DÜZELTMENİN PRATİK BİÇİMİ
Biz bu bölümde faiz olmadan, çağımızın gelişmekte olan bir toplum ve
devletin ihtiyaçları için yeterli olan bir malî düzenin gerçekten kurulup
kurulamayacağından söz edeceğiz.
Bazı
Yanlış Anlamalar
Bu konuyu tartışmadan önce gelin,
İlk yanlış anlama zaten, yukarıdaki sorunun doğduğu husustur. Daha önceki
sayfalarda biz akılcı yollarla faizin yanlış bir şey olduğunu belirttik ve
kanıtlarla da, Allah ve Resûlünün her türlü faizi haram kıldığını ifade ettik.
Bu iki nokta kabul edilirse, insanların, “Bundan vazgeçildiği takdirde
işler yürür mü? Ve bu pratik ve geçerli bir yöntem midir?” diye
sormaları şu demektir: Allah’ın bu saltanatında bir yanlışlık vazgeçilmezdir ve
doğruluk veya dürüstlük geçersiz ve uygulanmaz niteliktedir. Bu, aslında,
doğaya ve düzenine karşı güvensizlik oyudur. Bu demektir ki, biz öylesine bir
kötü ve fasit düzende soluk alıyoruz ki, bunda bizim bazı gerçek
ihtiyaçlarımız, yanlışlıklara ve ahlâksızlıklara bağlanmıştır ve bazı
iyiliklerin kapısı bize bile bile kapatılmıştır. Ya da daha kötüsü, doğa öylesine
eğri ve karmaşıktır ki, kendi yasaları uyarınca yanlış olanlar, onun düzeninde
iyi, hayırlı, gerekli ve uygulanır niteliktedir ve yasaları açısından doğru
olanlar, onun düzeninde kötü ve uygulanmaz niteliktedir!
Acaba gerçekten aklımız, bilimlerimiz, tarihsel deneyimlerimiz doğanın
bu kadar kötü bir anlayışa layık olduğunu gösteriyor mu? Doğanın, kötülüğün
destekçisi ve iyiliğin düşmanı olduğu doğru mudur? Eğer gerçek buysa, eşyanın
iyi olup olmaması ve yanlışlıkla ilgili tüm bahsimize son vermeli ve en iyisi,
hayattan elimizi eteğimizi çekmeliyiz. Çünkü, bu dünyada bizim için başka bir
umut ışığı bulunmuyor. Ancak eğer bizim ve evrenin doğası böyle bir kötümserliğe
layık değilse, biz böyle bir düşünce biçimine son vermeli ve şöyle demekten
vazgeçmeliyiz: “Filanca şey aslında kötüdür, ama onsuz yapılamıyor” ve
“Filanca
şey iyidir, ama uygulanması mümkün değildir.”
Gerçek şu ki, dünyada hangi kural ve yönteme alışılırsa, insanî işler
onlara bağlanıp kalır ve onu değiştirip başka bir yöntemi benimsemek imkânsız
gibi görülür. Kendisi ister doğru ya da yanlış olsun, alışılmış bir adet böyle
bir konuma
girer. Asıl zor olan değişiklik ve değiştirmektir.
Kolaylığın nedeni de alışılmışlıktan başka bir şey değildir. Ne var ki, aptal
insanlar bunda yanılırlar ve bir kere almış yürümüş bir yanlışlığın daima böyle
devam edeceğine, insanî işlerin ancak bunlarla yürüyebileceğine ve başka bir
yöntemin uygulanamayacağına inanırlar.
Bu husustaki ikinci
yanlış anlama, insanların değişiklikteki zorlukların asıl nedenlerini anlamamaları
ve değişikliğin illâ imkansız ve uygulanmaz olduğunda ısrar etmeleridir. Gerçek
şu ki, eğer siz zamanımızda geçerli olan düzene karşı herhangi bir önerinin
uygulanamaz olduğuna inanırsanız, insanların neler yapabileceği konusunda çok
yanlış bir düşünceye sahip olursunuz. Eğer dünyamızda bireysel mülkiyet
hakkının kaldırılması ve toplumsal mülkiyetin geçerlilik kazanması gibi son
derece devrimci bir öneri ve tez uygulanır hale getirilmişse, faizin ortadan
kaldırılması ve yerine zekât gibi gayet tutarlı ve düzenli bir sistemin
uygulanmasıyla ilgili tezin uygulanamayacağını söylemek ne kadar abestir? Tabi,
geçerli bir düzeni değiştirip hayatı yeni bir çizgi üzerinde kurmak onun bunun
işi değildir. Bu işi ancak aşağıdaki iki şartı yerine getirenler başarabilirler:
Birincisi: Gerçekten
eski düzenden dönmüş, hangi öneri veya teze göre yaşam düzenlerinde değişiklik
öngörülüyorsa, ona içtenlikle inanan kimseler.
