MODERN BANKACILIK
Faizin kötülükleri ve
sakıncaları bununla bitmiyor. Faizin özünde olan kötülükler çağımızda modern
bankacılık şekline bürünen tefecilik ve kapitalist işlemlerinin eski
yöntemleriyle birkaç kat artmıştır. Bu sistem, eski sarraf ve tefecilerin koltuğuna
çağımızın bankacı ve bankerlerini oturtmuştur ki, onların eline geçen faiz
silahı her zamankinden daha öldürücü ve yıkıcı hale gelmiştir.
İlk Tarihi
Bu yeni tefecilik
sisteminin ruhunu anlamanız için ilk tarihinin gözlerinizin önünde olması gerekmektedir.
Batılı ülkelerde bunun
başlangıcı şöyle olmuştur: Önceleri, kağıt paralarının geçerli olmadığı
dönemlerde insanlar kendi servetlerini altın olarak biriktirir ve bunları
evlerinde saklamak yerine koruma amacıyla kuyumculara yatırırlardı. Kuyumcu her
emanet verene, emaneti kadar altının makbuzunu verirdi. Bu makbuzda, filanca
kuyumcuda filanca altın yatıranın şu kadar altını bulunduğu yazılı olurdu. Bu
makbuzlar zamanla alışveriş, borçların ödenmesi ve hesapların kapatılması için
kullanılmaya başlandı. İnsanlar için bono veya tahvil şeklindeki bu altın
makbuzlarını, fiilen altın alışverişi yerine vermeleri daha kolaydı; yani çoğu
kişi kuyumcuya gidip altını alıp işlem yapmaktan kaçınıyordu. Bir kişinin bu
makbuzu başkasına vermesi, ona altın vermesi gibi bir şeydi. Sonuç itibarıyla,
tüm alışveriş ve ticari işlemler için bu makbuzlar, altının yerini aldı ve çok
az kişi, bir kuyumcuya makbuz karşılığında yatırmış olduğu altını alma
zahmetine girdi. Böyle bir işlem, bir kişinin gerçekten altına ihtiyaç duyduğu
zaman yapılıyordu; aksi takdirde, altınla yapılan tüm işlemlerde mübadele
vasıtası olarak bu kolay taşınır ve hafif kağıt parçalarıyla oluyordu, çünkü
bunlar kimde bulunuyorsa, onun o kadar altına sahip olduğu anlamına geliyordu.
Artık deneyimlerle
kuyumcular gördüler ki, kendilerine yatırılmış olan altınların %
Onların bu kurnazlığı ve
aldatmacası bununla son bulmadı. Bizzat altın kiraya vermek yerine, değerine
karşılık kağıt makbuzlarını dolaşıma koydular. Zira, verdikleri makbuzlar, bir
para değişim aracı olarak altının yaptığı işleri pekalâ yapabiliyordu. Ve
tecrübelerinden dolayı, emanet verilen altının genellikle yalnız onda birinin
geri istendiğini bildikleri için geriye kalan
Gayet tabi ki, bu büyük
bir sahtekarlık ve aldatmacaydı. Bu aldatma ve dolandırıcılıkla kuyumcular ve
sarraflar %
İkinci Aşama
İşte sermayenin aslı
buydu ki, buna dayanarak eski çağların kuyumcu ve sarrafları ile çağımızın
tefecileri ve bankacıları para dünyasının hakimleri oldu. Bundan sonra bir
adım daha attılar ki, bu eskisinden de daha fitneliydi.
