EKONOMİ YASALARININ YENİDEN DÜZENLEMESİ VE BUNUN İLKELERİ

Çağın koşullarının değiştiğini kabul ediyoruz. Dünyanın uygarlığı ve ekonomik durumlarında büyük bir devrim ya­şanmıştır ve bu devrim malî ve ticarî işlere apayrı bir şekil vermiştir. Bu durumlarda, İslâmiyet’in ilk döneminde Hicaz, Irak, Suriye ve Mısır’ın kültür, uygarlık ve sosyal koşulları göz önüne alınarak içtihat yoluyla düzenlenen İslâmî yasalar, Müslümanların bugünkü ihtiyaçlarını karşılamaya yetme­mektedir. İslâm hukukçuları o dönemde Şeriat hükümlerine hangi yorumlar getirmişlerse, onlar o zaman çevrelerinde olup biten işler ve koşullarla ilgiliydi. Oysa, bunların birçoğu bugün ortada yoktur ve bugün daha önce hiç olmayan ko­şullar ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, alım-satım, ekonomik ve malî işlerle ilgili eski fıkıh kitaplarımızda yer alan yasa ve ku­rallara elbette ki, ekler yapılması gerekmektedir. Kısacası, İslâmî yasaların ekonomi ve maliye ile ilgili bölümlerinin ye­niden düzenlenmesi konusunda herhangi bir ihtilaf yoktur; ihtilaf sadece, bu düzenlemenin nasıl ve ne biçimde olması konusundadır.

 


Yenilemeden Önce Düşünme Gereği

Sözde yenilikçilerimizin izlediği yola gidilir ve diledikleri şekilde emirler yeniden düzenlenirse, bu aslında İslâm Şeria­tının hükümlerinin yenilenmesi değil, onların tahrifi ve çarpı­tılması olacaktır. Ve bu demektir ki, biz aslında kendi eko­nomik yaşamımızda İslâm’dan dönüyor veya yüz çeviriyoruz. Zira, bu beylerin bizi götürmek istedikleri yol, amaç, ilke ve temelleri açısından İslâm’dan uzaktır. Onların amacı yalnız para, mal mülk kazanmaktır, oysa İslâm’ın hedeflediği helâl kazançtır. Onların amacı, ister yasal ister yasadışı yollarla insanların milyarder ve trilyoner olmasıdır. Oysa, İslâm diyor ki, insan ister trilyoner olsun veya olmasın, kazancı caiz ve helâl olmalı başkalarının hakları yenmemelidir. Onlara göre istediği kadar servet kazanan, ekonomik kaynakları kullanan ve böylece her türlü imkâna, rahata, konfora, lükse, şan ve şöhrete, kuvvet ve iktidara sahip olan kimsenin bencillik, baskı ve zulüm, gaddarlık, yalan, hile ve utanmazlıkla hare­ket ettiğine, başkalarının haklarını yediğine ve kendi kişisel çıkarları için dünyada fitne ve fesat, ahlaksızlık ve fuhuşu yaymak ve insanoğlunu maddî, ahlâki ve manevi felakete sürüklemekten hiç çekinmediğine bakılmaz. Ancak İslâm’ın gözünde başarılı olan kimse iyilik, dürüstlük, iyi niyet ve baş­kalarının hakları ile çıkarlarını göz önünde bulundurarak ek­meğini kazanma mücadelesini verendir. Eğer böyle bir mü­cadelede kendisi trilyoner olmuşsa, bu Allah’ın ihsanıdır. Ancak ömür boyu uğraşmasına rağmen kıt kanaat geçine­bilmiş, giymek için sadece yamalı elbiseler bulabilmiş ve başını sokacak sadece bir çatı bulabilmişse de başarısız de­ğildir. İki görüş açısındaki bu temel faklılık onları, İslâm’dan tamamen uzak ve tamamen kapitalist olan bir yola götürür. Bu yolda yürümek için onlar hangi kolaylıklar, imkânlar ve ayrıcalıklara sahip olmak istiyorsa, onlar İslâm’da yoktur. İslâm’ın ilke ve kurallarını istediğiniz kadar genişletmeye çalı­şınız, bunlar yani, bu ilke ve emirler eğer iddia edilen bir amaç için belirlenmişse, öyle bir amacın elde edilmesi için bunlardan bir takım kural ve yöntemlerin çıkarılması nasıl mümkün olabilir? O halde, bu yolda yürümek isteyen için iyisi, hem dünyayı hem kendi nefsini aldatmaktan vazgeç­mesi ve kapitalist yolda yürümesi için İslâm yerine sadece Batı Avrupa ve Amerika’nın malî ve ekonomik ilke ve kuralla­rına bağlı kalınması gerektiğini iyice anlaması lâzımdır.