İkincisi: Taklit değil,
içtihat yeteneğine ve kapasitesine sahip olan kimseler. Yani, onlar eski düzeni
liderleri gibi yürütmeleri için yeterli olan vasat bir yetenek ve kapasiteye
sahip olmamalıdır. Aksine, eskimiş yolları terk edip yeni yollar bulmak için
gerekli olan zekâ, yetenek ve iradeye sahip olmalılar.
Bu iki şart hangi
insanlarda bulunuyorsa, onlar komünizm, nazizm ve faşizm gibi son derece
devrimci ve radikal düzenlerle ilgili ideolojileri hayata geçirebilirler. Bu
şart ve özelliklerden yoksun olanlar ise İslâm’ın önermiş olduğu hayli ılımlı
ve tutarlı değişiklikleri de gerçekleştiremezler;
Bu hususta küçük bir
yanlış anlama daha vardır. Yapıcı eleştiri ve düzeltme önerilerine yanıt olarak
pratik tedbirler ve belli bir uygulama planı istendiği zaman insanlar şaşırır
kalır. Onlara göre bütün bunlar kağıt üzerinde olmalıdır; başka bir deyişle,
lafla peynir gemisi yürütülmelidir. Halbuki, uygulama kağıt üzerinde değil,
yerde ve yere basıldığı zaman olur. Kağıt üzerinde ancak delil ve şahadetlerle
çağımızın yanlışlıklarını belirtmek ve zararlarını sıralamak mümkün olabilir.
Kağıt üzerinde yine uygulanmak istenen düzeltici önlemlerin tutarlığı
belirtilebilir. Uygulama ile ilgili olan sorunlar kağıda dökülürken ancak eski
düzenin yanlış kural ve yöntemlerine nasıl son verilebileceği ve yeni tez ve
planların nasıl uygulanabileceği konusunda insanlara genel bir fikir vermekten
başka bir şey yapılamaz. Şimdi, yap-boz işleminin ayrıntılarının ne olacağı,
bunların kısmî aşamalarının ne olacağı ve her aşamada karşılaşılan sorunların
nasıl çözüleceğine gelince, bu işleri ne kimse peşinen bilebilir ne kimse
bunlarla ilgili kesin cevap verebilir. Eğer siz mevcut düzenin gerçekten yanlış
olduğu ve düzeltme fikrinin makul olduğundan eminseniz uygulama yönünde
adımınızı atın ve işleri, iman ve içtihat yeteneğine sahip kimselerin eline
bırakın. O zaman uygulama ile ilgili ortaya çıkan her yeni sorun orada hemen
halledilecektir. Yerde ve pratik hayatta olacak bir şey kağıt üzerinde nasıl
gösterilebilir?
Bu açıklamadan sonra,
bizim bunu söylememize gerek yoktur ki, bu hususta bizim önereceğimiz şey,
faizsiz malî düzenin tam ve mükemmel bir planı olmayıp, faizin toplumsal malî
işlemlerden çıkarılmasının pratik yönünün ne olacağı ve faizin ortadan kaldırılması
sözünün duyulmayışıyla insanın aklına gelen büyük sorunların nasıl çözümlenebileceğinin
genel bir kavramı ve çerçevesi olacaktır.
Düzeltme
Yolunda İlk Adım
Geçen bölümlerde faizin
kötülükleri ve zararlarından yapılan ayrıntılı bahisten şu husus açıkça ortaya
çıkıyor ki, toplumsal ekonomi ve malî düzendeki bütün bu pürüz ve aksaklıklar,
yasanın faizi yasal kılmasından ortaya çıkmıştır. Gayet tabiidir ki, bir kişi
için faiz kapısı açıksa, o komşusuna faizsiz borç nasıl verecektir? Ve bir iş
adamıyla kâr-zarar ortaklığını niçin kabul edecektir? Ve kendi ulusal
ihtiyaçlarını karşılamak için içtenlikle
yardım elini neden uzatacaktır? Ve evinde biriktirmiş olduğu paraları bir tefeciye
ki, ondan belli bir gelir elde etmeyi umut edecektir, niçin vermeyecektir? Siz,
insanın doğasının kötü eğilimlerinin ortaya çıkmasına ve istediği gibi hareket
etmesine izin verirseniz,
Faiz, insan nefsinin
hangi kötü özelliklerinin sonucuysa, onların kökleri o kadar derin ve ihtiyaçları
öylesine güçlüdür ki, yarım yamalak önlemler ve isteksiz davranışlarla bir toplumda
bu belâya son verilemez. Bu amaç için, İslâm’ın öngördüğü tüm tedbirlerin
alınması ve yine İslâm’ın istediği gibi büyük bir güç ve şiddetle buna karşı
mücadele edilmesi şarttır. İslâm, faiz işlemlerini yalnız ahlâken kınamakla
yetinmez, aksine, bunu bir yandan, dini açıdan haram kılıp bununla ilgili
şiddetli nefret uyandırır ve diğer yandan, nerede İslâm’ın siyasi iktidarı ve
nüfuzu varsa, orada ulusal yasalar uyarınca bunu yasak kılıyor, tüm faiz
işlerini iptal ediyor, faizin alınıp verilmesini, onunla ilgili belgelerin düzenlenmesini
ve buna tanıklık yapmayı, polisin müdahalesini gerektiren ağır ceza suçu olarak
kabul ediyor ve bu iş hafif cezalarla sona ermiyorsa, bu suçu işleyenlerin
katli ve mallarının mü
Faizin
Yok Edilmesinin Sonuçları
Şimdi, içtenlikle faizi
ortadan kaldırmak ve yok etmek isteyenin bütün bunları yapması gerekmektedir.
