FAİZİN HARAM
OLUŞU
İslâm
ekonomik düzeni ve öğeleriyle ilgili olarak geçen bölümde çizdiğimiz küçük
tabloda şu dört husus temel niteliktedir:
Bunlardan
ilkini, ilke olarak en az, sınırsız kapitalizmin kötülükleri ve komünizm ile
faşizmin melânetlerini anlamış olanlar doğru kabul etmeye başlamışlardır.
Bunların ayrıntıları konusunda elbette ki, bazı zihinlerde soru işaretleri devam
etmektedir, ancak, “İslâm ve modern ekonomik görüşler” ile “Toprak
mülkiyeti meselesi” adlı kitaplarımızı okumaları halinde bu soru işaretlerinin
kaybolacağını umuyoruz.
Zekâtın farz oluşunun önemi artık dünya tarafından
büyük çapta anlaşılmıştır. Artık hiçbir sağduyulu kimsenin gözünden komünizm,
faşizm ve kapitalizmin şimdiye kader ortaya koyduğu sosyal güvenlik sisteminden
daha geniş bir sistemi zekâtın ortaya koyduğu gerçeği saklı kalmamıştır. Ne var
ki, burada, zekâtın ayrıntılı emirlerinin bilenmemesi nedeniyle bazı
zorluklarla karşılaşılmaktadır. Ve insanlar, modern bir devletin mali işlerine
zekât ile beşte bir oranını yerleştirme biçimini anlamakta zorluk çekmektedir.
Bu zorluklar ve anlaşmazlıkların giderilmesi için zekat’ın emirlerine ilişkin
yeni bir kitap çıkarmaya çalışacağız.
İslâm’ın
miras kanunuyla ilgili olarak dünyanın diğer kanunlarından farklı bir yol
benimsemiş olmasının hikmetlerini önceleri pek çok kişi bilmiyor ve buna türlü
çeşit itirazlarda bulunuyorlardı. Ancak şimdi yavaş yavaş diğer kimseler de bu
yolu benimsiyor hatta Rus komünizmi de bundan yararlanmaya çalışıyor.[1]
Ancak
bu tablonun dördüncü bölümünü anlamakta bugünün insanları büyük güçlükle karşılaşmaktadır.
Kapitalist ekonomi bilimi, son birkaç yüzyılda faizin haram kılınmasının yalnız
duygusallıktan ileri geldiği, bir kişinin başka bir kişiye faizsiz borç vermesinin
Aşağıdaki sayfalarda biz işte bu sorunların
çözümünü aramaya çalışalım.
Faizin Akılcı
Kanıtları:
Her
şeyden önce, şunu belirlememiz gerekiyor ki,faiz gerçekten makul , tutarlı ve
ölçülü bir şey midir? Akılcı bir yaklaşımla bir kişi gerçekten vermiş olduğu
borçtan faiz almakta haklı mıdır? Ve adalet, borç almış olan bir kişinin, ana
paranın dışında faiz de vermesini gerektiriyor mu? Bu, bahsin ilk sorusudur ve
bunun tatmin edici bir biçimde cevaplandırılmasıyla bahsin yarısı zaten tamamlanmış
oluyor. Çünkü, eğer faiz makul bir şey ise, faizin haram oluşuna ilişkin deliller
önemini kaybediyor. Ve, eğer faiz akıl ve adalet açısından doğru ve haklı
çıkarılamazsa, bunun gibi münasebetsiz ve kötü bir şeyin insan toplumunda
sürdürülmesinde neden bu kadar ısrar edildiğini gözden geçirmek gerekiyor.
Birinci Kanıt:
Bu soruyu cevaplarken karşılaştığımız ilk kanıt şudur: Bir kişi başka bir
kişiye kendi birikmiş parasını veya malını borç olarak verir, riske girer,
tehlikeye katlanır, fedakarlık yapar, kendi ihtiyaçlarını kısıp başkalarının
ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır, kendi yararlanacağı para ve malı başkalarına
verir. Borç alan eğer borcunu kendi kişisel bir ihtiyacını karşılamak için
almışsa, aldığı para veya malın kirasını ödemelidir. Örneğin ev, mobilya, binek
araç veya hayvan için ödediği kira gibi. Bu kira borç verenin kendi emeğiyle
kazanmış olduğu serveti kendine harcamak yerine başkasına vermenin riski ve
tehlikesinin karşılığı da oluyor. Ve eğer borç alan, bu borcu herhangi kârlı
bir iş için almışsa, borç veren bundan faiz almaya ziyadesiyle layıktır. Madem
ki, borç alan borç verenin malından ve parasından yararlanıyor, borç veren
kârdan niçin pay almasın?
Bu
kanıtın, borç verenin, başkasına malını vermekle hem riske girdiği ve fedakârlık
ettiği bölümü tamamen doğrudur. Ancak, bundan bu risk ve tehlikenin fiyatını
yılda, altı ayda veya %
Bu
bir tazminat mıdır? Ama, vermiş olduğu borç, ihtiyaç fazlasıydı ve kendisi de
kullanmıyordu. Başka bir deyişle, herhangi bir şekilde meydana gelmeyen bir “zarar”ın
tazminatını alma hakkını nereden kazanıyor veya borcundan nasıl “tazminat” alabiliyor?
Bu
bir kira mıdır? Ama kira, kiracının kullanması için bir şeyi hazırlayan ve
koruyan ve bu uğurda kendi zaman, emek ve malını harcayan kişiye ve kiracının
kullanmasıyla bozulan, kırılan, dökülen veya değerlerini kaybeden mallar için
ödenir. Bu tanım ev, mobilya ve araç gibi tüketim maddelerine uyar ve zaten
onların kirası makul sayılır. Ancak bu tanım hiçbir şekilde buğday veya meyve
gibi yiyecek ve tüketim maddelerine veya yalnız eşya ve hizmetleri satın almak
için kullanılan paraya uymaz. Bu nedenle, bunların kirası anlamsızdır.
Bir
borç verenin en çok yapabileceği şey şöyle bir görüşü ileri sürmesidir: Ben
başka bir kişiye kendi malımdan yararlanma imkânı sağlıyorum, dolayısıyla benim
de onun kârında payım vardır. Bu makul bir yaklaşımdır. Ama burada sorulacak
soru şudur: Açlık çeken bir kişi, kendi aç çocuklarının karnını doyurmak için
senden geçici olarak iki milyon almışsa, senin vermiş olduğun yiyecek veya
paradan o sana göre “kâr”ımı ediyor ki sen, ayda elli bin veya
yiyecekten elli gram payını alasın? Eee, o adam tabi ki yararlanıyor ve bu
yararlanma imkânını sen vermişsin. Acaba hangi, akıl, adalet, ekonomi bilimi,
iş kuralları senin bu malın bir ücretini belirleme ve borç isteyenin sıkıntısı
ne kadar fazla ise o kadar bu ücreti artırma ve sıkıntı süresi arttıkça senin
vermiş olduğun “yararlanma imkanı”nın değerinin de aylar ve yıllar hesabıyla
çoğalma şeklinde olacağına salık veriyor? Eğer senin yüreğin, muhtaç ve sıkıntı
içindeki bir insana, kendi ihtiyacından fazla mal ve para verecek kadar büyük
değilse, yapabileceğin en makul şey, senin kendi ona paranı almaktan emin olup
ana borç vermendir. Diyelim ki, borç verecek durumda değilsin, o zaman en makul
iş ona hiçbir şey vermemendir. Ama bir kişinin sıkıntısı ve eziyetinin, senin
için kâr kazanma fırsatı olması, aç ve ölüm sınırındaki insanların senin bir
için yatırım fırsatı olması ve insanların perişanlığı arttıkça, senin için kâr
imkanlarının artması ticaret işinin hangi makul şeklidir?
“Yararlanma fırsatını vermek” eğer herhangi bir şekilde malî değer taşıyorsa, o
Tutarlılıkla
söylenebilecek şey şudur: Biriktirmiş olduğu parasını ve malını kâr getirecek
bir işe yatırmak isteyen biri, emek harcayanlara şirket muamelesi yapmalı ve
kâr-zararın belli bir oranında ortak olmalıdır. Şimdi, benim bir kişiyle ortak
bir iş yapmak yerine ona
Ayrıca,
farz edelim ki, bir işadamının kârı, borç verenin faiz olarak almak üzere
belirlediği meblağdan fazladır. Ama, bu durumda bile akıl, adalet, ticaret
kanunu, ekonomi bilimi veya başka herhangi bir açıdan, aslında üretici olan tüccar,
sanayici, çiftçi ve diğer elemanlar ki, onlar toplumun mal ve hizmet ihtiyaçlarını
karşılamak amacıyla zamanlarını harcar, her türlü zorluklara katlanır,
kafalarını patlatır ve beyinleri ile bedenlerinin tüm güçlerini harcarlar.
Kazancı ve kârı belirsiz ve şüpheli iken
İkinci Kanıt:
Bu eleştiriden anlaşılıyor ki, görünürde faizi makul ve tutarlı bir şey olarak
göstermek amacıyla öne sürülen ve yeterli sayılan kanıtlar, daha derinliğine
inildiği zaman eksik ve zayıf görülmeye başlar. Kişisel ihtiyaçlar için alınan
borçlara gelince, bunlardan faiz alınması için zaten herhangi bir akılcı
gerekçe yoktur. Hatta, faizi savunanlar bile bu zayıf davadan vazgeçmişlerdir.
Ticaret ve iş amaçları için alınan borçlara gelince, bu hususta da faiz
savunucuları, “faiz acaba neyin fiyatıdır?” gibi karmaşık bir soru ile karşılaşmaktadır.
