DÜZELTMENİN PRATİK BİÇİMİ

Biz bu bölümde faiz olmadan, çağımızın gelişmekte olan bir toplum ve devletin ihtiyaçları için yeterli olan bir malî dü­zenin gerçekten kurulup kurulamayacağından söz edeceğiz.

Bazı Yanlış Anlamalar

Bu konuyu tartışmadan önce gelin, sadece bu konuda değil, pratik düzenlemenin her yönüyle ilgili olarak insanların zihnini kurcalayan yanlışlıkları ve yanlış anlamaları ortadan kaldıralım.

İlk yanlış anlama zaten, yukarıdaki sorunun doğduğu husustur. Daha önceki sayfalarda biz akılcı yollarla faizin yanlış bir şey olduğunu belirttik ve kanıtlarla da, Allah ve Resûlünün her türlü faizi haram kıldığını ifade ettik. Bu iki nokta kabul edilirse, insanların, “Bundan vazgeçildiği tak­dirde işler yürür mü? Ve bu pratik ve geçerli bir yöntem midir?” diye sormaları şu demektir: Allah’ın bu saltanatında bir yanlışlık vazgeçilmezdir ve doğruluk veya dürüstlük ge­çersiz ve uygulanmaz niteliktedir. Bu, aslında, doğaya ve düzenine karşı güvensizlik oyudur. Bu demektir ki, biz öyle­sine bir kötü ve fasit düzende soluk alıyoruz ki, bunda bizim bazı gerçek ihtiyaçlarımız, yanlışlıklara ve ahlâksızlıklara bağlanmıştır ve bazı iyiliklerin kapısı bize bile bile kapatılmış­tır. Ya da daha kötüsü, doğa öylesine eğri ve karmaşıktır ki, kendi yasaları uyarınca yanlış olanlar, onun düzeninde iyi, hayırlı, gerekli ve uygulanır niteliktedir ve yasaları açısından doğru olanlar, onun düzeninde kötü ve uygulanmaz nitelik­tedir!

Acaba gerçekten aklımız, bilimlerimiz, tarihsel deneyim­lerimiz doğanın bu kadar kötü bir anlayışa layık olduğunu gösteriyor mu? Doğanın, kötülüğün destekçisi ve iyiliğin düşmanı olduğu doğru mudur? Eğer gerçek buysa, eşyanın iyi olup olmaması ve yanlışlıkla ilgili tüm bahsimize son ver­meli ve en iyisi, hayattan elimizi eteğimizi çekmeliyiz. Çünkü, bu dünyada bizim için başka bir umut ışığı bulunmuyor. Ancak eğer bizim ve evrenin doğası böyle bir kötümserliğe layık değilse, biz böyle bir düşünce biçimine son vermeli ve şöyle demekten vazgeçmeliyiz: “Filanca şey aslında kötü­dür, ama onsuz yapılamıyor” ve “Filanca şey iyidir, ama uygulanması mümkün değildir.”

Gerçek şu ki, dünyada hangi kural ve yönteme alışılırsa, insanî işler onlara bağlanıp kalır ve onu değiştirip başka bir yöntemi benimsemek imkânsız gibi görülür. Kendisi ister doğru ya da yanlış olsun, alışılmış bir adet böyle bir konuma girer. Asıl zor olan değişiklik ve değiştirmektir. Kolaylığın nedeni de alışılmışlıktan başka bir şey değildir. Ne var ki, aptal insanlar bunda yanılırlar ve bir kere almış yürümüş bir yanlışlığın daima böyle devam edeceğine, insanî işlerin an­cak bunlarla yürüyebileceğine ve başka bir yöntemin uygu­lanamayacağına inanırlar.