Zekâtın toplanması ve dağıtılmasıyla ilgili toplumsal düzenin yanı sıra faizin
kanunen yasaklanması malî açıdan üç büyük sonuç verecektir:
Bunun aksine, eğer faiz
yasaklanır ve devlet zekât sistemini kurup toplumun her bireyine, kötü
anlarında kendisine yardım edileceği konusunda güvence verirse, cimrilik ve
para biriktirmenin doğal olmayan neden ve etkenleri ortadan kalkar. İnsanlar
cömertçe kendileri de harcar ve yoksullara da harcamaları için zekât kurumu
aracılığıyla satın alma gücü sağlarlar. Bununla sanayi ve ticaret ilerler.
Sanayi ve ticaretin gelişmesiyle istihdam imkânı da artar. İstihdam
imkanlarının artmasıyla gelirler de artar. Böyle bir atmosferde bir kere
sanayi ve ticaretin kendi kârı o kadar artacaktır ki, dışardan sermaye almasına
gerek kalmayacaktır. Sonra, ne kadar sermayeye ihtiyaç duyarsa, onu bugünkü
koşullara oranla daha kolaylıkla bulacaktır. Çünkü, o zaman, bazı insanların
sandığı gibi, tasarruf yapma işi bitmeyecektir, aksine, bazı kimseler doğuştan
edindikleri alışkanlık nedeniyle para biriktirmeye devam edecektir ve birçok
kişi, gelirlerinin çoğalması ve toplumun genel refahı nedeniyle tasarruf yapmaya
zorlanacaktır. O zaman bu tasarruf herhangi bir cimrilik veya hırs yüzünden
değil, insanların kendi ihtiyaçlarından fazla kazanmaları yüzünden olacaktır.
Onlar İslâm’ın caiz kıldığı harcama alanlarında diledikleri gibi harcama yapmalarına
rağmen epeyce tasarruf yapmış olacaklardır. Ve biriktirilen bu serveti alacak
muhtaç bir kişiyi bulamadıkları için bunu bir tarafta muhafaza edeceklerdir.
Böylece çok iyi şartlarla kendi hükümetine, kendi ülkenin sanayisine, ticaretine
ve hatta, komşu ülkelere sermaye sağlamaya razı olacaklardır.
Şimdi biz kısaca,
faizsiz malî düzende bu iki kesimin nasıl çalışacağı ve işleyeceğini anlatmaya
çalışacağız.
Faizsiz
Malî Düzende Borç Sağlama Biçimleri
Evvelâ, borç sorununu
ele alalım. Zira, insanların en çok merak ettiği ve endişe duyduğu husus,
faizin yasaklanmasıyla borcun sağlanmasının da mümkün olamayacağına ilişkin
inanç ve düşünceleridir. Onun için, biz bu pis engelin kalkması ile borcun
sağlanmasının durmayacağı, hatta, bugünkünden daha kolaylaşacağını ve daha iyi
bir hal alacağını göstermeye çalışacağız.
Kişisel
İhtiyaçlar İçin
Bugünkü düzende kişisel
ihtiyaçlar için borcun sağlanmasının yalnız bir şekli vardır ve oda, bir
fakirin veya muhtacın tefeciden veya hali vakti iyi, mal mülk sahibi bir
kimsenin bankadan faizle borç almasıdır. Her iki durumda borç isteyen herkes
ister günah işleri, ister çar-çur etme, ister gerçek ihtiyaçları için olsun,
tefeciye veya bankaya, paranın aslı ve faizini geri vereceğine dair güvence
vermesi halinde, her amaç için ve her miktarda borç bulabilir. Bunun aksine,
bir borç talibi, kefene muhtaç biri olsa bile, asıl para ve faizi vereceğine
dair güvence veremese, hiç bir yerden tek kuruş borç alamaz. Ayrıca, mevcut
düzende ister bir yoksulun sıkıntısı veya bir zenginin hovardalığı olsun, ikisi
de tefeci veya banka için birer kazanç kaynağıdır. Ve bu bencilliğin yanı sıra
öyle bir katı kalpliliğe rastlanıyor ki, faizli kredi veya borç ağına düşmüş
olan bir kişi için ne asıl paranın geri alınması ve nede faizin tahsil edilmesi
konusunda kolaylık gösteriliyor. Böyle bir kimse, faiz tahsil etmek istediği
zavallı kişinin ne durumda olduğuna bakacak kadar bir yüreğe sahip değildir.