Bir borç veren kendi sermayesiyle birlikte alıcıya hangi özlü şeyi veriyor ki,
onun malî bir değeri olsun ve ondan aydan aya ve yıldan yıla belli bir kazanç
elde etme hakkına sahip olsun. İşte bunu belli bir takım ilke ve kurallarla
izah etmekte faizciler hayli güçlük çekmektedir.
Bir
grup, bunun “yararlanma fırsatı” olduğunu ifade etmiştir. Ancak yukarıda
belirttiğimiz gibi, bu “fırsat” belirgin, kesin ve günden güne artan bir
değeri tahakkuk ettirmez, aksine, gerçekten borç alanın kâr ettiği takdirde
kârını belli bir oranda paylaşmasını öngörür.
Diğer
bir grup tavrını biraz değiştirerek, borç verenin parası aracılığıyla
kullanımı için borç alana verdiği şeyin “mühlet” (süre) olduğunu
belirtir. Buna göre, bu sürenin kendi başına bir değeri vardır ve uzadıkça
değeri de artar. Bir kişi birinden borç alıp onu herhangi bir işe yatırdığı
günden başlayarak, söz konusu sermaye ile üretilen mal pazara ulaşıp bir gelir
sağlamaya başlayıncaya kadar her an bir tüccar ve işadamı için değerlidir. O
yatırımcı bu süreye sahip olamaz ve ortada bir yerde elinden sermayesi
alınıverirse iş yapamaz. Demek ki, para alıp ondan yararlanacak şekilde yatırım
yapan için zaman veya süre kesinlikle büyük değer taşır. O halde, parayı veren
neden bu yarar veya kârdan pay almasın? Ayrıca, zamanın az veya çok olmasıyla
borç alanın kâr etme imkanları da azalır veya çoğalır. O halde, borç veren
neden zamanın uzunluğuna göre değerini belirlemesin?
Ancak
burada yine şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: Borç veren hangi kaynaklardan,
yatırım yapmak üzere ondan borç alan kişinin mutlaka kâr edeceğini ve zarar
etmeyeceğini öğrenmiştir? Ve o kârın illâ belirlediği oranlarda olacağını
nereden bilebilmiştir ki, borç alandan o oranda kâr almayı peşinen
belirlemiştir? Ayrıca, borç alana parasını kullanma imkânı verdiği dönemde
kesinlikle her ay ve her yıl şu kadar kâr edeceğini bilebilmiştir ki, onun
aylık ve yıllık miktarlarını belirlemiştir? Bu soruların tutarlı bir yanıtı
faiz savunucularında yoktur. Onun için biz yine dönüp dolaşıp şu noktaya
geliyoruz: Ticarette ve işte eğer herhangi bir şey makulse, o ancak kâr ve
zararın paylaşımı ve belli bir orandaki ortaklıktır; yoksa, belirli bir oranda
faiz almak değildir.
Üçüncü Kanıt:
Başka
bir grubun görüşü şudur: Kâr getirmek sermayenin öz özelliğidir. Onun için,
bir kişinin başkasının verdiği sermayeyi kullanması kendiliğinden borç verenin
faiz isteme hakkını ve borç alanın faiz verme zorunluluğunu doğurmaktadır.
Sermaye, tüketim mallarının hazırlaması ve sevkıyatında yardımcı olma gücüne
sahiptir.
Sermayenin
yardımıyla üretilen mal, sermaye yardımı olmadan üretilen maldan çok daha
fazladır. Sermayenin katılımıyla mal daha fazla ve daha kaliteli üretilir ve
iyi fiyat veren pazarlara ulaştırılabilir. Aksi takdirde, miktarı az ve
kalitesi düşük olur ve iyi fiyat verilen pazarlara da ulaşamaz. Bu da,
sermayenin kendisinde kâr sağlama özelliğinin verilmiş olduğunun bir
kanıtıdır. O halde, sermayenin sırf kullanımı bile faiz alınmasına gerekli
kılar.
Ne
var ki, bir kere sermayede kendiliğinden bir kâr sağlama özelliğinin bulunduğu
yolundaki iddia görünürde yanlıştır. Sermayedeki bu özellik ancak bir kişinin
onu verimli herhangi bir yatırım için kullandığı zaman ortaya çıkar. Ancak
siz, para alanın bundan kâr etmekte olduğu durumlar için bu parayı verenin de
kârdan pay alması gerektiğini ileri sürebilirsiniz. Ancak, hastalığın tedavisi
veya bir ölünün son merasimi, kefeni ve gömülmesi için borç alan bir kişide bu
sermaye nasıl bir ekonomik değer kazanıyor ki, bundan borç verenin pay alma
hakkı doğsun?
Ayrıca,
kâr sağlayan işlerde kullanılan sermayenin de, kâr sağlamasının öz özelliği
olduğunu sürecek kadar çok değer kazandığı da söylenemez. Genellikle, bir işe
fazla sermaye yatırıldığında kâr artmak yerine azalır; öyle ki, zarar etme
noktasına gelinir. Bugünlerde iş âleminde zaman zaman meydana gelen krizlerin
nedeni zaten budur. Yani, yatırımcılar ise alabildiğine sermaye yatırır ve
üretim hayli artarken fiyatlar düşmeye başlar ve fazla üretimin yol açtığı ucuzluk
yavaş yavaş öyle bir noktaya gelir ki, yapılan yatırımların hiçbir kâr
getiremeyeceği sonucuna varılır.
Ayrıca,
sermayede eğer gerçekten kâr sağlama özelliği varsa bunun sözden fiile geçmesi
birçok şeye bağlıdır. Örneğin, bunu kullananların emek, yetenek, zekâ ve
deneyimleri, kullanım sırasındaki ekonomik, sosyal ve siyasal koşulların
elverişliliği ve afetler ile felaketlerden korunma ve bunlar gibi diğer işler,
kâr edinmenin vazgeçilmez şartlarıdır. Bunlardan herhangi bir şart bulunmazsa,
çoğunlukla sermayenin tüm kâr sağlama özelliği ortadan kalkıverir, hatta zarara
dönüşebilir. Ne var ki, faizli işler için sermaye sağlayan ne bu şartlara
uyma sorumluluğunu kabul eder ne de, bu şartlardan herhangi birinin yokluğu
nedeniyle sermayesi kârlı olmaması halinde herhangi bir faiz alma hakkına sahip
olmadığına razı olur. O zaten, gerçekten herhangi bir kâr edinse veya edinmese
bile sermayesinin kullanımının belli bir oranda faizin alınmasını
gerektirdiğini iddia etmektedir.
Eğer
son olarak, sermayenin kendisinde kârın bulunduğu ve bundan dolayı sermaye
sağlayanın kârdan pay alma hakkına sahip olduğunu farz etsek bile, hangi
hesabın, bugünlerde sermayenin kâr sağlama niteliğinin mutlaka şu kadar
olduğu, dolayısıyla, sermaye alıp kullananların şu kadar oranda faiz ödemeleri
gerektiğini belirlediğini söyleyebiliriz? Ve eğer bugün için, bu oranın
belirlenmesi için belli bir hesap şekli olduğunu kabul etsek bile,
Dördüncü Kanıt:Dördüncü
ve son kanıt için biraz daha zekâ kullanılmıştır. Bunu şöyle özetleyebiliriz:
İnsan
gayet doğal olarak bugünün yarar, zevk, tat ve mutluluğunu uzak bir geleceğin
yarar ve zevklerine tercih eder. Gelecek ne kadar uzak olursa, onun yarar ve
zevkleri o kadar kuşkulu olup değerleri aynı oranda insanın gözünden düşer. Bu
acil önem ve tercihlerin çeşitli nedenleri vardır. Örneğin:
Geleceğin
karanlıkta ve yaşamın belirsiz olması. Bu nedenle, geleceğin yararları kuşkulu
hale gelir ve insan bunları bir türlü aklına getiremiyor. Bunun aksine bugün
elde edilen somut yarar hem kesin ve inandırıcı hem de gözle görülür haldedir.
Bu
delil hangi kurnazlıkla veriliyorsa, onu kabul etmemek haksızlık olur. Ne var
ki, bunda mevcut ve gelecek psikolojik değer arasında gösterilmeye çalışılan
fark bir yanılgıdan başka bir şey değildir.
Şimdi,
insan tabiatı mevcudu, geleceğe göre gerçekten daha önemli ve değerli mi
sayıyor? Eğer gerçekten böyle bir şey varsa, neden pek çok kişi kazançlarının
hepsini bugün harcamak yerine bir bölümünü gelecek için saklamayı tercih eder?
Siz, herhalde, insanların yüzde birinin bile gelecek tasasından tamamen yoksun olup
tüm mal ve mülklerini bugünün rahat ve zevki için harcadığına tanık olmazsınız.
İnsanların en az %
Ayrıca,
bir an için, insanın bugünün rahat ve huzuru için gelecekte ki, zarara razı
olduğuna ilişkin iddiayı olduğu gibi kabul etsek bile bu iddianın
dayandırıldığı delilin doğru olmadığını söyleyebiliriz. Borç alınırken borç
veren ile borç alan arasında varılan anlaşmaya göre sizin dediğiniz gibi
bugünün
Faiz Oranının
Tutarlılığı
İşte,
faiz yiyicilerin avukatlarının faizi akıl ve adalet kurallarına göre caiz,
uygun ve “makul”(tutarlı,ölçülü) olduğunu kanıtlamak amacıyla ileri
sürdükleri delillerin tümü bundan ibarettir. Oysa, bizim yaptığımız eleştirilerden,
bu pis şeyin “makuliyet” (tutarlılık)la yakından uzaktan bir ilgisinin
olmadığını, herhalde, anlamışsınızdır. En kuvvetli delillerle bile faizin
alınması ve verilmesi gerektiğinin herhangi bir makul veya tutarlı nedeni
gösterilemez. Ama ne gariptir ki, bu kadar tutarsız ve saçma olan bir şey
batılı düşünür ve bilim adamlarınca kabul edilmiş bir gerçek olarak tanımlanmıştır.