Modern tefeciliğin bu
sahte sermaye ile güç kazandığı dönemde batı Avrupa’da bir yandan sanayi, ve
ticaret bir sel şiddetiyle yükselip tüm dünyayı içine almak istiyordu ve diğer
yandan, kültür ve medeniyetin yeni binası inşa ediliyordu ki, bu
üniversitelerden belediyelere kadar hayatın tüm alanlarında onarıma gidilmesini
istiyordu. Böyle bir durumda her türlü ekonomik ve kültürel etkinlikler için
sermayeye ihtiyaç vardı. Yeni sanayi dalları ve ticaretin başlaması için sermayeye
gerek vardı. Daha önceden sürmekte olan iş ve ticaret, gelişmeleri günden güne
artan sermaye ihtiyacını karşılamaya çalışıyordu. Kültür ve medeniyetin gelişmesiyle
ilgili çeşitli bireysel ve toplumsal öneriler başlangıçları ve gelişmeleri
için aynı şeye muhtaçtır. Bütün bu işler için işçiler ve diğer elemanların kendi
bireysel sermayeleri elbette ki, yetersizdi. Artık ister istemez, kültür ve
medeniyetin gelişmesi için gereken yeni kan ancak iki kaynaktan alabilirdi:
Dünün kuyumcusu ve
bugünün tefecilerinde olan sermaye.
Orta ve yüksek sınıfın
gelirlerinden biriktirmiş oldukları sermaye bunlardan ilk tür sermayeyi
oluşturuyordu. Daha önceden faiz yemeye alışık olan tefecilerin elindeki
sermaye buydu; dolayısıyla, bunun bir kuruşunu bile hissedarlık ilkesine
dayalı olarak yatırma imkanı yoktu. Bu şekilde ne kadar para sanayiciler,
tüccarlar ve diğer ekonomik ve kültürel işçi ve elemana ulaştıysa, borç olarak
ulaştı. Şu şartla ki, ister kâr ister zarar etsin, veya kârları az veya fazla
olsun, sermayeciye ve tefeciye belli bir kâr vereceklerdi.
Bundan sonra ancak ikinci
kaynak kalıyordu ki, bundan ekonomi, ticaret, inşaat ve kalkınma alanlarındaki
faaliyetlere sermaye iyi ve sağlıklı bir biçimde akabilirdi. Ne var ki, tefeciler
öyle bir oyun oynadılar ki, bu kaynak da kendilerine geçti ve bunun için kültür
ve ekonomiyle ilgili işlere giden tüm sermaye kapılarını, faizli borç kapısı
hariç kapattılar. Oyunları şuydu: Cazip faiz önerileriyle insanların, kendi
ihtiyaçlarını karşılamalarının dışında biriktirdiklerini veya kendi ihtiyaçlarını
kısarak yaptıkları tasarruflarını kendilerine çekmeye başladılar. Daha önce yukarıda
gördüğünüz gibi, bu kuyumcu ve tefeciler zaten sıkı temas içinde idi ve kendilerine
yatırılan altın ve diğer mallar zaten yanlarında emanet olarak duruyordu. Şimdi
de, bunların kendi sermayelerini işlere yatırdıklarını ve biriktirmiş oldukları
paraların kendilerine gitmek yerine şirketlerin hisselerinin alımı için
kullanıldığını görünce: “Sizler niye bu zahmetlere katlanıyorsunuz?
Böylece, siz kendiniz şirketin işleriyle şahsen meşgul olmak zorunda
kalacaksınız; kendi defterinizi kendiniz tutacaksınız ve her şeyden önce,
zarar etme riskini taşıyacaksınız ve kârdaki iniş çıkışlar da gelirinizi
etkileyecektir. Bunun yerine siz paralarınızı bize yatırın. Biz onları hem
ücretsiz muhafaza edeceğiz, hem hesabını kitabını da yapacağız ve sizden
herhangi bir şey almak yerine size faiz ödeyeceğiz” demeye başladılar.
Bu oyun nedeniyle, biriktirilen paraların %
Bu yöntemle toplumun
kesinkes ikiye bölünmesi tamamlandı. Ekonomi ve medeniyetin tarlalarında
çalışan ve emekleri, çabaları ve yeteneklerine tüm kültürel ve ekonomik
üretimin dayandığı bir kitle bir tarafa ayrıldı. Ve küçük bir topluluk ki,
bütün bu tarlaların sulanması kendisine dayanıyordu, başka tarafa ayrıldı.