Mevcut düzenin kişisel ihtiyaçlarda borcun sağlanmasıyla ilgili gösterdiği
”kolaylıklar” işte bunlardır. Şimdi gelin, İslâm’ın faizsiz
Bir kere bu düzende
savurganlık ve günahlar için borç alma kapısı kapanacaktır. Çünkü burada, faiz
hevesiyle yerli yersiz borç veya kredi verecek kimse olmayacaktır. Bu durumda
bütün borç alışverişleri kendiliğinden makul ve tutarlı ihtiyaçlarla
sınırlanmış olacak ve çeşitli bireysel durumlarda kesinkes uygun görülen meblağlar
alınıp verilecektir.
Ayrıca, bu düzende borç
verenin, borç alandan herhangi bir biçimde yararlanması caiz olamayacağı için
borçların geri alınması daha kolaylaşacaktır. En az gelirlere sahip olanlar
bile küçük taksitlerle borç yükünden çabuk ve kolayca kurtulabilecektir. Bir arsa,
bir ev veya herhangi bir malı ipotek eden bir kişinin geliri, faizde eriyeceğine
asıl paraya katılacaktır ve bu şekilde, borç parası en kısa zamanda geri alınabilecektir.
Bu kadar kolaylığa rağmen eğer herhangi bir durumda borç geri ödenemezse, Beytü’l-mal
herkesin yardımına koşacak ve borcunun ödenmesine destek sağlayacaktır.
Ve eğer borç alan kişi, geride hiçbir şey bırakmadan ölse de, Beytü’l-mal borcunu
ödemekten sorumlu olacaktır. Bu nedenlerle, zengin ve hali vakti yerinde
olanların herhangi bir muhtaç komşusunun ihtiyaçları için borç vermesi, bugünkü
düzende olduğu kadar zor ve nahoş olmayacaktır.
Bunun üzerine de
herhangi bir Allah’ın kulu kendi mahallesi veya topluluğundan borç alamazsa, Beytü’l-mal’ın
kapısı kendisine açık olacaktır. Kendisi Beytü’l-mal’a gidip kolayca
borç alabilecektir. Ancak şurası unutulmamalıdır ki, bu amaçlar için Beytü’l-mal’dan
borç almak en son çaredir. İslâmî açıdan bireysel ihtiyaçlar için insanların
birbirlerine borç vermeleri, toplum bireylerinin kendi sorumluluğudur ve bir
toplumun sağlığının ölçüsü, zaten bireylerinin bu tür ahlâki sorumluluklarını
kendilerinin hissetmelerine bağlıdır. Eğer bir toplulukta bir kişi kendi
komşularından borç alamıyor ve mecburen Beytü’l-mal’a başvuruyorsa, bu o
topluluğun ahlâki havasının kötü olduğunun bir işaretidir. Bu nedenle, böyle
bir olay Beytü’l-mal’a intikal edince
Kişisel ihtiyaçlar için
borç sağlanmasının başka bir biçimi yine de İslâmî düzende benimsenebilir. O
da, tüm ticari şirketler ile iş kuruluşları işçileri ve diğer personeline karşı
olan yasalar uyarınca asgari sorumlulukları arasında, onların olağandışı
ihtiyaçları halinde onlara borç vermelerinin de yer almasıdır. Ayrıca, hükümet
de personelinin onun üzerindeki böyle bir hakkı olduğunu kabul etmeli ve bunu
cömertçe yerine getirmelidir. Bu husus
İş
Amaçları İçin
Bundan sonra
işadamlarının her gün ihtiyaç duydukları işler için aldıkları borçları ele
alalım. Çağımızda bu amaçlar için ya doğrudan bankalardan kısa vadeli krediler
alınır. Ya da tahviller bozdurulur.[1]Ve her iki durumda bankalar
bunlardan küçük oranda bir faiz alır. Bu ticaretin öylesine önemli bir
ihtiyacıdır ki, bu olmadan iş yürümez. Dolayısıyla işadamları faizin
yasaklanma sözünü işitince evvelâ, günlük ihtiyaçları için borcu nasıl
alabilecekleri düşüncesine kapılırlar. Bankaların faiz alma avantajı
olmayınca, onlar bize neden borç versin ve tahvillerimizi bozsun? Gibi
endişelere kapılırlar. Ancak sorun şudur: Herhangi bir bankada vadesiz olan
tüm mevduatı faizsiz duruyor ve bizzat bu iş adamlarının milyarlarca lirası
faizsiz hesaplarda bulunuyorsa veya yatırılmış durumdaysa o bunlara niçin
faizsiz kredi vermesin ve neden tahvillerini bozmasın? Aslında, banka bunu paşa
paşa kabul etmezse ticaret kanununa göre mudilerine ve müşterilerine bu
kolaylığı sağlamaya mecbur edilecektir. Görev ve sorumlulukları arasında yer
almalıdır.