Faizin kendisinin tutarlılığı ve gerekliliğini sanki teslim edilmiş bir
gerçekmiş gibi farz edilerek bütün konuşma ve tartışmalar faiz “oranı”nın
“makuliyeti” veya tutarlılığı üzerine yoğunlaştırılmıştır. Çağımız Batı
literatüründe faizin kendisinin alınıp alınmayacak bir şey olduğuna ilişkin
bahsi belki de, hiç bulamazsınız, ama sık sık ve en çok tartışılan şey olarak
sadece, “falanca faiz oranı yersiz ve gerektiğinden çok fazla olduğu ve
dolayısıyla itiraz edilir nitelikte olduğu” ve “falanca faiz oranının
makul olduğu, dolayısıyla, kabul edilir nitelikte olduğu”nu görürsünüz.
Ancak
bir faiz oranı gerçekten tutarlı mıdır? Biz kısa bir süre için, şu bahsi bir
yana bırakıyoruz ki, kendisinin bile makul olduğu ispatlanamayan bir şeyin
oranının makul olup olmadığına ilişkin tartışma nasıl yapılabilir? Biz bu soruyu
bir yana bırakarak sadece şunu öğrenmek istiyoruz: Hangi faiz oranı doğal ve
tutarlı sayılabilir? Bir oranın uygun veya uygunsuz olduğunu ölçüsü nedir? Ve
dünyadaki faizli alışverişlerde faiz oranının tespiti hangi akılcı veya
rasyonel ölçülere göre yapılmaktadır?
Bu
konuyu enine boyuna araştırdığımız zaman karşımıza çıkan ilk gerçeğin, “tutarlı
faiz oranı” diye bir şeyin dünyada olmadığını görürüz. Gerçek şu ki,
çeşitli oranlar çeşitli zamanlarda uygun görülmüş ve bu oranlar yine başka
zamanlarda uygunsuz sayılmıştır. Hatta, aynı zamanda, bir yerdeki “uygun”
oran, başka bir yerde “uygunsuz” sayılmıştır. Eski Hindu hakimiyetleri
döneminde Kautilya’nın, yaptığı açıklamaları göre %
İşte
bizim ülkemiz ve kıtamızın durumu budur. Avrupa’ya baktığımızda orada tablonun
hemen hemen aynı olduğunu görürsünüz.
Şimdi
biraz daha ileriye gidelim veya herhangi bir faiz oranının gerçekten tutarlı ve
ölçülü olup olmayacağına bir göz atalım. Bu meseleyi iyice incelediğinizde göreceksiniz ki, aklınız ve
mantığınız, borç alan kişinin aldığı paradan edeceği kâr kesinkes
belirlenmedikçe tutarlı bir faiz oranının belirlenmesinin mümkün olamayacağını
söyleyecektir. Örneğin, eğer
Faiz
Oranlarının Nedenleri
Tefecilikte
bir tefeci genellikle kendisinden borç isteyen kişinin ne kadar fakir, ve
muhtaç olduğuna, ve borcun verilmemesi halinde ne kadar sıkıntı çekeceğine
bakar. İşte bu şartlara göre ondan ne kadar faiz alacağına karar verir. Eğer,
borç isteyenin daha az yoksul olduğunu, az bir miktarda borç istediğini ve pek
çok sıkıntıda olmadığını görürse faiz oranını düşük tutar bunun aksine ne kadar
perişan ve ne kadar muhtaç olursa, faiz oranı o kadar artar. Hatta, eğer açlık
çeken bir kişi hastalıktan dolayı ölmek üzere ise, ondan %
Diğer
çeşit alışveriş, yani finansman veya para piyasasına gelince, burada faiz
oranın belirlenmesi ve düşüp yükselmesinin nedenleriyle ilgili olarak
ekonomistlerin iki görüşü vardır:
Bir
grup bunun temelinin arz ve talep kanununa dayandığını belirtir. Para yatırmak
isteyenlerin sayısı az ve borç verilecek para çok ise faiz oranı düşmeye
başlar. Faiz oranı iyice düşünce birçok kimse bunu iyi bir fırsat bilerek yatırımlar
yapmak üzere büyük miktarda para borç almaya çalışır. Daha sonra paraya olan
talep artıp borç verilecek paranın miktarı azalmaya başlayınca faiz oranı
yükselir ve öyle bir noktaya gelir ki, borç alma isteği duruverir.
Düşünün,
bunun anlamı nedir? Sermayeci, yatırımcı ile doğru ve makul bir biçimde
ortaklık anlaşması yapmıyor ve elde edeceği kârında ortak olmuyor. Bunun yerine,
bazı tahmin ve kıyaslar yapıyor ve yatırımcının işinde en az şu kadar kâr
edeceğini hesaplıyor, onun için kendisine verdiği paradan şu kadar faiz
alacağını belirliyor. Diğer tarafta yatırımcı aldığı borç veya krediden
edeceği en yüksek kârı hesaplıyor ve borç verene en fazla şu kadar faiz
verebileceğini tahmin ediyor. İkisi de spekülasyon yapıyor, yani tahmin ve
kıyas yürütüyor. Sermayeci her zaman işin kârını abartılı bir biçimde hesaplar,
yatırımcı ise kâr beklentisinin yanı sıra zararın kaygılarını da taşır. Bu
nedenle ikisi arasında işbirliğinin yerine garip bir çekişme ve gerginlik
yaşanır. Tüccar veya yatırımcı, kâr umuduyla bir şey yapmak istediği zaman sermayeci
sermayenin fiyatını yükseltmeye başlar, öyle ki, o fiyatla herhangi bir kârlı
yatırım yapmak imkânsız hale gelir. Bu şekilde paranın yatırımda kullanılması
durur ve ekonomik gelişme ve büyüme aksar. Meydana gelen ekonomik durgunluk ve
depresyon (gerileme) tüm iş dünyasını ve ekonomik faaliyetleri olumsuz yönde
etkiler ve sermayeci kendisinin de felakete yaklaştığını görünce faiz oranını
bir hayli düşürür ve öyle bir noktaya getirir ki, iş çevreleri, sanayiciler,
tüccar ve bilumum yatırımcılar bu faiz oranıyla aldıkları krediyle kârlı
yatırımlar yapma beklentisinin içine girerler. Sanayiye ve ticarete para
akmaya başlar ve piyasa canlanır. Açıkça görüleceği gibi, sermaye ile yatırım
arasında makul şartlar üzerine bir ortaklık bir işbirliği kurulmuş olsaydı,
dünya ekonomik düzeni daha düzgün ve dengeli bir biçimde işleyebilirdi. Ne var
ki, yasaların sermayeciye faizle para kullandırma izni vermesiyle sermaye ile
yatırım arasındaki ilişkilerde kara borsa, hırsızlık ve kumar anlayışı yer
almıştır. Ve faiz oranının azalması veya çoğalması öylesine bir kumar oyununa
çevrilmiştir ki, bunun yüzünden tüm dünyanın ekonomik yaşamı daimi bir bunalıma
dönüşmüştür.
Başka
bir grup faiz oranının azalması veya çoğalmasıyla ilgili şu delili ortaya
koymaya çalışır: Sermayeci parayı kendisi için kullanılabilir halde tutmak
istediği zaman faiz oranını yükseltir ve bu isteği azaldığı zaman, faiz oranı
da düşüverir. Şimdi, sermayecinin kendine nakit para saklama nedenine gelince,
bu grup bunun çeşitli nedenlerinin olduğunu ileri sürer. Sermayeci, parasının
bir kısmını kendi kişisel veya ticari ihtiyaçları için biriktirmek ister, bir
kısmını da beklenmedik bazı ihtiyaçları için saklar. Örneğin, kişisel bir işte
olağanüstü bir harcama, yahut iyi bir faiz alma fırsatının birden bire doğması.
Bu iki nedeninin dışında üçüncü ve daha önemli bir neden şudur: Sermayeci
gelecekte fiyatların düşmesi veya faiz oranının yükselmesi halinde yararlanabilmesi
için kendisinde yeterli miktarda nakit para bulundurması. Şimdi sorun şu:
Sermayecinin bu nedenlerle parayı kendisi için kullanılabilir durumda tutma
isteği zaman zaman azalıyor ve çoğalıyor mu ki, etkisi faiz oranının düşüş ve
yükselişi biçiminde görülüyor? Buna cevap olarak diyorlar ki, evet, çeşitli
kişisel, toplumsal, siyasi ve ekonomik nedenlerle bu istek bazen artıyor,
dolayısıyla, sermayeci faiz oranını da artırıyor ve yatırımlara paranın akışı
azalıyor; bazen de isteği azalıyor, dolayısıyla, faiz oranını düşürüyor ve bu
düşüş nedeniyle insanlar sanayide ve ticarette daha çok yatırımlar yapmak
üzere daha çok para borç alıyor.
Bu
güzel gerekçenin arkasına nelerin gizli olduğuna bir bakınız. Kişisel, ailevi
veya özel ticaret ve yatırım ihtiyaçlarına gelince, sermayecinin bunlara
dayanarak olağan veya olağan dışı durumlarda parayı kullanabilir halde tutma
isteği, sermayesi veya mal varlığının ancak %
Faiz
oranıyla ilgili olarak çağımız ekonomistleri sadece bu iki gerekçeyi gösterir
ve bunlar kendi başına doğrudur. Ancak soru şu: Bunlardan, hangisi olursa
olsun, “doğal” ve “tutarlı” bir faiz oranı nasıl tespit edilir?