Bu husustaki ikinci yanlış anlama, insanların değişiklik­teki zorlukların asıl nedenlerini anlamamaları ve değişikliğin illâ imkansız ve uygulanmaz olduğunda ısrar etmeleridir. Gerçek şu ki, eğer siz zamanımızda geçerli olan düzene karşı herhangi bir önerinin uygulanamaz olduğuna inanırsanız, insanların neler yapabileceği konusunda çok yanlış bir dü­şünceye sahip olursunuz. Eğer dünyamızda bireysel mülkiyet hakkının kaldırılması ve toplumsal mülkiyetin geçerlilik ka­zanması gibi son derece devrimci bir öneri ve tez uygulanır hale getirilmişse, faizin ortadan kaldırılması ve yerine zekât gibi gayet tutarlı ve düzenli bir sistemin uygulanmasıyla ilgili tezin uygulanamayacağını söylemek ne kadar abestir? Tabi, geçerli bir düzeni değiştirip hayatı yeni bir çizgi üzerinde kurmak onun bunun işi değildir. Bu işi ancak aşağıdaki iki şartı yerine getirenler başarabilirler:

Birincisi: Gerçekten eski düzenden dönmüş, hangi öneri veya teze göre yaşam düzenlerinde değişiklik öngörülüyorsa, ona içtenlikle inanan kimseler.

İkincisi: Taklit değil, içtihat yeteneğine ve kapasitesine sahip olan kimseler. Yani, onlar eski düzeni liderleri gibi yü­rütmeleri için yeterli olan vasat bir yetenek ve kapasiteye sahip olmamalıdır. Aksine, eskimiş yolları terk edip yeni yol­lar bulmak için gerekli olan zekâ, yetenek ve iradeye sahip olmalılar.

Bu iki şart hangi insanlarda bulunuyorsa, onlar komü­nizm, nazizm ve faşizm gibi son derece devrimci ve radikal düzenlerle ilgili ideolojileri hayata geçirebilirler. Bu şart ve özelliklerden yoksun olanlar ise İslâm’ın önermiş olduğu hayli ılımlı ve tutarlı değişiklikleri de gerçekleştiremezler;

Bu hususta küçük bir yanlış anlama daha vardır. Yapıcı eleştiri ve düzeltme önerilerine yanıt olarak pratik tedbirler ve belli bir uygulama planı istendiği zaman insanlar şaşırır kalır. Onlara göre bütün bunlar kağıt üzerinde olmalıdır; başka bir deyişle, lafla peynir gemisi yürütülmelidir. Halbuki, uygulama kağıt üzerinde değil, yerde ve yere basıldığı zaman olur. Ka­ğıt üzerinde ancak delil ve şahadetlerle çağımızın yanlışlıkla­rını belirtmek ve zararlarını sıralamak mümkün olabilir. Kağıt üzerinde yine uygulanmak istenen düzeltici önlemlerin tutar­lığı belirtilebilir. Uygulama ile ilgili olan sorunlar kağıda dö­külürken ancak eski düzenin yanlış kural ve yöntemlerine nasıl son verilebileceği ve yeni tez ve planların nasıl uygula­nabileceği konusunda insanlara genel bir fikir vermekten başka bir şey yapılamaz. Şimdi, yap-boz işleminin ayrıntıları­nın ne olacağı, bunların kısmî aşamalarının ne olacağı ve her aşamada karşılaşılan sorunların nasıl çözüleceğine gelince, bu işleri ne kimse peşinen bilebilir ne kimse bunlarla ilgili kesin cevap verebilir. Eğer siz mevcut düzenin gerçekten yanlış olduğu ve düzeltme fikrinin makul olduğundan emin­seniz uygulama yönünde adımınızı atın ve işleri, iman ve içtihat yeteneğine sahip kimselerin eline bırakın. O zaman uygulama ile ilgili ortaya çıkan her yeni sorun orada hemen halledilecektir. Yerde ve pratik hayatta olacak bir şey kağıt üzerinde nasıl gösterilebilir?

Bu açıklamadan sonra, bizim bunu söylememize gerek yoktur ki, bu hususta bizim önereceğimiz şey, faizsiz malî düzenin tam ve mükemmel bir planı olmayıp, faizin toplum­sal malî işlemlerden çıkarılmasının pratik yönünün ne ola­cağı ve faizin ortadan kaldırılması sözünün duyulmayışıyla insanın aklına gelen büyük sorunların nasıl çözümlenebile­ceğinin genel bir kavramı ve çerçevesi olacaktır.