Aslında, bu iş için
bizzat tüccarların kendi yatırmış olduğu meblağlar yeterli olabilir. Ancak,
ihtiyaç duyulduğunda eğer banka kendi sermayesinden az çok bir para kullanırsa,
bir sakıncası yoktur. Her ne ise, ilke olarak faiz almayan birinin faiz
ödememesi tamamen doğru olup toplumsal ekonomi açısından da yararlıdır. Böyle
bir durumda da, tüccarlar ve işadamları kendi günlük ihtiyaçları için faizsiz
borç bulabilirler.
Şimdi, bu alışverişte
bankanın faiz almaması halinde masraflarını nasıl karşılayacağı sorusuna
gelince bunun cevabı şudur: Cari hesapların tüm paraları bankada mevduat
olarak bulunursa, bu paralardan isteyene faizsiz borç veya kredi vermesi zarar
verici bir işlem olmaktan çıkacaktır. Çünkü, bu durumda hesaplar ve diğer büro
masraflarından çok daha kâr kendisine yatırılan paralardan elde edilecektir.
Diyelim ki, bu işlem uygulanabilir nitelikte değildir, bunda da bir sakınca
yoktur. O zaman banka bu tür hizmetleri için tüm müşteri ve mudilerinden aylık
veya altı aylık bir ücret talep edebilir. Bu ücret bu tür küçük ve cüz’i
masrafların karşılanması için yeterli olacaktır. Bu ücret insanlara ve
kuruluşlara, faizden daha az olacağı için çok iyi gelecektir ve onlar tarafından
seve seve kabul edilecektir.
Hükümetlerin
Gelir Getirmeyen İhtiyaçları İçin
Üçüncü önemli başlık,
hükümetlerin bazen geçici ve beklenmedik durumlar, bazen gelir getirmeyen
ulusal ihtiyaçlar ve bazen de savaşlar için aldığı borçların yer aldığı
başlıktır. Mevcut malî sistemde bütün bu amaçlar için para tamamen borç ve o da
faizli kredi şeklinde alınır. Oysa, İslâmî malî sistemde hükümet kendi
ihtiyacını dile getirdiğinde, milletin bireylerinin bir araya gelip yığınla
para vermeleri pekala imkan dahilindedir. Çünkü, faizin yasaklanması ve zekât
sisteminin işleyişiyle insanlar öylesine mutlu ve müreffeh bir hayat
süreceklerdir ki, kendi tasarruflarını hükümetlerine herhangi bir karşılık
beklemeden vermekte hiç tereddüt etmeyeceklerdir. Buna rağmen gerektiği kadar
para ve malî kaynak bulunmazsa, hükümet açık açık borç isteyecektir ve
insanlar açık yüreklilikle kendisine faizsiz kredi veya borç vereceklerdir.
Diyelim ki, bu şekilde de istenilen para toplanamadıysa İslâmî hükümet
aşağıdaki yollara başvurabilir:
Uluslararası
İhtiyaçlar İçin
Şimdi gelelim uluslararası kredi veya borçlara. Bu hususta
şurası kesin ki, bugünkü faiz yiyici dünyada biz ulusal ihtiyaçlar için hiçbir
yerden faizsiz borç bekleyemeyiz. Dolayısıyla, bütün amaç ve uğraşlarımız
dışardan ve başka milletlerden (en azından bir milletin kendi yağıyla kavrulabileceği
ve bir ülkenin komşu bir ülkeye faizsiz kredi verebileceğini kendimiz
ispatlayıncaya dek) hiçbir borç almama yönünde olmalıdır. Borç vermek işine gelince,
bunun için daha önceki bahsimize bakmak gerekmektedir. Bundan sonra akıllı bir
kimsenin bir kere bizim cesaret ederek kendi ülkemizde faizi yasaklama ve zekât
düzenine dayalı sağlıklı bir malî düzeni kurduysak kısa zamanda bizim dışardan
almamıza gerek kalmayacağını ve bunun da ötesinde çevremizdeki muhtaç
milletlere bile faizsiz krediler verecek duruma gelebileceğimizi kabul etmekte
hiçbir kuşkusu kalmayacaktır. Ve bu örneği dünyanın önüne sunacağımız gün, modern
çağın tarihinde sadece malî ekonomik açıdan değil, siyasi, kültürel, medeni ve
ahlâki açıdan da devrim oluşturucu bir gün olacaktır. O zaman, bizim ve diğer
bütün milletlerin alışverişlerini faize dayandırmama imkânı doğacaktır. Pek
mümkündür ki, dünya milletleri birer birer birbirleriyle faiz almama konusunda
anlaşmalar imzalasın. Uluslararası kamuoyunun, Bretton Woods konusunda
Kâr
Getirici Amaçlar İçin Sermayenin Sağlanması
Borç finansmanından sonra
gelin şimdide planladığımız ve öngördüğümüz düzende iş finansmanının ne
şekiller alacağına bir göz atalım. Bu hususta daha önce işaret ettiğimiz gibi,
faizin kalkması, insanların çaba ve risk her ikisinden kurtulup kendi
sermayelerini güven ve belirli kâr ve garantisiyle bir işe yatırma kapısını
tamamen kapatacaktır. Aynı şekilde, zekât da, sermayelerini ellerinde tutma