Ya biz akıl, mantık, tutarlılık ve doğanın kavramlarını değiştirmeliyiz, ya da,
faiz ne kadar tutarsız ve haksız bir şey ise, oranının da o kadar tutarsız ve
haksız nedenlerle belirlenip azalıp çoğalmakta olduğunu doğru olarak kabul
etmeliyiz.
Faiz’in Ekonomik
Yararı ve İhtiyacı
Bundan
sonra faizin savunucuları faizin ekonomik bir ihtiyaç olduğuna ve bazı
yararların bunun yokluğunda olmayacağına ilişkin tartışmaya başlar. Bu
görüşlerinin lehine ileri sürdükleri delilleri özetle şunlardır:
İnsan
ekonomisinin tüm işleri sermayenin toplanmasına dayanır ve sermayenin
toplanması ve birikmesi, insanların kendi ihtiyaç ve isteklerine gem vurmaları,
kendi gelirlerinin tümünü kendi şahısları ve ihtiyaçları için harcamaları ve gelirlerin
bir bölümünü biriktirmelerinin dışında mümkün değildir. Sermaye biriktirmenin
tek yolu budur. Ancak eğer bir kişi kendi kendini kontrol etmesi ve bazı
fedakarlıklarda bulunmasının karşılığını alamazsa, kendi ihtiyaçlarına niye
gem vursun ve niye tasarruf yapsın? İnsanları para biriktirmeye sevk eden ödül
veya karşılık faiz değil midir? Siz eğer bunu haram kılıp yasaklarsanız, sermaye
sağlamanın asıl kaynağı olan ihtiyaç fazlası geliri saklama ve biriktirme
eylemi ortadan tamamen kalkacaktır.
Ekonomik
faaliyetlere sermayenin akışını kolaylaştırmanın en kolay yolu insanların
kendi biriktirmiş oldukları mal ve mülklerini faizle çalıştırma kapısını
açmaktır. Böylece, faiz hırsı kendilerini tasarrufa sevk edecek ve yine faiz
hırsı, biriktirmiş oldukları para ve malı bir tarafa koymaları yerine yatırımcılara
vermeye ve karşılığında belli bir oranda faiz almaya sevk eder. Bu kapıyı
kapatmanın anlamı yalnız para biriktirmenin önemli bir etkenini ortadan
kaldırmak değil, aynı zamanda, az çok birikmiş olan sermayenin bile yatırım amacıyla
elde edilmesini engellemektir.
Faiz
sadece biriktirmez veya yatırımlara sevk etmez, aynı zamanda bunun yararsız
kullanımını da önler. Ve faiz oranı en iyi şekilde, sermayenin eldeki bazı
projelerden en kârlılarına gitmesini de kendi kendine mümkün kılar. Faizin dışında
hiçbir şey değişik pratik öneri ve projeler arasında kârlıyı kârsız ve fazla
kârlıyı az kârlıdan ayıracak ve sermayenin daima verimli yöne çevrilmesini
sağlayacak nitelikte değildir. Siz faizi kaldırırsanız bin kere insanlar sermayeyi
sorumsuzca kullanacaklardır ve ayrıca, kâr veya zararı gözetmeksizin olur olmaz
işlere yatırmaya başlayacaklardır.
Borç
insan yaşamının vazgeçilmez ihtiyaçlarından biridir. Kişiler özel işlerinde
buna ihtiyaç duyarlar. İşadamları bunun ihtiyacını sık sık duyarlar ve hükümet
işleri de bu olmadan yürüyemez. Bu kadar çok ve geniş çapta borç veya kredinin
sağlanması sırf hayırseverlikle ve sadaka gibi şeylerle nasıl mümkün olabilir? Eğer
sen sermaye sahiplerine faiz gibi ballı börek vermezsen ve ana paralarıyla
faizlerini de alacaklarına dair güvence sağlamazsan, onların borç vermeleri
imkansızdır ve borç alınması durursa, tüm ekonomik yaşamın felç olma olasılığı
ihtimali vardır. Fakir bir insan ihtiyacı olduğu zaman bir tefeciden borç
alabilmektedir. Faiz gibi cazip ve teşvik edici bir şey olmazsa o fakirin ölüsü
kefensiz kalır ve kimse onu yardım elini uzatmaz. Bir işadamı ve tüccar, darda
olduğu zaman hemen faizli para buluveriyor ve işleri yürümeye devam ediyor. Bu
faiz işi olmazsa belki de birkaç kez iflas eder. Aynı durum hükümetler içinde
söz konusudur. İhtiyaçları faizli kredilerle karşılanıyor. Yoksa, her Allah’ın
günü kendilerine trilyonlarca lira sadaka veren hayırsever nerede bulunabilir?
Faiz Gerçekten
Gerekli ve Yararlı Mıdır?
Şimdi
gelin, biz bu sözde “gerek” ve “yarar”ları birer birer ele alıp
bunların gerçekten birer gerek ve yarar mı, yoksa sadece şeytani bir vesvesen
mi olduğuna bir bakalım.
İlk
yanlışlık, ekonomik yaşam için bireylerin para biriktirmeleri ve tasarrufta
bulunmalarının gerekli ve yararlı bir hareket olarak kabul edilmesidir. Oysa,
durum tamamen farklıdır. Aslında, tüm ekonomik kalkınma ve refah hızlı tüketime
bağlıdır yani bir toplum kendi yaşamı için gerekli olan ne kadar mal üretiyorsa
onlar hızla satılmalıdır ki, üretim-tüketim çarkı dengeli hızlı bir şekilde
dönebilsin. Bu da, insanların ekonomik faaliyet ve çabaları sırasında ellerine
geçen mal ve serveti harcamalarıyla mümkündür. Bu insanlar aynı zamanda cömert
ve elleri açık kimseler olmalıdır ki, daha fazla gelir elde ettikleri zaman
ihtiyaç duyduklarında toplumun nispeten daha şanssız ve muhtaç kimselerine,
onların da kendi yaşamları için gereken mal ve hizmetleri elde edebilmeleri
için verebilsinler. Ne var ki, siz insanlara bunun tam tersini öğretiyorsunuz
ve diyorsunuz ki, kime ihtiyacından daha fazla servet ulaşmışsa, o (sizin kendi
kendini kontrol, özveri ve zevklerden vazgeçme duygusu dediğiniz) cimrilikle
kendisinin gayet doğal ve uygun olan ihtiyaçlarının önemli bir bölümünü
karşılamaktan vazgeçsin ve bu şekilde, herkes daha çok servet toplamaya
çalışsın. Size göre, bunun yararı sermayenin toplanıp sanayi ve ticaretin
gelişmesine yaramasıdır. Ama aslında bunun zararı şudur: Şu anda halen piyasada
bulunan malın büyük bir bölümü böylece kalacaktır. Zira zaten alım güçleri az
olan kimseler, güçleri olmadığı için pek çok mal satın alamamıştır ve kim
ihtiyaçlarına göre alabiliyorduysa da, güçleri yetmelerine rağmen malın büyük
bir bölümünü alamamıştır ve kimde ihtiyaçlarından çok alım gücü vardı ise,
onlar da bunu başkalarına nakletmek yerine onlardan saklamayı uygun görmüştür.
Şimdi eğer her ekonomik dönemeçte ve faaliyette ihtiyaçları kadar veya ihtiyaçlarından
fazla alım gücüne sahip kimseler güçlerinin önemli bir bölümünü ne kendileri
mal veya ürün satın almak için kullanmak, ne de bunu alım gücü az olanlara
aktarmak yerine aksine frenlemeye ve ellerinde toplamaya devam ederse, toplumun
ekonomik ürünlerinin önemli bir bölümünün satışı durur. Mal ve ürünün tüketimi
azalınca da istihdamda azalma olur. İstihdamdaki azalma, gelirin düşmesine yol
açar. Ve gelirlerin azalmasıyla ticari malların tüketiminde de düşüş olur.
Böylece, birkaç ferdin para biriktirme hevesi, birçok kimsenin dara ve zora
düşmesine yol açar ve nihayet, bu durum, o para biriktirenler için de bir afet
ve bela haline gelir. Zira, servetlerini satın alma veya tüketim için kullanmak
yerine daha çok servet elde etmek amacıyla daha çok üretime harcamaya
çalışanlar, bu şekilde ürettikleri dünya kadar malı nasıl satacak ve nasıl
tüketeceklerdir?
Bu
gerçek gözden geçirilirse anlaşılacaktır ki, asıl ekonomik ihtiyaç, insanları
kendi gelirlerini harcamak yerine ellerinde tutmalarına ve toplamalarına sevk
eden neden ve etkenleri ortadan kaldırmaktır. Tüm toplumun ekonomik refahı,
şunu gerektirmektedir: Bir yandan, toplumsal olarak öyle tedbirler alınmalı ki,
bunlar yüzünden herkes kendi kötü zamanında mali yardım alabilsin; böylece
insanların kendi gelirlerini ellerinde saklamalarına gerek kalmayacaktır. Diğer
yandan toplanan biriktirilen servetten zekât alınmalı ki, insanlarda servet
toplama hevesi azalsın ve buna rağmen bir yerlerde servet toplanmışsa, servetin
dolaşımından daha az pay almış olanlara bunun bir bölümü zekat aracılığıyla akmaya
devam etsin. Ancak ne tuhaftır ki, siz bunun aksine insanları faizle kandırarak
içlerinde olan cimrilik hislerini artırıyorsunuz ve cimri olmayanlara harcamak
yerine daha çok mal ve servet toplama hırsı aşılıyorsunuz.