Düzeltme Yolunda İlk Adım

Geçen bölümlerde faizin kötülükleri ve zararlarından ya­pılan ayrıntılı bahisten şu husus açıkça ortaya çıkıyor ki, toplumsal ekonomi ve malî düzendeki bütün bu pürüz ve aksaklıklar, yasanın faizi yasal kılmasından ortaya çıkmıştır. Gayet tabiidir ki, bir kişi için faiz kapısı açıksa, o komşusuna faizsiz borç nasıl verecektir? Ve bir iş adamıyla kâr-zarar or­taklığını niçin kabul edecektir? Ve kendi ulusal ihtiyaçlarını  karşılamak için içtenlikle yardım elini neden uzatacaktır? Ve evinde biriktirmiş olduğu paraları bir tefeciye ki, ondan belli bir gelir elde etmeyi umut edecektir, niçin vermeyecektir? Siz, insanın doğasının kötü eğilimlerinin ortaya çıkmasına ve istediği gibi hareket etmesine izin verirseniz, sadece vaaz, telkin ve nasihatlerle bunların dal budak salmalarını ve za­rarlarını durduramazsınız. Ayrıca, burada iş sadece sizin kötü bir eğilimi serbest bıraktığınızla ilgili de değildir. Bunun öte­sinde, yasanız, tam tersine, buna yardımcı olmaktadır ve hükümet bizzat bu kötülüğün üzerinde toplumsal malî dü­zeni beslemekte ve yürütmektedir. Bu durumda, bir takım kısmî değişiklikler ve ufak tefek reformlarla bu kötülüğün önüne geçilmesi nasıl mümkün olacaktır? Bunun önlenmesi için her şeyden önce bu kötülüğün girdiği kapı kapatılmalı­dır. Önce faizsiz malî düzenin tümü oluşturulsun ve daha sonra faiz kendiliğinden ortadan kalkacak, yahut kanunen yasaklanacaktır diye düşünenler, aslında arabayı atın önüne koymak istiyorlar. Oysa, kanunen faiz devam ettikçe, mah­kemeler faizli anlaşma ve sözleşmeleri onaylayıp uyguladıkça ve her evden paranın toplanması ve toplanan paranın faizle işletilmesine imkan sağlayan tefecilerin faizle insanları kan­dırma kapısı açık kaldıkça, faizsiz malî sistemin kurulması ve işlemesi mümkün değildir. Onun için, eğer faizin yasaklan­ması, mevcut faiz sisteminin yerini alacak bir malî düzenin emekleyip büyümesine bağlıysa, emin olun ki, bu şekilde faiz kıyamete kadar yasaklanamayacaktır. Bu iş gerçekten ya­pılmak isteniyorsa, ilk önce faiz kanunen yasaklanmalıdır. Sonra, faizsiz malî düzen kendiliğinden doğacaktır ve ihtiyaç icadın anasıdır atasözü gibi, ihtiyaç, bunun her tarafa yayılıp kök salmasına imkân sağlayacaktır.

Faiz, insan nefsinin hangi kötü özelliklerinin sonucuysa, onların kökleri o kadar derin ve ihtiyaçları öylesine güçlüdür ki, yarım yamalak önlemler ve isteksiz davranışlarla bir top­lumda bu belâya son verilemez. Bu amaç için, İslâm’ın ön­gördüğü tüm tedbirlerin alınması ve yine İslâm’ın istediği gibi büyük bir güç ve şiddetle buna karşı mücadele edilmesi şarttır. İslâm, faiz işlemlerini yalnız ahlâken kınamakla yetinmez, aksine, bunu bir yandan, dini açıdan haram kılıp bununla ilgili şiddetli nefret uyandırır ve diğer yandan, ne­rede İslâm’ın siyasi iktidarı ve nüfuzu varsa, orada ulusal yasalar uyarınca bunu yasak kılıyor, tüm faiz işlerini iptal ediyor, faizin alınıp verilmesini, onunla ilgili belgelerin dü­zenlenmesini ve buna tanıklık yapmayı, polisin müdahalesini gerektiren ağır ceza suçu olarak kabul ediyor ve bu iş hafif cezalarla sona ermiyorsa, bu suçu işleyenlerin katli ve malla­rının müsadere edilmesi gibi cezalar veriyor ve yine, bir başka yandan, zekâtı farz kılıp devlet yoluyla toplanması ve dağıtılmasıyla ilgili düzeni kurmak suretiyle bambaşka bir malî düzenin temelini atıyor. Ve bütün bu tedbirlerle, eğitim ve dâvet ile tebliğ yoluyla sıradan insanları da ıslâh ediyor ki, nefislerinde faiz yiyiciliğe yol açan özellik ve eğilimler bastırıl­sın ve tam aksine, onlarda, toplumda karşılıklı sevgiye dayalı ve cömertçe işbirliğinin ruhunun doğması ve yerleşmesine yardımcı olan özellik ve duyguların oluşması sağlansın.