Müslüman olan, Müslüman kalmak isteyen, Kur’ân ve Sünnet-i Muhammediyye’ye iman eden ve kendi yaşantıla­rında inançlarına uymak isteyenlere gelince, onların sadece kapitalist sistemin kurum ve kuruluşlarından yararlanmaları yahut, trilyoner tüccar, iş adamı, tefeci ve fabrikatör olmala­rını sağlayacak İslâm yasalarında bazı kolaylıkları sağlayacak yeni ve modern bir nizamnameye ihtiyaçları yoktur. Çağımı­zın ekonomik koşullarına göre ticarî ve malî işlemlerde İs­lâm’ın doğru ve gerçek ilkelerine göre davranabilmeleri ve alışverişlerinde Allah nezdinde hoş olmayan yöntemlerden kurtulmaları ve başka milletlerle muamelelerinde gerçekten zorlandıkları durumlarda İslâm şeriatının izin verdiği bazı istisnalardan yararlanmaları için ise gerçekten böyle bir dü­zenlemeye gerek vardır. Böyle bir amaç için yasaların yeni­den düzenlemesi elbette gereklidir ve İslâm âlimleri bu ihti­yacı karşılamak için büyük çaba harcamalıdır.

İslâm Yasalarını Yenileme Gereği

Fıkıh veya İslâm yasaları, belli bir zaman dilimi, yahut belli durumlarda hangi biçimde düzenlenmişse, o biçimde ilelebet kalan ve zaman, koşullar ve yerlerin değişmesine rağmen onda herhangi bir değişiklik yapılamayan durgun ve değişmez bir kanun veya düzen değildir. İslâm yasalarının böyle olduğunu düşünenler yanlış yapıyorlar. Hatta, bize göre onlar İslâm yasalarının ruhunu bilmemektedir. İslâm’da aslında şeriatın temeli hikmet ve adalet üzerinde kurulmuş­tur. Teşri‘in (kanun çıkarma, düzenleme) asıl amacı Allah kullarının işleri ve ilişkilerini, onlarda direniş ve rekabet yerine işbirliği ve sevecenlik üzerine kurulu bir iş ortaklığının bu­lunmasını sağlayacak bir biçimde düzenlemektir. Böyle bir hukuk düzeninde insanların görev ve hakları adalet ve eşitlik ilkelerine tamamen uygun olarak belirlenir ve toplumsal ya­şantıda herkesin sadece kendi yeteneğine göre yükselmesi için imkanlar sağlanmaz, ayrıca başkalarının kişiliklerinin gelişmesine de yardımcı olunur veya en azından, onların gelişmeleri engellenmez ve daha büyük kargaşalara yol açılmaz. Bu amaçla, Allahû Tealâ insanın doğası ve eşyanın gerçekleriyle ilgili bilgisine dayanarak hayatın her alanıyla ilgili emirler vermiş, ilkeler koymuştur. Ve Rasûlullahصلي الله عليه وسلم  O’nun vermiş olduğu ilimle bu emir ve hükümlerin pratik hayatta uygulanmasının mümkün olduğunu göster­mek amacıyla bize bir model sunmuştur.

Bu emirler belli bir zamanda belli bazı durumlarda veril­miş ve belli bir toplumda uygulanmış olmasına rağmen, sözlerinden ve Rasûlullah  صلي الله عليه وسلم’in bunların yerine getirilmesi için kullandığı yöntemlerden hukukun bazı öyle­sine geniş ve kapsamlı ilke ve kuralları çıkıyor ki, onlar her devirde ve her durumda insan toplumunun adilâne düzen­lenmesi için aynı şekilde yararlı ve uygulanabilirdir. İslâm’da olduğu gibi duran ve değişmez olan işte bu ilke ve kurallar­dır. Artık pratik hayatta karşılaşılan durum ve olaylar için şeriat’ın usullerinden (ana kaynakları) emirleri çıkarmak ve işlerinde şari’i (kanun koyucu) tatmin edecek biçimde uygu­lamak gibi işler her devrin müçtehitlerine aittir. İnsanların bu usullerden çıkarmış olduğu yasalar, şeriat’ın usulleri kadar değişmez nitelikte değildir. Zira, öncekiler insanlar tarafından düzenlenmiş ve sonrakiler Allah tarafından belirlenmiştir. Öncekiler belli bazı durumlar ve olaylar içindir, sonrakiler ise bütün zamanlar mekanlar, durumlar ve olaylar içindir.