Sulayanlar, tarlalarda çalışanlarla ortaklık ve adil bir işbirliğini reddetti
ve tüm suları, toplumsal çıkar için değil, sadece kendi çıkarları ve kendi malî
çıkarlarına göre kullanma politikasını benimsedi.
Bu yöntem de, tüm
dünyaya yayılacak olan Batının bu yeni uygarlığının salt bir maddeci uygarlık
olmasını ve her şeyin değeri ve konumunun belirlenmesinde temel ölçü olarak
faiz oranının belirlenmesini bir kural olarak ortaya koydu. Çünkü, tüm
medeniyet tarlasının dayanağı sermaye denen hayat suyudur ve bu hayat suyunun
her damlasının malî değeri faiz oranına göre belirlenmektedir. Onun için, eğer
tüm medeniyet tarlasına herhangi bir tohum atılacak ve herhangi bir ürün
değere layık olacaksa, ancak dolaylı veya dolaysız bir biçimde en az, burjuva
uygarlığının en büyük lideri olan tefecinin faiz olarak belirlediği oran kadar
malî yarar sağlamalıdır.
Bu yöntem, kalem ve
kılıcın hakimiyetine son verdi ve onların yerine hesap defterlerinin egemenliğini
kurdu. Yoksul çiftçiler ve işçilerden başlayarak en büyük sanayi ve ticaret
kuruluşlarına ve en büyük devlet ve saltanatlara kadar her biri görülmez bir
boyunduruğun altına girdi ve bu boyunduruğun ipi tefecinin eline geçti.
Üçüncü Aşama
Bundan sonra bu topluluk
veya zümre üçüncü adımını attı ve kendi işlerini modern para düzeni dediğimiz
biçime soktu. Bunlar daha önce bireysel olarak çalışıyordu. Gerçi bazı
tefecilerin işleri genişleyerek dev kuruluşlar haline gelmiş ve şubeleri dünyanın uzak
yerlerinde bile açılmıştı. Ancak bunlar değişik odalar veya kuruluşlardı ve
kendi adlarına çalışıyordu. Sonra düşündüler, taşındılar ve çeşitli iş alanları
için nasıl ortak sermayeli şirketler kuruluyorsa, para işlerini yapan
şirketlerin kurulması ve büyük çapta teşkilatlanmaları gerektiğine karar
verdiler. Böylece, bugün tüm dünyanın malî işlerine hakim olan bankalar ortaya
çıktı.
Bu modern para düzeninin
yapısını kısaca şöyle açıklayabiliriz: Bazı sermaye sahipleri bir araya gelip
bir tefeci kuruluşu meydana getiriyor ve bu kuruluşa banka deniliyor. Bu kuruluşta
iki tür sermaye kullanılır. Birincisi, işi kuran hisse sahiplerinin sermayesi.
İkincisi, küçük tasarruf sahipleri, emanet verenler ve mudilerin sermayesi ki,
bu bankanın işi ve adı büyüdükçe artar ve bunun sayesinde bankanın etkisi ve
gücü de artar. Bir bankanın başarısının asıl ölçüsü, kendi ana sermayesi (yani
hisse sahiplerinin sermayesi)nin mümkün olduğu kadar az olması ve
tasarrufçular ile hesap açtıranların paralarının çok olmasıdır. Örneğin,
Pencap Ulusal Bankasını ele alalım. Bu, Hindistan ve Pakistan’ın iki bağımsız
devlet olarak kurulmasından önce en büyük bankalardan biriydi. Bankanın kendi
sermayesi yalnız
Ancak, ilginçtir, banka
bütün işlerini, toplam sermayesinin belki de %
Banka birçok küçük büyük
işler yapar. Bunların bazısı elbette ki, yararlı, gerekli ve geçerlidir. Ancak
asıl işi parayı faizle vermektir. Bankanın niteliği ne olursa olsun, ister
ticarî, ister sınaî veya ziraî olsun, bizzat ticaret, sanayi veya ziraatla
ilgilenmez, aksine tüccarlara ve iş adamlarına para verip faiz alır. Kârının
asıl ve en büyük kaynağı, para yatıranlar veya tasarruf sahiplerinden düşük
faizli sermaye toplayıp işadamlarına yüksek faizli kredi vermesidir.[1] Bu şekilde elde edilen
gelir, hisse sahipleri arasında diğer ticari kuruluşların kâr ve temettü
dağıtımı gibi eşit bir şekilde dağıtılır.
