden mutlaka bir parça koparılacaktır. Ve bu parça, bu projeye yıllık faiz vaadiyle 500 milyar yatıran ser­mayecilerin midesine indirilecektir. Eğer hükümetin bu kre­diyi geri ödemesi için 50 yıl bile gerekirse, o yoksullardan para toplayıp zenginlere yardım etmekle ilgili bu görevi yarım yüzyıl devam edebilir ve bütün bu işlemde kendisinin du­rumu tefecinin defterdarı veya muhasebecisinden farklı ol­mayacaktır.

Bu işlem toplumsal ekonomide servetin akışını yoksul­lardan varlıklılara çevirir. Oysa, toplumun refahı bunun var­lıklılardan yoksullara akışını gerektirmektedir. Bu ayıp ve kötülük sadece hükümetlerin kâr getiren borçlar üzerine ödedikleri faizde değildir; aksine, tüm işadamlarının faizli işlerindedir. Gayet tabiidir ki, bir tüccar, sanayici veya toprak ağası, sermayeciye ödenen faizi kendi cebinden ödemiyor. Bunların hepsi bunun faturasını fakir halktan çıkarıyor, yani mallarına ve ürünlerine zam yaparak. Fakir halk da ellerin­deki ve avuçlarındaki her şeyi milyarderlerin ve trilyonerlerin ceplerine akıtıyor. Bu ters düzende en çok “yardıma muh­taç” ise ülkenin en büyük sermayedarıdır, tefecisidir ve bu yardım görevi en çok da, gecesini gündüzüne katarak ve alın teriyle ekmeğini kazanarak üç kuruş ücret alan ve ülkenin en “acınacak?” trilyonerinin “payı”nı vermeden yarı aç çocukla­rına bir lokma vermesi haram olan vatandaştır!

Hükümetlerin Dış Borçları

Son kalem, hükümetlerin yurtdışından tefecilerden ve sözde malî yardım kuruluşlarından aldıkları borç veya kredi­lerdir. Bu tür borçlar genellikle büyük miktarda olup ve hep milyarlar, trilyonlar ve katrilyonlar olarak hesap edilir. Hükü­metler genellikle bu tür kredileri olağanüstü durumlarda, büyük sıkıntılarda ve krizlerde oldukları dönemlerde alırlar. Özellikle ulusal kaynakların ihtiyaçları karşılayamadığı dö­nemlerde alırlar. Bazen, büyük miktarda para alıp kalkınma projelerine yatırarak daha çok kâr edecekleri düşüncesiyle de alırlar. Bu tür borçların faiz oranı % 6-7’den 9-10’a kadar olur ve bu oranla zaten yıllık faiz neredeyse trilyonları bulur. Uluslararası para piyasasının yöneticileri ve işletmecileri kendi hükümetlerini araya koyarak borçlarını verir ve garanti olarak borç alan hükümetin gelir kalemlerine; örneğin güm­rük, tütün, şeker, tuz veya başka bir maddeden alınan gelir­lere el koyarlar.

Bu tür faizli krediler ve borçlar yukarıda belirttiğimiz tüm sakıncaları taşırlar. Nasıl ki, kişisel ihtiyaçlar için alınan borçlar, iş ve ticaret borçları ve hükümetin iç borçlarından pek çok zararlar meydana gelir, bu uluslararası borçlar da çeşitli zararlara yol açar. Dolayısıyla, biz burada bu zararlar ve sakıncalardan tekrar bahsedecek değiliz. Ancak borcun bu türü, bütün bu zararların yanı sıra başka bir kötülük de taşır ki, hepsinden korkunçtur. O da şudur: Bu borçlar ne­deniyle bütün bir milletin malî durumu kötüleşir ve iflasa sürüklenir ve bu durum uluslararası ekonomiyi de olumsuz yönde etkiler. Ayrıca bunlar yüzünden, milletler arasında kin, nefret ve düşmanlığın tohumları atılır ve yine bunlar nede­niyle, kriz içindeki milletlerin genç kuşakları umutsuzluğa kapılıp aşırı siyasi, kültürel ve ekonomik ideoloji ve felsefelere dört elle sarılırlar ve kendi ulusal sıkıntılarının çözümünü kanlı bir devrim veya korkunç bir savaşta aramaya başlarlar.