 Yenilenmenin Bazı Gerekli Şartları

İslâm’da zamanla durumların değişimi nedeniyle duyu­lan ihtiyaçların karşılanması için şeriat’ın usullerine göre ya­saların ve kuralların hazırlanması için gereken esneklik ta­nınmıştır. Bu konuda her devrin ve her ülkenin müçtehitle­rine içinde bulundukları zaman, mekân ve şartlara göre bazı mantıklı sonuçlar çıkarma ve emir düzenleme yetkileri veril­miştir. Belli bir çağın ulemasına ve hukukçularına tüm za­manlar ve milletler için yasa düzenleme yetkisi verilip başka­larının bu husustaki yetkilerinin kısıtlandığı hiç söylenemez. Ancak bu demek değildir ki, herkes kendi dilek, istek ve he­vesleri doğrultusunda emirleri değiştirme ve bilinen kuralları, abuk sabuk tevillerle bozma ve yasaları kanun koyucunun asıl amacının ötesinde değiştirme özgürlüğüne sahiptir. Bu­nun için bazı şart ve kurallar vardır ki, bazıları şöyledir:

Birinci Şart

Temel inanç ve meselelerle ilgili yasaların düzenlenmesi için ilk önce gerekli olan husus, şeriat’ın ruhunu iyice anla­maktır ve bu ancak Kur’ân-ı Kerim’in öğretileri ile Hz. Pey­gamberصلي الله عليه وسلم   hayatı ve kişiliğini iyice gözden geçir­mekle mümkündür.[1]Bu iki şeyi bir kişi ne kadar derinden biliyor ve kavrıyorsa, o kadar şeriat’ın ruhunu bilecektir ve her zaman basireti ona, değişik yöntemlerden hangisinin şeriat’ın mizacına uygun ve hangisinin aykırı olduğunu gös­terecektir. Bu basiretle, yasa ve emirlerde meydana gelecek değişiklikler yalnız uygun ve ılımlı olmayacak, aynı zamanda, kendi özel konumunda şari’in asıl maksadını tamamlamak amacıyla bizzat şari’in emri kadar yerinde olacaktır. Bu ko­nuda çeşitli örnekler verilebilir. Örneğin, Hz. Ömer, savaş sırasında hiç bir Müslüman’a “had” uygulanmamasını em­retmişti. Nitekim Hz. Saad bin Ebi Vakkas, içki içmiş olan Ebû Mahcen Sakafi’yi affetmişti. Ayrıca, Hz. Ömer kıtlık za­manında herhangi bir hırsızın elinin kesilmemesini de em­retmiştir. Bu şeyler görünüşte şari’in sarih emirlerine aykırı gibi geliyor. Ancak Şeriatın ruhunu bilen bir kişi bu gibi özel durumlarda genel emri bir yana bırakmanın, şari’in amacına tam uygun olduğunu bilir. Bu hususta Hâtip bin Ebi Beltea’nın kölelerinin başına gelen olaydan söz edelim. Bi­lindiği gibi, Mezine kabilesinden biri, Hz. Ömer’e başvurup Hâtib’in kölelerinin devesini çaldığını anlattı. Hz. Ömer önce kölelerin ellerinin kesilmesini emretti. Ancak hemen duru­mun asıl niteliğini anladı ve Hâtib’e şöyle dedi: “Sen bu ga­ribanları aç karınlarıyla çalıştırdın ve onlar öyle bir hale geldi ki, onlardan herhangi biri haram bir şey yese, ona helâl olacaktı” ve köleleri affetti. Sonra Hâtib’e Mezineli adama develerinin parasını ödemesini emretti. Hz. Ömer’in üç defa “boş ol” demekle boşanmanın gerçekleştiğine ilişkin mesele ile ilgili olarak da Hz. Peygamberصلي الله عليه وسلم  ’in zamanında yapılan uygulamadan farklı bir emir verdi. Ancak emirlerdeki bütün bu değişiklikler, şeriat’ın mizacına uygun olarak yapıldığı için kimse bunlara itiraz edemez. Bunun aksine, böyle bir anlayış ve basiret olmaksızın yapılan deği­şiklik şeriat’ın ruhunda dengesizlik yaratmakla kalmaz, ay­rıca, fesada da neden olur.