Ayrıca,
bu yanlış yöntemle toplumsal çıkara karşı biriken sermayeyi servet artırma
işlerine çekip yatırmak istediğiniz zaman da yine faiz yolunu seçiyorsunuz. Bu
toplumsal çıkara yaptığınız ikinci zulümdür. Eğer biriktirilen bu servet, elde
edilecek kâr kadar pay verilmesi şartıyla bir işe yatırılsaydı, hiçbir
sakıncası veya zararı olmazdı. Ne var ki, siz bunu finans piyasasına işte kâr
olsun yahut kâr az olsun veya çok olsun, sermayecinin şu kadar gelir payı
alması gerekir diye getiriyorsunuz. Siz bu şekilde toplumsal ekonomiye çifte
zarar vermişsinizdir. Yani, birinci zarar parayı harcamamak ve elde tutmakla.
İkinci zarar da elde tutulan paranın ekonomiye dönmesi halinde ortaklık
ilkesine dayalı olarak işe yatmamasıyla, aksine, bir borç olarak tüm toplumun
sanayi ve ticaretine yüklenmesi ve kanunlarınızın bunun üzerine mutlaka kâr
edileceğine ilişkin güvence vermesiyle. Şimdi sizin bu yanlış düzeniniz
yüzünden şöyle bir durum ortaya çıkmıştır: Toplumun bir çok bireyi, sahip
oldukları alım güçlerini toplu üretimi satın almak yerine ellerinde tutup
faizli bir kredi şeklinde toplumun başına bela etmeye devam etmektedir ve
toplum her an artmakta olan bu borç ve faizi nasıl ödeyeceği gibi karmaşık bir
sorunla karşı karşıya bulunmaktadır. Çünkü, bu sermaye ile üretilen malın
piyasada tüketilmesi her geçen gün zorlaşmaktadır. Milyonlarca, on milyonlarca
insan sırf alım güçleri olmadığı için bu malları alamamaktadır ve binlerce kişi
ise, kendi alım gücünü daha çok faiz getirici krediye çevirmek amacıyla kullanmadığı
veya kullanmakta tereddüt ettiği için böyle yapmaktadır. Siz faizin
marifetlerini ve nimetlerini sayarken diyorsunuz ki, bunun baskısıyla yatırımcı
veya işadamı kendi sermayesini fuzulî şeylere harcamaktan kaçınır ve mümkün olduğu
kadar kâr getiren işlere yatırır. Siz faizin yararlarını sayarken diyorsunuz
ki, faiz oranları sessizce iş ve ticaretin yönlendirilmesine yardımcı olur.
Ayrıca, size göre, bundan dolayıdır ki, sermaye kendi akışı için en kârlı olan
iş, ticaret ve yatırım yolunu seçer. Ancak bir an için bu lâf ebeliğinizi bir
yana bırakıp gerçeğe bakacak olursanız şöyle bir durumla karşı karşıya kalırsınız:
İşin aslı şu ki, faiz her şeyden önce “fayda”, “yarar” ve “çıkar”ın
bütün anlam ve kavramlarını altüst etmiştir; bunlar artık tek bir anlamda
kullanılmaktadır: “mali yarar” ve “maddi çıkar”. Yani bu şekilde
sermaye bir bütünlük elde etmiştir; eskiden bu nesne malî ve maddî yararın
dışındaki tüm yararlara yönelebiliyordu, şimdi ise sadece mali kâr getireceği
kesin olan yollara yönelebilir. Bunun, özel oranıyla yaptığı ikinci hizmet
olarak öne sürülen, sermayenin iyi kullanımı ölçüsü toplumun değil, sadece sermayecinin
yararı ve kârıdır. Faiz oranı sermayenin ancak, diyelim ki, sermayeciye yılda %
İşte
size göre faizin sağladığı ve başka herhangi bir yoldan edinmesi mümkün
olmayan yararların gerçekleri bunlardır. Şimdi de, size göre başka herhangi
bir yolla karşılanamayan faizin ihtiyaçlarını da ele alalım. Şüphesiz borç
insan yaşamının ihtiyaçlarından biridir. Borç ve krediler bir insanın bireysel
ihtiyaçların da kullanılır, sanayide, ticarette ve tarım gibi alanlarda buna
her zaman ihtiyaç duyulur. Ve başta hükümet olmak üzere tüm kamu kuruluşları da
buna muhtaçtır. Ancak faiz olmaksızın borç veya kredinin alınmasının imkansız
olduğunu söylemek yanlıştır. Aslında, bireylerden topluma kadar kimsenin bir
tek lira kredi almamalarını imkansız hale getiren durum, sizin faize yasal bir
nitelik ve konum vermenizden dolayı doğmuştur. Bunu haram kılın ve İslâm’ın,
öngördüğü ekonomi ile ahlâk düzenini de benimseyin, o zaman göreceksiniz ki,
borç ve kredi gerek kişisel ihtiyaçlar gerekse ticari ihtiyaçlar için faizsiz
borç almak kolaylaşacaktır, hatta, hibe bile almaya başlarsınız. İslâm bunun
pratik örneğini vermiştir Müslüman toplum yüzyıllar boyunca kendi ekonomisini
faizsiz olarak ve gayet mükemmel bir biçimde yürütmüştür. Sizin bu uğursuz
faizcilik döneminden önce hiçbir zaman Müslüman toplumda, varislerinin
herhangi bir yerden faizsiz borç alamadığı fakir bir Müslüman’ın cenazesi
kefensiz kalmamış, iş gerekleri yüzünden “karz-ı hasen” (faizsiz borç)
elde edilemediği için Müslümanların sanayisi, ticareti ve tarımı iflas
etmemiştir. Yahut da, vatandaşların kendi hükümetine faizsiz para vermediği
için İslâm devletleri genel refah ve cihad gibi işler için kaynak bulma aczine
düşmemiştir. O nedenle, sizin karz-ı hasen veya faizsiz borcun geçersiz ve borç
ile kredinin ancak faiz üzerinde bina edilmesinin mümkün olduğuna ilişkin görüşünüz
herhangi bir mantıklı reddiyeye muhtaç değildir. Çünkü biz yüzyılların
deneyimleriyle bunun yanlış olduğunu ispatlamış durumdayız.
Bugün,
çağımızın ekonomik ihtiyaçları için faizsiz kredinin fiilen nasıl mümkün
olduğuna ilişkin tartışmaya gelince, bu şu an tartıştığımız bölümün dışında bir
konudur. Biz bunu daha sonraki bir bölümde ele alacağız.
Geçen
bölümde yaptığımız bahis sadece faizin makul (tutarlı) bir şey olmadığı ve ne
adalet ne de ekonominin bir gereği olmadığı ve herhangi bir yararlı yönü
olmadığını ispatlamıştır. Ancak faizin haram kılınması sadece bu olumsuz
faktörlere dayanmamaktadır. Aksine, bunun asıl nedeni tamamen zararlı olması
ve bir çok yönden çok zararlı bir şey olmasıdır.
Biz
bu bölümde bu zararlardan birer birer söz edeceğiz ki, makul bir kişi bu pis
şeyin haram ve yasak olduğundan zerre kadar şüphe etmesin.
Faizin Ahlâki ve
Manevi Zararları
Şimdi
konuya ilk önce ahlâk ve maneviyat açısından bakınız. Zirâ, ahlâk ve maneviyat
zaten insanlığın özüdür. Ve eğer bir şey bu öze zarar veriyorsa, başka
açılardan ne kadar yararı olursa olsun, elbette ki terk edilmelidir. Şimdi eğer
siz faizi psikolojik olarak incelerseniz, göreceksiniz ki, para toplama
isteğinden başlayarak faizli işlerin her aşamasına kadar bütün zihinsel
faaliyet bencillik, cimrilik, dar kalıplılık ve paraya tapma gibi özelliklerin
etkisi altında kalır ve insan bu işte ilerledikçe, bu özellikler onun kişiliği
ve karakterine sinmiş olur. Bunun aksine, zekât ve sadakalarla ilgili ilk
niyetten başlayarak fiilen ortaya çıkıncaya kadar tüm zihinsel faaliyet
cömertlik, fedâkarlık, yardımlaşma, geniş kalplilik, âlicenaplık ve hayırseverlik
gibi meziyetlerin etkisi altında kalır ve bu şekilde devamlı hareket edildikçe
aynı özellikler insanın karakterine sirayet eder, gelişir ve dal budak salar.
Şimdi dünyada, herhangi bir insan var mıdır ki, yüreği ilk ahlâki özelliklerin
en kötü huylar ve alışkanlıklar ve ikincisinin de en iyi özelliklerin olduğuna
tanıklık etsin.
Toplumsal
Zararları
Şimdi
faizin zararlarını uygarlık ve toplumsal açıdan ele alınız. Azıcık bir düşünce
ile herkes bunu kolayca anlayabilir ki, eğer bir toplumda bireyler birbirlerine
karşı bencillikle hareket eder, kimse kendi kişisel çıkarı ve yararı dışında hiçbir
şey yapmaz, birinin ihtiyacı diğerinin çıkar elde etme fırsatı ve varlıklı
sınıfların çıkarı, yoksul sınıfların çıkarlarının tam tersi haline gelirse, o
toplum hiçbir zaman dengeli ve istikrarlı olamaz. Bunun parçaları her zaman
dağılmaya eğilimli olur. Ve başka nedenler de bu duruma yardımcı olursa, böyle
bir toplumun elemanlarının birbiriyle çatışması da zor olmaz. Bunun aksine bir
toplumda ilişkiler yardımlaşmaya dayanır, bireyleri birbirine cömertçe
davranır, bir kişinin ihtiyacı olduğu zaman başkaları onun yardımına koşar ve
zenginler, fakirlere sempati, sevgi, ilgi ve hayırseverlilikle muamele
ederse, böyle bir toplumda elbette ki, sevgi iyi niyet, dayanışma ve
yardımlaşma gelişecektir. Böyle bir toplumun bireyleri ve parçaları birbirine
sımsıkı bağlı olacaktır. Aralarında anlaşmazlık ve çatışma söz konusu
olmayacaktır. Bu toplumun toplumdaki iş birliği, yardımlaşma ve hayırseverlik
nedeniyle gelişmesi ve büyümesi, diğerinden çok daha hızlı olacaktır.