veya onların üstüne birer yılan gibi oturmalarını da durduracaktır. Ayrıca,
gerçek bir İslâm Devleti iş başında iken insanların, ihtiyaç fazlası
gelirlerinin boşa gitmesine yol açacak hovardalıkların ve savurganlıkların
kapısı da kapanmış olacaktır. Bundan sonra ihtiyaç fazlası gelirlere sahip tüm
insanların aşağıdaki şu üç yoldan birini seçmelerinden başka bir çaresi kalmayacaktır:
Eğer daha çok gelir elde
etmeye hevesli değillerse, kendi tasarruflarını hayır işler ve sosyal refah
için kullanabilirler. Bu amaçla, ister kendileri bir hayır iş için para
ayırabilirler, ister ulusal kurum ve kuruluşlara bağış ve katkıda bulunabilirler,
ister kamu yararına, genel kalkınma ve reform işlerinde kullanılmak üzere İslâm
Devletine iyi niyet ve içtenlikle devredebilirler. Eğer yönetim gerçekten
halkın güvendiği dürüst, akıllı ve samimi elemanların elinde ise elbette ki,
son seçenek tercih edilecektir. Böylece, toplumsal yarar kalkınma ve refah
işleri için hükümet ve diğer toplumsal kuruluşlar bol miktarda sermaye
bulacaktır. Ve bu sermayeden faiz veya kâr alınması şöyle dursun asıl paranın
geri ödenmesi için bile halktan herhangi bir vergi alınmayacaktır.
Daha çok gelir elde
etmek istemeyen, ancak ihtiyaç fazlası servetlerini kendileri için muhafaza
etmek isteyenler sermayelerini bankaya yatırabilirler ve banka da bunları emanet
olarak almak yerine kendine verilen borç olarak kabul edebilir. Bu durumda
banka, sahiplerine sermayelerini istedikleri zaman veya belirlenen sürede geri
vermekle yükümlü olacaktır. Bununla beraber banka bu borç parasını işe yatırma
ve ondan kâr etme hakkına sahip olacaktır. Bu kârdan herhangi bir payı
hesapları bulunan mudilerine vermek zorunda olmayacaktır. Ve bu tamamen
bankanın kendi kârı olacaktır. İmam Ebû Hanife’nin ticareti büyük bir ölçüde bu
İslâmî yasaya uygundu. İmam-ı Azam’ın doğruluğu ve dürüstlüğü ve olağanüstü
itibarı nedeniyle insanlar paralarını kendisine emanet etmek isterlerdi. İmam
ise bu paraları emanet değil borç olarak kabul eder ve ticarî işlerinde kullanırdı.
Biyografisini yazanların ifadesine göre ölümü üzerine yapılan hesaba göre
şirketinde bu usule göre insanların yatırmış olduğu paranın miktarı
Ve eğer onlar kendi
biriktirmiş oldukları paraları herhangi bir gelir veya kâr getirici işe
yatırmak arzusundaysalar, bunun için izleyecekleri tek bir yol vardır:
Biriktirmiş oldukları paralarını mudarebe veya eşit biçimde kâr-zarar ortaklığı
ilkesine göre ister devlet, ister bankalar vasıtasıyla kârlı işlere yatırsınlar.
Eğer bizzat kendileri
yatırım yapmak istiyorlarsa, herhangi bir işin ortaklık şartlarını kendi
belirlemeleri gerekmektedir. Bu şartlar arasında yasalar uyarınca tarafların
arasında kâr ve zararın dağıtımının hangi oranda olmasının belirlenmesi yer
almalıdır. Buna kıyasla, ortak sermayeye sahip şirkete ortak olmanın tek yolu
doğrudan hisselerini satın almak olacaktır. Alıcılarının şirketten belirli bir
gelir almalarını sağlayan bono, tahvil, senet ve benzeri belgeler ise bu sistemde
hiç olmayacaktır.
Eğer paralarını hükümet
kanalıyla çalıştırmak istiyorlar-sa, gelir sağlayıcı herhangi bir resmi
projenin hissedarı olabilirler. Diyelim ki, hükümet hidro-elektrikle ilgili
bir projeyi gerçekleştirmek istiyor ve bu amaçla gazetelere verdiği ilânlarla
halkı buna katılmaya davet ediyor. Bu proje için sermaye sağlayan kişi, kuruluş
veya bankalar bu işte hükümetle ortak olur ve kârından belirlenen oranda
paylarını alır. Zarar olması halinde bunu hükümet ve diğer ortaklar aynı oranda
paylaşırlar. Hükümet ayrıca, projenin halka ait olan hisselerini birer birer ve
aşamalı olarak satın alma hakkına sahip olur. Bu şekilde,
Ne var ki, mevcut
düzende olduğu gibi, yeni düzende de en uygulanabilir yararlı ve kârlı iş,
üçüncü seçenek olacaktır. Yani, insanlar bankalar aracılığıyla kendi paralarını
kâr getirici işlere yatırsınlar. Bu konuyu biz biraz daha açmak isteriz ki,
faizin ortadan kaldırılmasından sonra bankacılığın nasıl yürüdüğü ve kâr elde
etmek isteyenlerin nasıl tatmin olduğunu gösteren tablo açıkça ortaya çıksın.