İkinci Şart

Şeriatın ruhunun anlaşılmasından sonraki önemli koşul şudur: hayatın hangi alanı konusunda kanun çıkarma gereği varsa, onunla ilgili şari’in genel emirleri gözden geçirilmeli, onlarla şari’in ne amaç güttüğü, şari’in hayatın o kesimini nasıl düzenlemek istediği, İslâmî hayatın daha geniş pla­nında bu kesimin konumunun ne olduğunu ve bu konumla ilgili olarak nasıl bir tutum benimsediği öğrenilmelidir. Bu yapılmadan yapılacak kanun, ya da, geçmişteki kanunda meydana getirilecek değişiklik, ekleme veya azaltma, şari’in amacına uygun olmayacak ve böylece, kanunun yönü mer­kezinden uzaklaşmış olacaktır. İslâm hukukunda emirlerin zevahirinden (dış görünümünden) çok amaçlarına önem verilmektedir. Bir fakîh veya İslâm hukukçusunun asıl işi, şari’in maksadı, hikmeti ve maslahatına dikkat etmesidir. Bazen öyle bir durumla karşılaşılıyor ki, (genel koşullar göz önünde bulundurularak verilen) emirlerin zevahirine uyul­ması halinde asıl amaç ortadan kalkmış oluyor. Böyle bir durumda zevahiri bir yana bırakıp şari’in amacına varılabile­cek yol izlenmelidir. Kur’ân-ı Kerim’de emr bi’l marûf ve nehyanil münker ile ilgili nasıl tembihlerde bulunulmuşsa, Hz. Peygamber’deصلي الله عليه وسلم  o şekilde telkinde bulun­muştur. Ancak Rasûlullah صلي الله عليه وسلم, zâlim hükümdar ve yöneticilere karşı baş kaldırılmasını yasaklamıştır. Çünkü, şari’in asıl amacı fesadı, salâh ile değiştirmektir. Eğer bir fiilden daha çok fesat çıkma ihtimali var ve salâh umudu yoksa ondan sakınmak daha iyidir. Allâme İbn Teymiyye’nin hayatının anlatıldığı kitapta deniyor ki, tatar fitnesi (moğol istilâsı) zamanında yiyip içip günlerini gün eden bir topluluğa rastladı. Temiyye’nin arkadaşları topluluğu içki içmekten menetmek istedi, ancak kendisi onlara mani oldu ve şöyle dedi: “Allahû Tealâ, içkiyi fitne ve fesat kapısını kapatmak için haram kılmıştır. Burada ise içki bu zalim güruhu daha büyük bir fitne yani katliam ve yağmadan alıkoymuş du­rumdadır. Dolayısıyla, bunların içki içmelerine karşı çık­mak, şari’in amacına aykırıdır.” Bu demektir ki, olayların nitelik ve özelliklerine göre ilahi emirlerde değişiklikler yapı­labilir. Ancak değişiklik öyle yapılmalıdır ki, şari’in asıl ama­cına uysun, ona aykırı olmasın veya onu aşmasın.

Aynı şekilde, bazı emirler vardır ki, bazı özel durumlar için bazı özel sözcük ve deyimlerle verilmiştir. İslâm hukuk­çularının durumun değişmesine rağmen bu sözcükler ve deyimlerin sınırı içinde kalmaları gerekmez. Aksine, bu söz ve ifadelerle şari’in asıl amacını anlamaya çalışmalı ve bu amaca ulaşmak amacıyla duruma göre yasa ve kurallar dü­zenlemelidirler. Örneğin, Hz. Peygamberصلي الله عليه وسلم    sadaka-yi fıtr olarak bir şinik hurma yahut arpa veya kuru üzüm verilmesini emretmiştir. Bu demek değildir ki, o za­man Medine’de geçerli olan şinikten başka bir ölçek ve bu hububattan başka bir hububat fitre sadakası olarak kullanılmaz. şari’in asıl amacı sadece Ramazan Bayramında varlıklı kişilerin varlıklı olmayan kimseleri ve çoluk çocuklarını sevindirecek kadar sadaka vermesini sağlamaktır. Bu amaç, şari’nin belirtmiş olduğu biçimde ve yöntem ile elde edilebi­lir.

Üçüncü Şart

Ayrıca, şari’in teşri’ usulünü ve yasa çıkarma yöntemini de çok iyi anlamak gerekmektedir ki, zaman ve mekâna göre hüküm ve emirler belirlemek için aynı usul ve yöntem­ler benimsenebilsin. Bu, bir insanın Şeriatın yapısını ve emirlerini tek tek inceleyip ilgili konuları iyice düşünmedikçe elde edilemez. şari’in emirlerinde nasıl bir eşitlik ve denge sağladığı, nasıl insanın doğasını tanıdığı, fesatları ortadan kaldırmak ve hayırlı şeyleri elde etmek için ne gibi yöntemler tavsiye ettiği, insanların işlerini hangi düzene soktuğu, in­sanları yüce amaçlarına nasıl yönlendirdiğini ve aynı za­manda, doğal zaaflarını göz önüne alarak izledikleri yolu nasıl kolaylaştırdığı gibi konular derin düşünceye dalmayı gerektirmektedir ve bu hususta Kur’ân-ı Kerim’deki nassların görünürdeki ve içteki anlamları ve Rasûlullahصلي الله عليه وسلم ’in fiil ve hareketlerinin hikmetlerinin de iyi anlaşılması şarttır. Bu hususu bilen ve din hakkında tam bir bilgiye sahip olan bir kişi durum ve koşullara göre kısmî değişiklikler yapabilir ve hangi konularda nasslar yoksa onlarla ilgili olarak yeni emirler ve kurallar hazırlayabilir. Zira, böyle bir kişi içtihatta bulunurken İslâm’ın teşri’ usulünden (kanun koyma) uzakla­şamayacaktır. Örneğin, Kur’ân-ı Kerim’de sadece Ehl-i Ki­tap’tan cizye alınması emredilmiştir. Ancak sahabeler içtihat yetkisini kullanarak bu emri İran’daki Zerdüştler, Hindis­tan’daki putperestler ve Afrika’daki Berberileri kapsayacak şekilde genişletmiştir. Aynı şekilde, Hülefa-yi Raşidin (dört halife) döneminde çeşitli ülkeler fethedilirken çeşitli millet­lerle ilgili olarak bazı öyle sorunlarla karşılaşıldı ki, bunlarla ilgili olarak Kitap ve Sünnet’te açık emirler yoktu. Eshab-ı Kiram bunlar için kendileri kanunlar düzenledi ve bunlar İslâm Şeriatının ruhu ve usulüne tamamen uygundu.