Sonuçlar
Tefeciliğin bu şekilde örgütlenmesinin
sonucu olarak eski çağların bireysel ve dağınık tefecilerine kıyasla bugünkü düzenli
ve örgütlü tefeci ve sermayecilerin onuru, etkileri ve kendilerine olan güveni
arttı ve neredeyse tüm ülkelerin servetleri bunların eline geçti. Artık bankalarda
trilyonluk sermayeler toplanıyor ve bunların tasarrufu birkaç nüfuzlu tefecinin
elinde bulunuyor ve onlar bu şekilde, sadece kendi ülkelerinin değil, tüm
dünyanın ekonomik, kültürel ve siyasal yaşamına tam bir bencillikle egemen
oluyorlar.
Güçlerini şu örnekle
tahmin edebilirsiniz: Hindistan’ın ikiye bölünmesinden önce bu ülkenin
Tefecilerin düzeninin
henüz emekleme devresinde olduğu ve bankalara yatırılan emanet ülke nüfusuna
dağıtıldığında kişi başına
İşte bu “kira”nın
helâl ve temiz olduğu bize inandırılmak isteniyor!
[1] Burada bankaların faaliyetleri ve yöntemleri hakkında biraz bilgi
vermek gerekiyor ki, insanlar işlemlerini iyice anlasınlar:
Bankalara yatırılan emanetler veya açılan hesaplar genellikle iki
türlü olur: Birincisi “sabit” veya vadeli, ikincisi “cari”. İlk
tür hesap en az üç ay veya daha uzun bir süre için açılır. İkincisinde ise her
zaman girdi-çıktı olabiliyor. Bankaların genel bir kuralı vardır: vade ne
kadar uzun olursa, faiz oranı o kadar yüksek, ne kadar kısa olursa, faiz de o
kadar düşük olur. Bazı bankalar cari hesaplar için hiç faiz vermez veya çok az
bir şey verir. Bazı durumlarda ise cari hesap eğer çok işliyor ve sık sık para
yatırılıp çıkarılıyorsa, onlardan banka bazı taleplerde bulunur ve der ki, bu
hesabı açık tutmamız için bize şu kadar ücret ödeyeceksiniz veya belli bir
miktar para hesapta bulunsun ki, faiziyle o hesabın masrafları çıksın.
Banka kendi sermayesinin bir bölümünü (yaklaşık %
Bundan sonra, büyük bir kalem işadamlarına, yatırımcılara,
varlıklı kimselere ve toplumsal kuruluşlara verilen borçlara ayrılır. Bu, bir
bankanın en büyük gelir kaynağıdır. Bundan en yüksek faiz alınır ve her banka,
sermayesinin en büyük bölümünü bu kalemde harcama arzusunda olur. Bankalar genellikle
bu kalemde sermayelerinin %
Bu ayrıntılar gösteriyor ki, bankalar emanet verenlerden
aldıkları ve bizzat yatırdıkları sermayeyi harcadıkları ne kadar kalem varsa,
hepsi toplumun omzuna yükletilen faiz getirici borç veya kredilerdir. Ve daha
sonra emanet verenlere “kâr” adı altında verilen şey de, toplumdan bu
borçlar üzerinden alınan faizin bir bölümü oluyor. Şüphesiz, banka bazı cazip
hizmetler de veriyor ve gelir kaynakları arasında bunların ücreti veya
komisyonu da yer alıyor. Ne var ki, bankanın bu yoldan elde ettiği gelir onun
tüm gelirinin ancak %