Bu
durum uluslararası ilişkiler içinde geçerlidir. Bir millet başka bir millete
karşı sempati ve cömertlikle davranır ve sıkıntıda olduğu sırada yardım elini
uzatırsa, o milletin ona sevgi, teşekkür, şükran ve samimiyetle karşılık vermemesi
mümkün değildir. Bunun aksine eğer aynı millet, komşusu olan millete bencillik
ve dar kalıplılıkla muamele eder ve sıkıntılarından yararlanmaya çalışırsa,
belki de para ve pul olarak kâr edebilir, ancak komşusunun kalbinde fırsatçı ve
çıkarcı bir millete karşı herhangi bir samimiyet, sevgi ve hayırseverlik
kalmayacaktır. Çok olmadı, daha geçen Dünya Savaşında İngiltere, Amerika ile “Bretton
Wood Anlaşması” olarak bilinen çok büyük bir borç anlaşması imzaladı. Bu
anlaşma uyarınca İngiltere istiyor ki, savaşta müttefiki olan müreffeh dostu
kendisine faizsiz kredi versin. Ne var ki, Amerika faizlerden vazgeçmek
istemiyordu; İngiltere’de mecbur kaldığı için faiz ödemeye razı oldu. Bu durum
zamanın İngiltere’nin önde İngiliz gelen düşünürleri, yazarları ve gazetecilerinin
kalemlerinden çıkan yazılarda açıkça görülmektedir. İngiltere tarafından bu
anlaşmanın yapılmasında önemli bir rol oynayan tanınmış ekonomist müteveffa
Lort Keynes, görevini tamamladıktan sonra yurda dönmüş ve İngiliz lortlar
kamarasında yaptığı konuşmada şu ifadeyi kullanmıştı: “Amerikanın bize
faizsiz kredi açmaya razı olmamasından duyduğum üzüntüyü ben ömrümce
unutmayacağım.” Churchil gibi Amerika hayranı bir politikacı bile bundan yakınmadan
kalamadı: “Bize yapılan bu adi muamelenin çok tehlikeli sonuçlar
doğuracağını sanıyorum. Gerçek şu ki, bu aramızdaki ilişkileri çok olumsuz
biçimde etkileyecektir.” Zamanın maliye bakanı Dr. Dalton parlamentoya bu
anlaşmayı taslağına onay için sunarken şöyle dedi:
“Savaştan omuzlarımızda
böylesine ağır bir yükle çıkarken şunu düşünmeden edemiyorum ki, ortak
hedeflerimiz için çektiğimiz zorluklar ve sıkıntıların karşılığı çok garip bir
şekilde bize verilmiştir. Bu tuhaf ödül konusunda sanırım, geleceğin
tarihçileri daha sağlıklı bir yorum yapabileceklerdir. Biz faizsiz borç
alacağımızı düşünmüştük, ama bize bunun pratik bir politika olmadığı söylendi.”
Bu
her zaman ve her durumda meydana gelebilecek faizin doğal etkisi ve zorunlu
psikolojik tepkisidir; böyle bir muameleye ister bir millet başkasına ister
bir kişi başkasına yapsın. İngiltere halkı bireysel işlerde faizin kötü bir şey
olduğunu ne geçmişte kabul etmeye razıydı, ne de şimdi razıdırlar. Siz bir
İngiliz ile faizsiz işlemlerle ilgili konuşun, o hemen diyecektir ki, “Efendim,
bu pratik bir yöntem değildir.” Ne var ki milletçe ekonomik dar boğazdan
geçerken en büyük müttefikleri böyle bir “pratik yöntem”e başvurunca her
İngiliz çığlık çığlığa faizin yürekleri parçalayan ve ilişkileri bozan bir şey
olduğunu ilân etti.
Ekonomik Zararlar
Şimdi
bunun ekonomik yönüne bir bakınız. Faiz, şu veya bu şekilde borç alışverişinin
yapıldığı ekonomik yaşamın işleriyle ilgilidir. Borç bir kaç çeşit olabilir:
Bir
çeşit borç vardır ki, muhtaç kimseler kendi kişisel ihtiyaçları için alırlar.
Başka
türlü borçlar vardır ki, tüccar, esnaf, sanayici, yatırımcı, işadamı ve toprak
ağaları kendi kâr getiren işleri için kullanırlar.
Üçüncü tür borçlar vardır ki, hükümetler kendi
halkları için alırlar. Bunların da çeşitli türleri vardır: Bunların bazısı kâr
güdülmeyen amaçlar için kullanılır: Örneğin, savaş kredileri. Bazıları ise
kârlı amaçlar için olur: Örneğin, kanal ve tren ile termal enerji projelerinin
sürdürülmesi için.
Dördüncü
çeşit krediler, hükümetlerin kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla başka
ülkelerden aldığı kredilerdir. Bu krediler piyasada rayiç faiz oranlarına göre
alınır.
Şimdi biz bütün bu borç veya kredileri tek tek
ele alıp bunlardan faiz alınmasının zararlarını inceleyeceğiz.
İhtiyaç
Sahiplerinin Borçları
Dünyada
en çok faiz yiyiciliği halk dilinde tefecilik olarak bilinen alış verişlerde
olur. Bu belâ sadece Hint yarımadasıyla sınırlı değildir; buna her ülkede
rastlamak mümkündür ve evrensel bir âfettir. Bunun nedeni, dünyanın hiçbir yerinde
yoksul ve orta sınıf insanların kendi acil ihtiyaçlarını karşılamak için
kolayca borç alacak ve faizsiz değilse de, en az ticari faiz oranıyla borç
almalarını mümkün kılacak hiçbir düzenleme veya olanak yoktur. Hükümet bunu
kendi görevlerinin dışında sayar. Toplum bu ihtiyaçların farkında değildir. Bankalar
ise ancak milyonlarca ve milyarlarca liralık kâr edebilecek işlere el atar.
Ayrıca, dar gelirli bir kimsenin herhangi bir acil ihtiyacı için bankaya gidip
kredi alması da mümkün değildir. Bu nedenlerle işçi, çiftçi, küçük esnaf, dar
gelirli memur ve sıradan yoksul insanlar her ülkede darda oldukları zaman,
zaten varoşlarda ve yoksul mahallelerde leş kargaları gibi dolaşmakta olan
tefecilerden borç almaya mecbur olurlar. Oysa, bu işte o kadar yüksek faiz
alınıyor ki, eğer bir kişi bir kez bile faizli iş ağına düşerse, bundan bir
daha çıkamaz. Öyle ki, dedenin aldığı borçlar torunlara kadar geçer ve ana
paranın bir kaç katı faiz ödenmesine rağmen asıl borç aynı şekilde insanın
omzunda kalmaya devam eder. Ayrıca, çoğu kez öyle bir durumla karşılaşılıyor
ki, hayret edersiniz. Örneğin, borçlu borcu altında ezilir ve hiçbir iş yapamaz
hale gelmişken, tefeci ondan alacağı faizi ekleyerek, kendi borcunu ve faizini
geri almak amacıyla ona daha büyük bir borcu, daha yüksek faizle verir ve o
zavallı adam eskiden daha borçlu hale gelir. İngiltere’de bu pis işin en düşük
faizi %
Bu
öylesine büyük bir beladır ki, her ülkenin yoksul ve orta sınıfının büyük bir
çoğunluğu buna yakalanmıştır. Bu nedenle, dar gelirli işçi ve memurlarının
gelirlerinin önemli bir bölümü tefeciye gider. Gece gündüz yorulup dinlenmeden
çalışıp elde ettikleri azıcık ücret ve maaşlarından faiz vermelerinden sonra
iki öğün yemek yemeleri için bile para ödeyemez hale gelirler. Bu, onları
sadece suça sevk etmek, ahlâklarını bozmak, hayat seviyelerini düşürmek ve
evlatlarının eğitim ve öğrenim düzeyini düşürmekle kalmaz, onların kafalarını
daima meşgul ettiği için, onları stresli hale getirir ve çalışma yeteneklerini
azaltır ve emeklerinin meyvesinin başkaları tarafından yendiğini görünce
çalışma şevkini de kaybederler, işleriyle gittikçe daha az ilgilenirler. Onun
için, faizci işlerin bu bölümü sadece bir haksızlık ve zulüm değildir, aynı
zamanda ulusal ekonomiye de büyük zarar veren bir şeydir. Şimdi bu haksızlığa
bakınız ki, bir milletin asıl üretken elemanları ve emekleriyle ulusal servete
servet katan ve ulusun refahına katkıda bulunan kimselerin üzerine aynı ulus
sülükler salmıştır ve bu sülükler, onların kanlarını içe içe zayıf düşürmektedir.
Siz hesaplar yaparsınız, sıtmadan şu kadar yüz bin saatlik iş kaybı olur ve
bunda ülkenin üretimi şu kadar düşer diye. Bu yüzden sivri sineklere saldırır
ve onları yok etmeğe çalışırsınız. Ne var ki, sizin faizci tefecilerinizin yüz
binlerce çalışanınızı ne kadar strese soktuklarını, ne kadar bıktırdıklarını,
ne kadar umutlarını kırdıklarını çalışma zevklerini ve şevklerini
azalttıklarını ve bunun ne kadar iş kaybına ve mali zarara yol açtığını
görmüyorsunuz. Yaptığınız ters işlemde cabası. Siz tefecileri yok edeceğinize
borçlularını yakalarsınız ve o tefecilerin bile emmedikleri kanlarını sizin
mahkemeleriniz emerek tefecilere teslim eder.