Dördüncü Şart

Durumlar ve olaylardaki değişiklikler eğer emirlerde de­ğişikliği veya yeni emirlerin çıkarılmasını gerektiriyorsa, iki açıdan incelenmelidir. Birincisi, durumların kendisi nasıldır, özellikleri nedir ve bunda hangi güçler etkendir? İkincisi, İslâmî yasalar açısından bunlarda ne tür değişiklikler mey­dana gelmiştir ve her türlü değişiklikler, emirlerde ne tür değişiklikleri gerektirmektedir?

Örneğin, şu bahsetmekte olduğumuz faiz meselesini ele alalım. Ekonomik yasaların yeniden düzenlenmesi için her şeyden önce bugünkü dünyamıza şöyle bir bakmamız ge­rekmektedir. Biz ekonomi, maliye ve alışverişin modern yöntemlerini enine boyuna inceleyeceğiz. Ekonomik yaşa­mın içinde faal olan güçleri anlamaya çalışacağız. İdeoloji­leri, görüşleri ve ilkelerini öğreneceğiz ve bu ilke ve görüşler fiilen hangi biçimlerde görülüyorsa ve yansıyorsa onlara ba­kacağız. Daha sonra, eskiye oranla bu işlemlerde meydana gelen değişiklikleri İslâm hukukuna göre hangi kategorilere ayrılabileceğini göreceğiz ve her kategori için şeriat’ın ruhu ve amaçları ve teşr’i usulüne göre ne gibi emirlerin ve kural­ların belirlenebileceğine karar vereceğiz.

Ayrıntıları bir yana bıraktıktan sonra biz usulen bu deği­şiklikleri iki kategoriye ayırabiliriz:

1-Aslında medeni ve kültürel koşul ve durumların de­ğişmesiyle ortaya çıkan ve gerçekte, insanın bilimsel ve aklî gelişmesi, ilâhi hazinelerin keşfinin giderek çoğalması ve maddî imkanlar ve kaynakların gelişmesi, ulaşım ve iletişim kolaylıkları, üretim kaynaklarının değişmesi ve uluslararası ilişkilerin genişlemesinin doğal sonuçları olan değişiklikler. Bunlar İslâmî yasalar açısından doğal ve gerçek değişiklik­lerdir. Bunlar ne silinebilir ne de silinmeleri gerekmektedir. Asıl gerekli olan, bunların etkisiyle ekonomik durumlar, malî işlemler ve ticarî alışverişler hangi değişikliğe uğramışsa, onlar için Şeriat kurallarına göre yeni emir ve yasaların çıka­rılmasıdır ki, bunların değişik durumlarında Müslümanlar kendi söz ve hareketlerini İslâm düzenine göre düzenleyebil­sinler.

2-Aslında medenî gelişmenin doğal sonuçları olmayıp dünyanın ekonomik düzenine ve malî işlerine zalim ve gad­dar kapitalistlerin egemen olmaları nedeniyle meydana gelen değişiklikler. Cahiliyye döneminde var olan ve İslâmiyet’in yüz yıllar boyunca zaptetmiş olduğu vahşi kapitalizm[2]şimdi yeniden dünya ekonomisine egemen olmuş uygarlığın ge­lişmiş imkan ve kaynaklarıyla donanıp yine o eski kokuşmuş ideoloji ve görüşlerini yeni biçimleriyle ekonomik hayatın çeşitli alanlarına taşımıştır. Kapitalizmin bu galebesiyle mey­dana gelen değişiklikler aslında İslâmî yasalar açısından do­ğal ve gerçek değişiklikler değildir. Bunlar aslında yapay değişikliklerdir. Güç kullanma suretiyle yok edilebilir ve bun­ların yok edilmesi insanoğlunun mutluluğu ve refahı için gereklidir. Müslüman’ın asıl görevi bütün gücüyle bunları yok etmesi ve ekonomik düzeni İslâm kuralları üzerinde kurma­sıdır. Kapitalizmle savaşma Komünistlerden çok Müslüman­ların görevidir. Komünist sadece ekmeği ile ilgilenir. Oysa, Müslüman için bu din ve ahlâk sorunudur. Komünist yalnız proletarya için savaşır. Müslüman ise tüm insanlık için mü­cadele eder, insanların gerçek yararı için çırpınır ve bu in­sanlar topluluğunda kapitalistler de yer almaktadır. Komü­nistin savaşı kendisi içindir. Müslüman’ın savaşı ise Allah içindir. O halde, Müslüman mevcut vahşi kapitalist sistem ile hiçbir zaman uzlaşamaz. Eğer bir kişi Müslüman ve İslâm’ın gerçek takipçisi ise, bu kadar vahşi ve adaletsiz bir sistemi ortadan kaldırmaya çalışması ve bu savaşta uğrayabileceği her türlü zararı göğüslemesi için Allah tarafından kendisine görev düşmektedir. Ekonomik yaşamın bu alanında İslâm hangi yasayı çıkarırsa, onun gayesi hiç bir zaman Müslü­manların kapitalist düzenle özdeşmelerini, bunun yönetimle­rine katılmalarını ve başarılı olması için imkanların yaratılma­sını kolaylaştırmak olmayacaktır. Aksine tek hedefi Müslü­manları ve tüm dünyayı bunun pisliklerinden korumak, zalim ve yasadışı kapitalizmin gelişmesini sağlayan tüm nedenleri ortadan olacaktır.