Gayet tabiidir ki, malî kaynakları kendi zorlukları ve ihti­yaçları zaten karşılayamaz halde olan bir millet her yıl 500 milyon veya iki milyar dolar sadece faiz olarak ödemesinin yanı sıra ana paranın taksitlerini de nasıl ödeyebilir? Özellikle, onun gelir kaynaklarından büyük ve hayli kâr getirici bir kay­nağa el koyduğumuz birr durumda. Bundan dolayıdır ki, bu şekilde büyük miktarda faizli bir borç veya kredi alan bir mil­let, içinden çıkmak istediği sıkıntılardan çok zor kurtulabil­mektedir. Tam aksine, genellikle bu borç onun zorluk ve sıkıntılarının daha da artmasına neden olur. Borç alan dev­let, borcun taksidini geri ödemek ve faizi vermek için kendi vatandaşlarına büyük vergiler koyma ve harcamalarında kesinti yapma zorunda kalır. Bu yüzden bir yandan halk ara­sında huzursuzluk artar, çünkü yaptıkları harcamalarının aynı miktarda karşılığını bulamaz ve diğer yandan, kendi vatan­daşlarına bu kadar vergi yükü getiren devletin borcun taksit­lerini geri vermesi ve faizi ödemesi zorlaşıverir. Sonra, borçlu ülkenin geri ödeme zorlukları müzmin bir hale gelince kredi veren dış ülkeler ve kuruluşlar onun dürüst ve güvenilir ol­madığı ve paralarının üzerine yattığını yaymaya başlarlar. Onların işaretiyle onların gazeteleri bu zavallı ülkeye yüklen­meye başlarlar. Duruma hükümetleri müdahale eder ve kendi malî kuruluşları için ona siyasi baskı yapmakla yetinmez, ayrıca sıkıntılarından meşru olmayan bir şekilde yararlanmaya çalışırlar. Borçlu ülkenin hükümeti bu girdap­tan kurtulmak için çırpınır, yeni vergiler koyar ve kamu har­camalarını daha da kısar. Ne var ki, olan o ülkenin vatan­daşlarına olur, sürekli kemer sıkmaları ve artan ekonomik sıkıntılar nedeniyle patlama noktasına gelirler. Dış kredi ku­ruluşları ve hükümetlerin artan baskıları yüzünden daha da sinirlenirler, kendi ülkelerinin ılımlı yönetici ve düşünürlerine ateş püskürürler. Daha sonra akıllı ve anlayışlı kimselerin sözlerini dinlemez hale gelir, dış borçları ödemeyeceklerini ve kimde cesaret varsa gelip borçlarını alsın diye meydan oku­yan aşırı görüşlülerin peşine düşüverirler.

İşte bu noktada faizin tüm şer ve fitne yaratma gücü do­ruğa çıkar. Şimdi aklı başında olan bir kimse faizin tama­mıyla yasaklanması gereken bir kötülük ve rezalet olduğunu kabul etmekte tereddüt edebilir mi? Bunun bu zararlı ve kötü sonuçlarını gördükten sonra biri Hz. Muhammed صلي عليه الله وسلم bu buyruğunun doğruluğundan şüphe edebilir mi?

“Faiz öyle büyük bir günahtır ki, bunu 70 cüze ayır­sak, o cüzlerin en hafifi bile bir kişinin kendi anasıyla zina yapma günahına eşit olur.” (İbn-Mâce, Beyhâki)

 


 



[1]    Sovyetler Birliğinin yeni miras kanunda evlâtlar, karı, koca, anne-baba, kardeşler ve evlatlıklar varis olarak kabul edilmiştir. Ayrıca şu kural da geti­rilmiştir ki, bir kişi arkasında bıraktığı mal ve mülkünü kendi yakın ve muhtaç akrabalarına veya kamu kuruluşlarına dağıtılması için vasiyette bulunabilir, ancak bu hususta akrabalarının hakkı daha üstündür. Sonra, yetişmemiş evlât veya yoksul varisleri miras hakkından mahrum bırakacak vasiyetler de yasaklanmıştır. Buna bakıp komünist “ilericeler”in, 625 M.S.’da ortaya konulan (İslâmî) yasaya dönerek 1945’te geri adım attıkları ve “gericilik” yaptıklarını mı söyleyeceğiz?

[2]    Burada bir kişi şöyle bir soru yöneltebilir: Öyleyse, siz toprak vergisini nasıl caiz sayarsınız, çünkü o da faiz gibi bir şeydir? Ancak bu itiraz aslında topraktan hektar başına alınan nakit verginin peşinen belirlenmesiyle ilgili olabilir. Ben bunu caiz saymıyorum ve ben de bunun bir tür faiz olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla, bu itirazın cevabını vermek bana düşmez. Benim görüşüm şudur: Toprak sahibi ve çiftçi arasında bir ortaklık anlaşması ya­pılabilir; yani tarladan alınacak ürün belli bir oranda ikisi tarafından payla­şılabilir. Böyle bir işlem, ticarî ortaklığa yakındır ve ben bunu caiz kabul ediyorum. Toprak veya tarladan alınan kiraya gelince, ben bu konuyu “Toprak ve mülkiyet sorunu” adlı kitapçığımda ayrıntılı olarak anlatmış bulunuyorum. Bu kitapçıkta hangi tarla kirasının caiz olduğunu anlattığım için buna bu gibi itirazlar yapılamaz.

[3]    Burada şu hususa dikkat edelim ki, 1945’te yani Hint-Pakistan Yarımadası­nın ikiye bölünmesinden önce ülkede tefecilik yoluyla alınan borç en az 10 milyar Rupi dolaylarında idi bu sadece bir ülkenin durumudur; bir de bü­tün dünya ülkelerinin durumunu düşünelim ve her ay ödenen faizi gözden geçirelim.

[4]   Burada şu gerçeği hatırlatmakta fayda vardır ki, İngiliz vatandaşları kendi sermayecilerine, bundan 100-125 yıl önce atalarının Napolyon ile savaş-mak amacıyla aldıkları savaş kredilerinin faizlerini hala ödemeye ça­lışmaktadır. Ve Amerikan halkı da, Amerikan iç savaşı sırasında harcamak üzere 1861-65’te aldıkları borcun dört katını geri vermiş olmalarına rağ­men hala bir milyar dolara yakın ana para ve faizi ödemekle yükümlüdür.