Faizin Yok Edilmesinin Sonuçları

Şimdi, içtenlikle faizi ortadan kaldırmak ve yok etmek isteyenin bütün bunları yapması gerekmektedir. Zekâtın toplanması ve dağıtılmasıyla ilgili toplumsal düzenin yanı sıra faizin kanunen yasaklanması malî açıdan üç büyük sonuç verecektir:

1-Bunun ilk ve en önemli sonucu, paranın toplanması ve birikmesinin bugünkü fasit şeklinin, doğru ve sağlıklı bir biçime bürünmesidir. Mevcut sistemde paranın birikimi bi­zim toplumsal düzenimizin cimrilik ve her insanda doğal olarak az çok bulunan mal mülk edinme eğilimini hayli abartılı şekilde ve yapay nedenlerle artırması ve insanı kor­kutmak ve teşvik etmek suretiyle gelirinin mümkün olduğu kadar en az bölümünü harcamaya ve en çok bölümünü bi­riktirmeye zorlamasıyla mümkün olmaktadır. Düzen kendi­sini korkutur ve “tasarruf et, çünkü toplumda senin kötü ânında sana yardım edecek kimse yoktur” der. Onu karşı­lığını faiz olarak alacağını belirtmek suretiyle para biriktir­meye teşvik eder. Bu çifte baskıyla kendi ihtiyaçlarını karşı­lamaktan azıcık fazla gelire sahip olan toplumun bütün bi­reyleri harcamalarını kısmaya ve ellerindekini biriktirmeye başlar. Bunun sonucu olarak piyasada ticaret mallarının ve ürünlerinin tüketimi en asgari düzeye iner. Ve gelirler azal­dıkça, sanayi ve ticaretin gelişme imkanları da azalır ve ser­mayenin toplanma imkanları da aynı derecede yok olur. Bir kişi bu gibi yollarla kendi biriktirdiği paralarını artırırken bun­dan yararlanabilecek binlerce kişinin para biriktirmesi şöyle dursun, geçimlerini bile kazanmaları zorlaşır.

Bunun aksine, eğer faiz yasaklanır ve devlet zekât siste­mini kurup toplumun her bireyine, kötü anlarında kendisine yardım edileceği konusunda güvence verirse, cimrilik ve para biriktirmenin doğal olmayan neden ve etkenleri ortadan kalkar. İnsanlar cömertçe kendileri de harcar ve yoksullara da harcamaları için zekât kurumu aracılığıyla satın alma gücü sağlarlar. Bununla sanayi ve ticaret ilerler. Sanayi ve ticaretin gelişmesiyle istihdam imkânı da artar. İstihdam imkanlarının artmasıyla gelirler de artar. Böyle bir atmos­ferde bir kere sanayi ve ticaretin kendi kârı o kadar artacaktır ki, dışardan sermaye almasına gerek kalmayacaktır. Sonra, ne kadar sermayeye ihtiyaç duyarsa, onu bugünkü koşullara oranla daha kolaylıkla bulacaktır. Çünkü, o zaman, bazı in­sanların sandığı gibi, tasarruf yapma işi bitmeyecektir, ak­sine, bazı kimseler doğuştan edindikleri alışkanlık nedeniyle para biriktirmeye devam edecektir ve birçok kişi, gelirlerinin çoğalması ve toplumun genel refahı nedeniyle tasarruf yap­maya zorlanacaktır. O zaman bu tasarruf herhangi bir cimri­lik veya hırs yüzünden değil, insanların kendi ihtiyaçlarından fazla kazanmaları yüzünden olacaktır. Onlar İslâm’ın caiz kıldığı harcama alanlarında diledikleri gibi harcama yapma­larına rağmen epeyce tasarruf yapmış olacaklardır. Ve birikti­rilen bu serveti alacak muhtaç bir kişiyi bulamadıkları için bunu bir tarafta muhafaza edeceklerdir. Böylece çok iyi şartlarla kendi hükümetine, kendi ülkenin sanayisine, ticare­tine ve hatta, komşu ülkelere sermaye sağlamaya razı ola­caklardır.