Şeriat Hükümlerinin Hafifletilmesine İlişkin Genel Kural

İslâm Hukukunda durumlar ve ihtiyaçlara göre emirlerin sertliğini hafifletmek için hayli imkanlar vardır. Nitekim fıkhın usullerinden biri şudur:

“Zarurat halinde bazı caiz olmayan şeyler caiz olur”, ve “Eğer herhangi bir şeriat hükmünün uygulanmasında güçlükle karşılaşırsa, kolaylık sağlanır.”

Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Nebevi’nin çeşitli yerlerinde şeriat’ın bu kuralına işa­ret edildiğini görüyoruz:

“Allah bir kişiyi ancak gücünün yettiği kadar mükellef  kılar.” (El-Bakara: 286)

“Allah size kolaylığı diler, güçlüğü istemez.” (El-Ba­kara: 185)

“Allah kullarını dinde zorlayıcı değildir.” (El-Hacc:10)

“Allah katında en makbûl din doğru sade ve yumuşak olandır. İslâm’da ne zarara uğramak vardır ne de zarar vermek.” (Hadis)

Demek ki, İslâm’ın kesin kuralı, nerede zorluk ve zarar varsa, orada emirler hafifletilebilir şeklindedir. Ancak bu de­mek değildir ki, her başı sıkışan İslâm’ın emirlerini gelişi gü­zel değiştirsin ve en ufak bir zorlukla karşılaşınca şeriatın emirlerini ve Allah’ın belirlediği hadleri bir yana bıraksın. Bu­nun için de bazı kaide ve usuller vardır ki, şeriat incelendi­ğinde kolaylıkla anlaşılabilir:

Birincisi: Zorluk, çaba ve emeğin ne derecede olduğuna bakılmalıdır. Her zorluk, çaba veya emek elbette ki şer’î zor­luğun kaldırılmasını gerektirmez. Çünkü böyle bir durumda herhangi bir kanun veya kurala gerek kalmaz. Kışın abdest alma zorunluluğu, yazın oruç tutmanın sıkıntısı Hac yolculu­ğunun zorlukları, Cihadın sıkıntıları, tabi ki, bütün bunlar zorluk ve sıkıntılar hanesinde yer alır. Ama, bunlar öyle zor­luklar değildir ki, onlarla ilgili bütün ibadet ve işlemlere son verilsin. Hafifletme veya iptal için o zorluğun veya sıkıntının zararlı olması gerekir. Örneğin, yolculuğun sıkıntıları, hasta­lık durumu, zâlim bir kişinin baskısı ve işkencesi, para sıkın­tısı, beklenmedik bir âfet veya kaza, büyük bir fitne ve fesat veya bedensel bir noksanlık ve sakatlık. Bu gibi özel durum­larda Şeriat bir çok hükmü hafifletmiş olduğu için benzeri hafifletme sebepleri bulunabilir.

İkincisi: Hafifletme, zorluk veya mecburiyetin derecesiyle aynı olmalıdır. Örneğin, eğer bir kişi hastalığı sırasında otu­rup namaz  kılabiliyorsa, onun için yatarak namaz kılması caiz değildir. Eğer bir hasta ramazan ayında sadece on gün tutmayarak sağlığına kavuşabiliyorsa, ona bütün bir ay oruç tutmama izni verilmesi doğru değildir. Eğer bir kişinin canı, içkinin bir yudumu veya herhangi bir haram şeyin bir-iki lokmasıyla kurtuluyorsa, onun bu hayati önem taşıyan içki veya yiyecekten fazla içmesi veya yemesi caiz değildir. Aynı şekilde, bir doktor hastasının mahrem yerlerini ancak gerek­tiği ölçüde görebilir ve muayene edebilir, fazlasını inceleme­sine hakkı yoktur. İşte bu kurala göre tüm hafifletmelerin miktarı ve ölçüsü, zorluk, ihtiyaç ve sıkıntının miktarına göre ayarlanmalıdır.