Bunun
ikinci ekonomik zararı şudur: Bu şekilde, faizci tefeci yoksul sınıfın geriye
kalan alım gücünü bile kapıverir. Yüz binlerce insanın işsizliği ve milyonlarca
insanın yetersiz geliri zaten ticaret ve sanayinin gelişmesini engelliyordu.
Sanki bu yetmiyormuş gibi, şimdi de siz gelirleri iyi olanlara, kazandıklarını
harcamayıp biriktirme yolunu göstermişsiniz. Bundan gerek ticaret gerekse
sanayi darbe yedi. Şimdi de milyonlarca insan maaş ve ücretler şeklinde kazandıkları
az çok alım gücünü kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kullanamıyor; aksine
önemli bir bölümünü tefeci gasp ediyor ve bu parayı eşya, mal veya hizmet alımı
için harcamayıp, topluma daha çok faizli borç yüklemek amacıyla kullanıyor.
Biraz hesap ediniz. Diyelim ki, dünyada elli milyon insan tefecilerin
pençesinde bulunuyor ve ortalama ayda
İş Kredileri
Şimdi
gelin, ticaret, sanayi ve diğer işler için alınan borç veya kredilere uygulanan
faizi haklı göstermeye çalışmanın ekonomik zararlarına bir göz atalım. Sanayi,
ticaret, tarım ve diğer ekonomik alanların iyiliği, bu işlerin yürütülmesinde
yer alan tüm insanların çıkar, amaç ve ilgilerinin kendi işlerinin gelişmesine
bağlı olmasında yatar. Bunun zararı, herkesin zararı olmalı ki, herkes bunu
önlemeye çalışmalı. Bunun yararı, herkesin yararı olmalı ki, artırılması için
herkes canla başla çalışsın. Böylece, ekonomik çıkarın gereği, işe beyinsel
yahut bedensel eleman olarak değil, sadece sermaye sağlayan bir taraf olarak
katılanların katılımının da aynı şekilde olmasıyla ki, işin iyi veya kötü gitmesiyle
yakından ilgili olup bunu geliştirmeye ve zarardan kurtarmaya mümkün olduğu
kadar çalışsınlar. Ne var ki, yasanın faizi serbest bırakmasıyla sermaye
sahiplerine kendi sermayelerini bir işe bir ortak veya hisse sahibi olarak
yatırmak yerine ihtiyaç duyanlara borç ve kredi verip belli bir miktarda faiz
alma yolu açılıverdi. Böylece, toplumun ekonomik faaliyetine öylesine doğal
olmayan bir etken karıştı ki, sermayeci tüm üretim eleman ve etkenlerinin tam
aksine, bu faaliyetin iyiliği veya kötülüğü ile hiç ilgilenmez. Bu işlem zarara
yol açıyorsa, herkes için bir tehlike vardır, ama sermayeci için kâr güvencesi
vardır. Dolayısıyla herkes zararı durdurmaya veya önlemeye çalışırken
sermayeci tam bir iflas bayrağı çekilinceye kadar hiçbir endişe duymayacaktır.
Bir zarar halinde işi kurtarmaya koşmayacaktır, aksine kendi malî çıkarını
korumak amacıyla sağlamış olduğu krediyi geri almaya çalışacaktır. Aynı
şekilde ekonomik üretim işleminin geliştirmesiyle de doğrudan doğruya
ilgilenmeyecektir. Çünkü, kârı nasıl olsa garanti altındadır. Hal böyle iken,
işin başarılı ve kârlı olması için enerjisini ve zamanını niçin harcasın?
Kısaca, toplumun zararı ve kârına tamamen ilgisiz olan bu garip ekonomik eleman
yalnız kendi sermayesini “kira”ya vermeye ve kaygısızca kendi “kirası”nı
almaya devam eder.
Bu
yanlış yöntem, sermaye ve iş arasında dostluk, sempati ve işbirliği
ilişkilerinin yerine çok kötü çıkarcı bağlar kurmuştur. Para toplama ve
ekonomik üretim işlerine para yatırma durumunda olanlar ellerindeki sermaye ile
ne kendileri herhangi bir iş yapabiliyor ne de yatırım yapanlarla ortak
olabiliyor, aksine amaçları, paralarının belli bir kâr garantisiyle borç
olarak işe yatırılmış olmasını görmek ve belirlenen kârın oranını da mümkün
olduğu kadar yüksek tutmak oluyor. Bunun sayısız zararlarından bazısı
şunlardır:
Sermayenin
önemli bir bölümü ve çoğu zaman büyük bölümü sadece faiz oranının artması
beklentisi nedeniyle boş olarak durur ve yararlı bir işe yatırılmaz; oysa,
bunun için dünyada çeşitli kullanma yolları bulunur. Bir yandan işsizlerin
ordusu iş aramaya çalışır ve bir yandan zarurî eşya ve mallara olan talep de
artar. Ne var ki, bütün bunlara rağmen
ne kaynaklar kullanılır, ne insanlar iş bulur ve ne de piyasalarda gerçek
talebe göre mallar tüketilir. Bunun tek nedeni, sermayecinin beklediği kârı
elde edememesi ve dolayısıyla gereken işler için para yatırmamasıdır.
Daha çok faiz alma hırsı öyle bir şeydir ki,
sermaye sınıfı bundan dolayı işe paranın akışını, işin gerçek ihtiyaç ve talebine
göre değil, kendi çıkarına göre durdurur veya başlatır. Bu zararı şöyle bir
örnekle anlatabiliriz: Diyelim ki, bir kanal sahibi, suyu tarlalar ile bahçelerin
ihtiyaç ve taleplerine göre vermez, aksine suyu açmak ve kapamak için şöyle bir
yöntem uygular: Suya pek gerek yokken, bolca suyu çok düşük fiyatla verir ve
suya olan talep artar artmaz fiyatını da arttırır. Sonra, öyle bir noktaya
gelinir ki, ondan su alıp tarlalara ve bahçelere vermek kârlı bir iş olmaktan
tamamen çıkar.
Faiz
ve faiz oranından dolayıdır ki, ticaret ve sanayi düzeni dengeli bir şekilde
işlemek yerine öyle bir ticaret çarkının içine girer ki, ekonomik durgunluk ve
gerileme baş gösterir. Biz bu hususu daha önce anlattığımız için burada ayrıntılara
girmiyoruz.
Yine
bunun yüzünden sermaye piyasanın faiz oranına göre az kârlı olan fakat malî
açıdan fazla faydalı olmayan, ancak genel kamu yararına olan işlere yönelmez.
Tam aksine, sermaye gereksiz ama daha kârlı işlere akar ve o tarafta da ilgili
kimseler, faiz oranını mümkün olduğu kadar yüksek tutmak ve kâr etmek için her
türlü caiz ve caiz olmayan yollara baş vurmaya mecbur kalır. Biz bu zarardan
da yukarıda söz ettiğimiz için onları burada tekrarlamaya gerek görmüyoruz.
Sermaye
sahipleri sermaye vermek için uzun zaman bekler ve karşılarındakileri oyalar.
Çünkü bir yandan kumarımsı işlere yatırmak amacıyla ellerinde yeterince para bulundurmak
ister, diğer yandan da gelecekte faiz oranı yükseldiğinde daha düşük faizle
daha çok sermayeyi bağlama durumuna düşmemeye de azami gayret gösterirler.
Bunun neticesinde, sanayi ve yatırımcılar da tüm işlerinde dar görüşlük ve
çekingenlikle hareket etmeye mecbur olur ve kalıcı bir iyilik için çalışmak
yerine sadece işlerinin yürümesiyle yetinirler. Örneğin, çok kısa vadeli
sermayeyi alıp kendi sanayilerini geliştirme ve modern makine ve cihazlar
almak amacıyla büyük rakamlar harcamaktan kaçınırlar. Eski makine ve
tezgahlarını hababam zihniyetiyle çalıştırıp piyasaya kötü mallar sevk etmeye
mecbur olurlar. Çünkü amaçları, aldıkları kredi ve faizini geri vermenin yanı
sıra biraz da kendilerine kâr sağlamak olur. Böylece, bu kısa vadeli krediler
nedeniyle piyasada mallara olan talebin azaldığını gören fabrikatör o malın üretimini
azaltır ve kısa süre için bile üretimini eski düzeyde tutmaya cesaret edemez,
zira piyasada söz konusu malın fiyatının düşmesi sonucu iflasın eşiğine
gelmekten korkar.
Ayrıca,
büyük sanayi ve ticari projeler için verilen uzun vadeli kredilerden de alınan
özel faiz miktarı da büyük zararlara yol açar. Bu tür borç veya krediler
genellikle
Hükümetlerin İç Borçları
Şimdi
geliniz, hükümetlerin aldığı iç borçlara bir göz atalım. Yani kendi ihtiyaç ve
çıkarları için halktan aldıkları borçlara bir göz atalım. Bu borçların bir
bölümü kâr güdülmeyen işler için alınır, diğerleri ise kâr getiren işlere
yatırılır.
İlk
tür borçlardan alınan faiz tıpkı ihtiyaç sahiplerinin aldıkları borçtan alınan
faiz gibidir. Hatta, ondan da beterdir. Şöyle ki, bir toplumun doğurduğu,
yetiştirdiği, para kazanacak hale getirdiği, tehlikelerden koruduğu, zarara
uğramasına engel olduğu ve toplumun sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik
düzeninin sağladığı hizmetlerle kendi mesleğini rahatça icra etme ve işini huzur
içinde yürütme imkanı verdiği bir kişi, herhangi bir kârın söz konusu olmadığı
toplumun ihtiyaç duyduğu sırada ve o ihtiyaçların karşılanması halinde herkes
gibi onun da yararlanacağı bir zamanda kendisine borç vermeye yanaşmıyor ve
efendisi olan topluma diyor ki, sen bu paradan ister kâr et ister etme, ben vereceğim
borç için yılda şu kadar faiz; kesinlikle alacağım.