Bankacılığın
İslâmi Şekli
Bankacılıkla ilgili
olarak yukarıda yaptığımız bahsin amacı hiçbir zaman bu işin temelden yanlış
olduğu ve caiz olmadığını anlatmak değildi ve ne de olabilir. Gerçek şu ki,
bankacılık da sırf bir şeytani unsurun katılımıyla pisleşmiş olan modern çağın
ve uygarlığın beslediği birçok şey gibi çok yararlı ve önemli bir kurumdur. Bir
kere, bankacılık, bugünkü çağın uygar yaşam ve iş ihtiyaçları bakımından hem
yararlı hem vazgeçilmez hizmetler veren bir sistemdir. Örneğin, paraların bir
yerden başka bir yere havale olarak gönderilmesi, ödemelerin yapılması, dış
ülkelerle ekonomik ve ticarî alışverişteki malî kolaylıklar, değerli eşya ve
mal varlıklarının korunması, kredi mektupları, seyahat çekleri ve senetlerin
alışverişi, şirket hisselerinin satışının düzenlenmesi ve meşgul bir kimsenin
az bir komisyonla bankaya havale ettiği ve her türlü baş ağrılarından
kurtulduğu acente hizmetleri. Bunlar öyle işlerdir ki, mutlaka devam etmelidir
ve bunlar için kalıcı bir kuruluşun olması gereklidir. Ayrıca, toplumun ihtiyaç
fazlası sermayesinin dağınık bir durumda olması yerine bir havuzda toplanması
ve oradan gerektiğinde, yaşamın her kesimine kolayca dağıtılabileceği hususu,
ticaret, sanayi, tarım ve uygarlıkla ekonominin tüm sektörleri için son derece
yararlıdır. Sadece bu değil, bunda sıradan insanlar için de pek çok kolaylıklar
vardır. Onların biriktirmiş olduğu küçük paralarını kâr getirici işlere
yatırmak amacıyla dolaşıp durmaları yerine bu merkezi havuza paralarını
yatırabilirler. Bu havuzda toplanan paralar çeşitli kamu işlerine yatırılabilir
ve onlardan elde edilen kâr kendilerine dağıtılabilir. Ve her şeyden çok,
maliye ve finansmanla ilgili olarak sürekli çalışmaları nedeniyle banka
yöneticileri ve personeli bu alanda öyle bir maharet ve basirete sahip olurlar
ki, bunları en usta ve deneyimli tüccar, sanayici ve işadamı elde edemez. Bu
mahirâne basiret, yalnız bir tefecinin bencilliğine alet edilmeden
işadamlarıyla işbirliğinde kullanılması kaydıyla kendi başına çok değerli ve yararlı
bir özellik olabilir. Ne var ki, bankacılığın bütün bu özellikleri ve yararlarını
altüst edip tüm uygarlığı zehirleyecek kötülükler ve fitnelere dönüştüren şey
faizdir. Buna bir başka fesat da karışmıştır ki, o da şudur: Faiz hevesiyle
bankalara akın edip toplanan sermaye aslında birkaç bencil sermayecinin serveti
oluverir ve bu bencil insanlar da bunu son derece anti-sosyal, yani topluma aykırı
ve zararlı bir biçimde kullanırlar. Bu iki kötülüğün önüne geçilirse,
bankacılık hem temiz bir iş, hem uygarlık için bugünkünden kat kat daha kârlı,
ve kim bilir, bizzat tefeciler için de faiz yiyiciliğine oranla bu ikinci temiz
yöntem, malî açıdan daha yararlı olacaktır.
Faizin yasaklanmasından
sonra bankalarda sermayenin toplanmasının duracağını sananlar yanlış düşünüyor.
Onlara göre faiz beklentisi olmayınca insanlar fazla gelirlerini bankalara
niçin yatırsın? Oysa, bu durumda faiz değilse de, kâr etme beklentisi mutlaka
olacaktır ve kâr imkanı belirsiz ve sınırsız olacağı için genel faiz oranına
göre az kâr etme imkanı ne kadar ise, o kadar fazla kâr imkanı da olacaktır. Bunun
yanı sıra, insanlar, bugün ne için bankalara yöneliyorlarsa, böyle bir durumda
da o hizmetleri sürdüreceklerdir. O halde, bugün bankalara ne kadar sermaye
akıyorsa, o kadar, faizin yasaklanması halinde de akacaktır; hatta, o zaman her
türlü iş büyüme imkanı bulacağı, istihdam imkanı artacağı gelirler de
yükseleceği için bugünkünden daha yüksek miktarda paralar bankalarda toplanacaktır.