Üçüncüsü: Herhangi bir zararı gidermek için, aynı öl­çüde veya ondan fazla zarar taşıyan başka bir tedbir kabul edilemez. Yani bu durumda, zararı daha az olan tedbire baş­vurulmalıdır. Buna benzer bir kural da şudur: Herhangi bir fesat veya fesada yol açan bir şeyden kurtulmak için aynı derecede bir fesada girmek caiz değildir. Ancak bir insanın ehven-i şerri kabul etmesine izin vardır. Yani, iki kötülük ara­sından mutlaka bir tanesini seçmesinden başka çaresi yoksa, daha çok kötü olandan kurtulmak için daha az kötüyü seçmelidir.

Dördüncüsü: Kötülüklerden kurtulmak, çıkar sağlamak veya iyilikleri benimsemekten daha iyidir. şeriatta iyilik yap­mak, görevleri yerine getirmek ve hayırlı işler becermekten daha önemli olan hususlar kötülükleri ortadan kaldırmak, haramdan kurtulmak ve fesattan sakınmaktır. Bundan dola­yıdır ki, şeriat, zorluklar söz konusu olduğunda emirlerinde yaptığı indirim veya azaltmaları, yasakların kaldırılması konu­sunda yapmaz. Nitekim, yolculuk ve hastalık gibi durum­larda namaz, oruç ve diğer vâcip şeyler konusunda göster­diği kolaylığı, pis, temiz olmayan ve haram şeylerin kullanımı konusunda göstermez.

Beşincisi: Zorluk veya zararın geçmesiyle hafifletme hükmü de ortadan kalkar. Örneğin, hastalığın sona erme­siyle teyemmüm (susuz abdest alma) kolaylığına da son verilir.

Faiz Konusunda Şeriatın Tanıdığı Kolaylıklar

Yukarıdaki kuralları gözünüzün önünde tutarak bugünkü koşullarda faiz meselesiyle ilgili olarak Şeriatın hükümlerinde ne gibi değişikliklerin yapılabileceği ve hangi kolaylıkların gösterilebileceğini şöyle bir düşünün:

1- Başkalarına parasını vererek bundan faiz almak ve kaçınılmaz bir sıkıntı nedeniyle borçlanarak faiz vermek aynı şey değildir. İnsanlar bazen faizli borç almaya mecbur olabi­lirler; ama paralarını faiz almak veya yemek için başkalarına borç olarak vermeleri gibi bir zorunlulukları yoktur. Borç veren veya faiz alma durumunda olan kişi, ancak varlıklı biri­dir. Şimdi varlıklı birini haramı helâl yapmaya mecbur eden bir zorluk var mıdır?

2-Faizli borç alma ihtiyaçlarının hepsi de zorunluluk kapsamına girmez. Örneğin, sünnet ve evlilik düğünleri, sevinç ve üzüntülerin belirtilmesi için yapılan törenlerde sa­vurganlığa gerek yoktur. Araba almak veya ev yaptırmak da gerçek bir zorunluluk değildir. Lüks eşya almak veya işi bü­yütmek için sermaye toplamak da çok gerekli bir şey değil­dir. Bu ve benzeri “zorunlu” ve “gerekli” olarak tanımlanan işler ki, bunlar için tefecilerden büyük meblağlar borç olarak alınır. Oysa bunlar şeriat açısından hiçbir değer taşımamak­tadır ve bu amaçlar için faiz alanlar büyük günahlara girer. Şeriat ancak “haramın helâle dönüştüğü durumlarda” söz konusu olan zorunluluklar için bir kişiye faizle kredi veya borçlar almasına izin verebilir. Yani faizli borç almaktan başka çare kalmayan büyük bir âfet, can, mal ve namusun tehlikeye girmiş olduğu ve dayanılmaz bir zarar ve sıkıntıyla ilgili gerçek bir zorunluluğun olduğu durumlarda buna im­kan tanımaktadır. Bu gibi durumlarda çaresiz bir Müslü­man’ın faizli kredi alması caiz olacaktır. Ne var ki, halleri vakitleri iyi olmalarına rağmen bu kardeşlerine faizsiz borç vermek bir yana, yardım etmeyenler günaha gireceklerdir. Çünkü kendileri bir kardeşlerinin haram bir iş yapmasına neden olmuş olurlar. Hatta, bence bu vebal tüm bir millet üzerinedir. Çünkü bu millet, zekât ve sadakalar ile vakıfların kurulması ve işletilmesi konusunda gaflet içinde bulunmuş, dolayısıyla buna imkan tanımaktadır bireyleri çaresiz kalmış ve onların kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için tefecilere el açmaktan başka çareleri kalmamıştır.

3-Büyük zorunluluk halinde bile yalnız gerektiği kadar borç alınabilir ve durum düzelir düzelmez böyle bir borçtan kurtulmak şarttır. Çünkü, ihtiyacın giderilmesinden sonra tek bir kuruş faiz vermek bile haramdır. Şimdi, ihtiyacın çok şiddetli olup olmamasına ilişkin karar söz konusu kişinin sağ duyusu ve dindarlık duygusuna bağlıdır. Zaruretin şiddeti de aynı ölçüye bağlıdır. Kişi ne kadar çok dindar Allah’tan kor­kan bir kimse ve imanı ne kadar güçlüyse, bu hususta o kadar dikkatli olacaktır.