Bu
durum, bir milletin savaşla karşı karşıya geldiği ve diğer vatandaşlar gibi
sermayecinin canı, malı ve namusunun tehlikeye girdiği sırada daha vahim bir
biçim alır. Böyle bir durumda ulusal hazineden yapılan harcamalar, herhangi bir
kârlı işe gitmez, aksine ateşe atılır. Burada maddî çıkar veya kârın sözü bile
olmaz. Bu öyle bir iş için harcanır ki, başarısına ve başarısızlığına tüm
ulusla birlikte sermayecinin de ölümü kalımı bağlıdır. Bu iş için o milletin
her ferdi canını, zamanını ve emeğini harcamakta olup hiç kimse, ulusal
savunmadaki payım için ben yılda ne kâr alacağım diye sormaz. Ne var ki, tüm
ulustan sadece bir sermayeci kendi malını vermeden önce şu şartları ileri
sürer: Her
Diğer
çeşit borçlara gelince, bunların sıradan insanlar ve kuruluşların resmi ve özel
işler için aldıkları borçlardan hiçbir farkı yoktur. Onun için, yukarıda ticari
borç ve kredilerin faizlerine yapılan itirazlar da bunlar için aynen
geçerlidir. Hükümetler genellikle, kâr getiren projeler için uzun vadeli borç
alırlar. Ancak hiçbir hükümet belli bir orandaki faizle borç alırken yurt
içindeki şartlar ve uluslararası olayların hangi yönde gelişeceğini tahmin
edemez ve faizli borçla yaptığı projelerin gelecekte nasıl bir şekil alacağını
da bilemez. Hükümetlerin tahminleri genellikle yanlış çıkar ve ilgili proje çok
kâr getirmesi şöyle dursun, faiz oranı kadar bile kâr edemez. Bunlar,
hükümetlerin malî sıkıntılara girdiği büyük nedenlerden bazısıdır. Hükümetlerin
daha kârlı projeler için yeni yeni yatırım yapmaları şöyle dursun, eski borçlarını
ve faizlerini ödemeleri zaten sorun olur.
Ayrıca,
burada da, daha önce işaret ettiğimiz durum ortaya çıkar. Yani, piyasadaki
rayiç faiz oranı öyle bir sınırlama getiriyor ki, bir iş halk için ne kadar
gerekli ve yararlı olursa olsun, onun altında olması halinde ona hiçbir yatırım
yapılmaz. Yeni yerleşim alanlarının kurulması, çorak toprakların tarıma
kazandırılması, susuz yerlerin sulanması, kırsal alanlarda yol, elektrik ve
sağlık hizmetlerinin sağlanması ve dar gelirli devlet memurları için modern ve
sağlıklı konutların yapılması ve benzeri işler için, kendi başına ne kadar
gerekli olursa olsun ve onların olmayışıyla vatan ve millet ne kadar zarar
ederse etsin, hiç bir hükümet, rayiç faize eşit veya ondan daha yüksek olmayan
bir kâr tahmini yoksa söz konusu işler için yatırımda bulunmaz ve para
harcamaz.
Ayrıca,
bu gibi işlere faizli kredi alınıp yapılan yatırımlarla ilgili gerçek durum,
hükümetin bu faiz yükünü sıradan vatandaşlara yıkma biçiminde oluyor. Vergiler
yoluyla herkesin cebinden dolaylı veya dolaysız şekilde faiz alınıyor ve her
yıl yüz binlerce dolarlık meblağlar toplanıp sermayecilere uzun süre ulaştırılıyor.
Örneğin, diyelim ki bugün
Bu
işlem toplumsal ekonomide servetin akışını yoksullardan varlıklılara çevirir.
Oysa, toplumun refahı bunun varlıklılardan yoksullara akışını
gerektirmektedir. Bu ayıp ve kötülük sadece hükümetlerin kâr getiren borçlar
üzerine ödedikleri faizde değildir; aksine, tüm işadamlarının faizli
işlerindedir. Gayet tabiidir ki, bir tüccar, sanayici veya toprak ağası,
sermayeciye ödenen faizi kendi cebinden ödemiyor. Bunların hepsi bunun
faturasını fakir halktan çıkarıyor, yani mallarına ve ürünlerine zam yaparak.
Fakir halk da ellerindeki ve avuçlarındaki her şeyi milyarderlerin ve
trilyonerlerin ceplerine akıtıyor. Bu ters düzende en çok “yardıma muhtaç” ise
ülkenin en büyük sermayedarıdır, tefecisidir ve bu yardım görevi en çok da,
gecesini gündüzüne katarak ve alın teriyle ekmeğini kazanarak üç kuruş ücret
alan ve ülkenin en “acınacak?” trilyonerinin “payı”nı vermeden
yarı aç çocuklarına bir lokma vermesi haram olan vatandaştır!
Hükümetlerin
Dış Borçları
Son
kalem, hükümetlerin yurtdışından tefecilerden ve sözde malî yardım
kuruluşlarından aldıkları borç veya kredilerdir. Bu tür borçlar genellikle
büyük miktarda olup ve hep milyarlar, trilyonlar ve katrilyonlar olarak hesap
edilir. Hükümetler genellikle bu tür kredileri olağanüstü durumlarda, büyük
sıkıntılarda ve krizlerde oldukları dönemlerde alırlar. Özellikle ulusal
kaynakların ihtiyaçları karşılayamadığı dönemlerde alırlar. Bazen, büyük
miktarda para alıp kalkınma projelerine yatırarak daha çok kâr edecekleri
düşüncesiyle de alırlar. Bu tür borçların faiz oranı %
Bu
tür faizli krediler ve borçlar yukarıda belirttiğimiz tüm sakıncaları taşırlar.
Nasıl ki, kişisel ihtiyaçlar için alınan borçlar, iş ve ticaret borçları ve
hükümetin iç borçlarından pek çok zararlar meydana gelir, bu uluslararası
borçlar da çeşitli zararlara yol açar. Dolayısıyla, biz burada bu zararlar ve sakıncalardan
tekrar bahsedecek değiliz. Ancak borcun bu türü, bütün bu zararların yanı sıra
başka bir kötülük de taşır ki, hepsinden korkunçtur. O da şudur: Bu borçlar nedeniyle
bütün bir milletin malî durumu kötüleşir ve iflasa sürüklenir ve bu durum
uluslararası ekonomiyi de olumsuz yönde etkiler. Ayrıca bunlar yüzünden,
milletler arasında kin, nefret ve düşmanlığın tohumları atılır ve yine bunlar
nedeniyle, kriz içindeki milletlerin genç kuşakları umutsuzluğa kapılıp aşırı
siyasi, kültürel ve ekonomik ideoloji ve felsefelere dört elle sarılırlar ve
kendi ulusal sıkıntılarının çözümünü kanlı bir devrim veya korkunç bir savaşta
aramaya başlarlar.
Gayet
tabiidir ki, malî kaynakları kendi zorlukları ve ihtiyaçları zaten
karşılayamaz halde olan bir millet her yıl
İşte
bu noktada faizin tüm şer ve fitne yaratma gücü doruğa çıkar. Şimdi aklı
başında olan bir kimse faizin tamamıyla yasaklanması gereken bir kötülük ve
rezalet olduğunu kabul etmekte tereddüt edebilir mi? Bunun bu zararlı ve kötü
sonuçlarını gördükten sonra biri Hz. Muhammed
صلي
عليه الله
وسلم bu buyruğunun doğruluğundan şüphe edebilir mi?
“Faiz öyle büyük bir günahtır ki, bunu
[1] Sovyetler Birliğinin yeni miras kanunda evlâtlar, karı, koca,
anne-baba, kardeşler ve evlatlıklar varis olarak kabul edilmiştir. Ayrıca şu
kural da getirilmiştir ki, bir kişi arkasında bıraktığı mal ve mülkünü kendi
yakın ve muhtaç akrabalarına veya kamu kuruluşlarına dağıtılması için vasiyette
bulunabilir, ancak bu hususta akrabalarının hakkı daha üstündür. Sonra, yetişmemiş
evlât veya yoksul varisleri miras hakkından mahrum bırakacak vasiyetler de yasaklanmıştır.
Buna bakıp komünist “ilericeler”in,
[2] Burada bir kişi şöyle bir soru yöneltebilir: Öyleyse, siz toprak
vergisini nasıl caiz sayarsınız, çünkü o da faiz gibi bir şeydir? Ancak bu
itiraz aslında topraktan hektar başına alınan nakit verginin peşinen belirlenmesiyle
ilgili olabilir. Ben bunu caiz saymıyorum ve ben de bunun bir tür faiz olduğuna
inanıyorum. Dolayısıyla, bu itirazın cevabını vermek bana düşmez. Benim görüşüm
şudur: Toprak sahibi ve çiftçi arasında bir ortaklık anlaşması yapılabilir;
yani tarladan alınacak ürün belli bir oranda ikisi tarafından paylaşılabilir.
Böyle bir işlem, ticarî ortaklığa yakındır ve ben bunu caiz kabul ediyorum.
Toprak veya tarladan alınan kiraya gelince, ben bu konuyu “Toprak ve
mülkiyet sorunu” adlı kitapçığımda ayrıntılı olarak anlatmış bulunuyorum.
Bu kitapçıkta hangi tarla kirasının caiz olduğunu anlattığım için buna bu gibi
itirazlar yapılamaz.
[3] Burada şu hususa dikkat edelim ki,
[4]
Burada şu gerçeği hatırlatmakta fayda vardır
ki, İngiliz vatandaşları kendi sermayecilerine, bundan