Bu toplanan sermayenin
cari hesapta veya talep üzerine para çekme hesabında olan bölümünü, bugün
olduğu gibi, bankalar herhangi bir kâr getirici işe yatıramayacaktır. Bu
nedenle, bu daha çok iki büyük işte kullanılacaktır. Birincisi, günlük alışverişte.
İkincisi, işadamlarına kısa vadeli faizsiz borç vermede ve tahvillerin faiz
alınmadan bozdurulmasında.
Şimdi, bankalara uzun
vade için bırakılan sermayeye gelince, bu mutlaka iki türlü olacaktır:
Birincisi, sahiplerinin kendi mallarını güvence altına almak istediği sermaye.
Bu gibi kimselerin mallarını, yukarıda belirttiğimiz gibi, bankalar borç olarak
alıp kendi işlerine yatırabileceklerdir. İkincisi, sahiplerinin kendi mallarını
bankalar aracılığıyla çeşitli işlere yatırmak istediği sermaye. Her banka, bu sermayeyi
emanet olarak alma yerine, sahibiyle bir ortaklık sözleşmesi malıdır. Bundan
sonra da bunu diğer sermayelerle birlikte mudarebe usulüyle ticarî işlere,
sanayi birimlerine, tarımsal projelere, kamu kuruluşlarına ve devletin kâr
getirici faaliyetlerine yatırabileceklerdir. Ve genellikle, bunun iki büyük
faydası olacaktır. Birincisi, tefecinin çıkarı, iş çıkarıyla birleşecek; dolayısıyla,
işin ihtiyacına göre sermaye ona yardımcı olacaktır ve bugün faiz yiyici
dünyada sık sık meydana gelen ekonomik gerileme veya durgunluğun nedenleri
hemen hemen ortadan kalkacaktır. İkincisi, bugün birbirleriyle çatışma halinde
olan tefecilerin malî çıkarları ile işadamlarının ticarî ve sanayi hedefleri o
zaman birbirleriyle işbirliği yapacaktır ve bu herkesin yararına olacaktır.
Sonra, bankalar bu yollarla kazandıkları kârları, kendi yönetim giderlerini
karşıladıktan sonra belli bir oranda kendi ortakları, hissedarları ve hesap
sahipleri arasında dağıtacaklardır. Bu durumda değişen sadece şu olacaktır:
Bugünkü sisteme göre ortaklara veya hissedarlara kâr veya temettü ve hesap
sahiplerine (mudilere) faiz dağıtılır. O zaman ise, her ikisine kârdan pay
dağıtılacaktır. Şimdi, mudiler belli bir orana göre faiz alırlar. O zaman ise
oran belirlenmeyecek; aksine, ne kadar kâr olursa olsun; ister az veya çok,
hepsi belli bir oranda dağıtılacaktır. Zarar veya iflas riski ve tehlikesi
şimdi ne kadar ise, o zaman da o kadar olacaktır. Şimdi, tehlike ve buna
karşılık sınırsız kâr imkanı her ikisi bankanın hissedarlarına mahsustur. O
zaman ise, bu her ikisi, gerek mudiler gerekse hissedarlara mahsus olacaktır.
Şimdi, bankaların faizin
çekiciliği nedeniyle onlarda toplanan sermayenin birikmiş gücünün fiilen
sadece birkaç tefecinin elinde olduğu şeklindeki zarara gelince, bunu önlemek
için Merkez Bankacılığının tüm işinin Beytü’l-Mal veya devlet bankasının
elinde olması ve yasalarla tüm özel bankalar üzerindeki hükümetin etki imkan
sağlanması gerekmektedir.
Bizim burada sunduğumuz
faizsiz malî sistemin bu genel tablosundan sonra da, faizin yasaklanmasının
uygulanabilir olmadığına ilişkin herhangi bir şüphe kalıyor mu?
[1] Bu, İslâm fıkhında “sifatic” teriminin kullanıldığı şeydir.
Bu iş şöyle yürür: Birbirleriyle alışverişte bulunan aynı zamanda banka ile iş
yapan tüccarlar nakit para ödemeden birbirlerinden büyük miktarda mal borç alır
ve bir ay iki ay veya dört ay aralıklarla tahvil veya borç senedi imzalayıp
verirler. Karşı taraf eğer belirlenen süreye kadar bekleyebiliyorsa, bekler ve
zamanı gelince borç ödenmiş oluyor. Ancak süre bitmeden paraya ihtiyaç duyarsa ikisinin
beraber iş yaptığı bankaya tahvili veya senedi yatırır ve oradan para alıp
işlerini yürütür. Buna tahvil veya sened bozdurma denir.