4-Kendi ticarî zorunlulukları, ve mallarının korunması, yahut bugünkü ulusal kargaşa nedeniyle kendi geleceklerini güvence altına almak düşüncesiyle bankalara para yatıran, yahut sigorta şirketlerine kendilerini sigorta ettiren veya her­hangi bir kanun veya düzenlemeye göre yardım fonuna kat­kıda bulunmak durumunda olan kimselerin mallarından yılda % 2,5 oranında zekât vermeleri gerekmektedir. Zira, bu olmazsa, toplanan paralar kendileri için pislikten başka bir şey değildir. Böyle kimselerin paraya değil, Allah’a tapmaları gerekir.

5- Banka, sigorta şirketi veya emniyet sandıklarındaki hesaplara göre, istemeyerek sistem gereği oluşan faiz gelirini sermayecilere bırakmak caiz değildir. Zira bu o fesatçıları daha da azdırmak ve güçlendirmek demektir. Doğru yol, bu geliri alıp durumları neredeyse, “haram yemeleri caiz olan kimseler” kadar kötü ve yoksul olan kimselere dağıtmaktır.[3]

Malî alışveriş ve ticari faaliyetlerde faiz tanımı kapsamına giren veya faiz şüphesi taşıyan ne kadar kâr ve gelir varsa onlardan kaçınmak lazımdır. Eğer bu mümkün değilse, yu­karıda beşinci maddede belirtilen yöntem benimsenmelidir. Bu konuda iman sahibi bir Müslüman’ın tercihi, çıkar elde etmek değil, tam aksine, fesadı def etmektir ve olmalıdır. Eğer kendisi Allah’tan korkuyor ve Ahiret gününe inanıyorsa kendisi için haramdan kaçınmak ve Allah’ın gazabından kurtulmak, işinin iyi gitmesi ve malî çıkarlarından daha önemli olmalıdır.

Bu kolaylıklar yalnız bireyler içindir. Bunlar, başkalarına esir olan ve kendi malî ve ekonomik politikalarını belirleye­cek durumda olmayan bütün bir millet için de geçerli olabi­lir. Ancak, kendi sorunlarını kendi çözümleyecek durumda olan bağımsız ve egemen bir Müslüman topluluk veya dev­let, faiz olmadan malî işler, bankacılık, ticaret ve sanayi v.s.nin işleyemeceği ve herhangi bir seçeneğinin olamaya­cağı ispatlanıncaya kadar faiz konusunda herhangi bir özel izin veya kolaylığı isteyemez. Eğer bu şey bilimsel ve pratik yönden yanlış ise ve gerçekten bir malî düzenin faiz olmaksı­zın çok başarılı bir biçimde işlemesi mümkünse batı kapita­lizminin ilke ve kurallarına uyulmasında ısrar etmek, Allah’a karşı isyan bayrağını çekmeye karar vermekten başka bir anlam taşımaz.

 


 



[1]    Burada şuna işaret etmekte yarar vardır ki, çağımızda içtihad kapısının kapan­mış olmasının asıl nedeni, dini eğitimimizden Kur’ân ve Rasûlullah’ın Sallallahu aleyhi vesellem الله عليه وسلم   صلي siretiyle ilgili incelemenin çıkarıl­mış ve yerine sadece fıkhın herhangi bir bölümünün eğitiminin verilmekte olmasıdır. Bu eğitim de yetersizdir. Şöyle ki, din eğitimi alan öğrenciler Kur’ân-ı Kerim ve hadis ile “nass” olarak kesinleşmiş hükümler ve müçtehitlerin bu hükümlerden çıkardıkları yasalar ve kurallar arasındaki fark anlatılmamaktadır. Oysa, bir kişi, Kur’ân ilmini bilgece kavramadıkça ve Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in pratik hayatını iyice inceleme­dikçe İslâm’ın ruhunu ve İslâmî yasaların usullerini anlayamaz. İçtihat için böyle bir şey elzemdir ve bu tüm fıkıh kitaplarını ezberlemekle elde edile-mez.

[2]    Biz burada “kapitalizm” kelimesini bugün bir terim olarak kullanıldığı gibi sı­nırlı bir anlamda değil, bunda saklı olan geniş anlamı da göz önüne ala­rak kullanıyoruz. Kapitalizm terimi itibarıyla Avrupa’nın sanayi devriminin bir ürünüdür; oysa, gerçek kapitalizm veya sermayecilik ve tefecilik çok eski bir şeydir ve insanın kendi medeniyet, kültür ve ahlâkını Şeytan’a dev­rettiği zamandan beri değişik biçimlerde varolmuştur.

[3]    Bu öneriyi, ben özellikle, faizin yoksulların cebinden çıktığını bildiğim için doğru buluyorum. İster hükümetin hazinesi, ister bankalar ve sigorta şirketleri olsun, hepsinin faizinin kaynağı yoksulun cebidir.