2-Bunun ikinci sonucu, biriktirilen sermayenin durgun olması yerine akıcı olması ve toplumsal ekonominin tarlala­rına ihtiyaçları olduğu biçimde ve zamanda sürekli olarak akması biçiminde olacaktır. Bugünkü düzende sermayeyi iş sahalarına akmasını teşvik eden şey, faiz hırsıdır. Ama aynı şey durmasına da yol açmaktadır. Çünkü, sermaye genel­likle, faiz oranı yükselsin diye kullanılmayı bekler. Ayrıca, aynı şey sermayenin huyunu, işin huyundan farklılaştırır. Nitekim, iş dünyası, sermayenin gelişini beklerken sermaye diklen­meye ve kasılmaya başlar ve şartlarını ağırlaştırdıkça ağırlaş­tırır. Ve işler aksi iken, sermaye işin peşinden koşar ve çok kolay şartlarla her iyi ve kötü yatırıma katılmaya hazır olur. Ne var ki, faizin kapısı kanunla kapanınca ve tüm sermaye­den yılda % 2,5 zekât alınmaya başlanınca sermayenin bu katı tutumu ve sertliği sona erecektir. Zaten kendisi, makul şartlarla en kısa zamanda bir işe katılma ve durup beklemek yerine her zaman bir işte kullanılma eğiliminde olacaktır.

3-Bunun üçüncü sonucu, iş maliyesi ile borç maliyesi başlıklarının birbirinden tamamen ayrılması şeklinde olacak­tır. Mevcut düzende, ister para alan kişi veya kuruluş kârlı kârsız bir iş için ister herhangi geçici bir zaruret veya uzun vadeli bir plan için para istesin, sermaye sadece tek bir şartla elde ediliyor ki, o da belli bir orandaki faizdir. Yani sermaye­nin sağlanması, hemen hemen ya da tamamen borç veril­mesi şeklinde olur. Ne var ki, faiz yasaklanınca borç sadece kârsız amaçlarla alınıp verilebilecektir; ya da, iş alanında yal­nız geçici ihtiyaçlar için verilecektir. Ve bütün bu işlem, “karz-ı hasen” (faizsiz borç) usulüne göre olacaktır. Diğer amaçlara gelince yani ister sanat ve ticaret, ister hükümetler veya kamu kuruluşlarının kârlı plan ve projeleri için olsun, bunlara sermaye borç verilmesi yerine “mudarebe” (kâr paylaşımı) şeklinde olacaktır.

Şimdi biz kısaca, faizsiz malî düzende bu iki kesimin na­sıl çalışacağı ve işleyeceğini anlatmaya çalışacağız.

Faizsiz Malî Düzende Borç Sağlama Biçimleri

Evvelâ, borç sorununu ele alalım. Zira, insanların en çok merak ettiği ve endişe duyduğu husus, faizin yasaklanma­sıyla borcun sağlanmasının da mümkün olamayacağına ilişkin inanç ve düşünceleridir. Onun için, biz bu pis engelin kalkması ile borcun sağlanmasının durmayacağı, hatta, bu­günkünden daha kolaylaşacağını ve daha iyi bir hal alacağını göstermeye çalışacağız.

Kişisel İhtiyaçlar İçin

Bugünkü düzende kişisel ihtiyaçlar için borcun sağlan­masının yalnız bir şekli vardır ve oda, bir fakirin veya muhta­cın tefeciden veya hali vakti iyi, mal mülk sahibi bir kimsenin bankadan faizle borç almasıdır. Her iki durumda borç iste­yen herkes ister günah işleri, ister çar-çur etme, ister gerçek ihtiyaçları için olsun, tefeciye veya bankaya, paranın aslı ve faizini geri vereceğine dair güvence vermesi halinde, her amaç için ve her miktarda borç bulabilir. Bunun aksine, bir borç talibi, kefene muhtaç biri olsa bile, asıl para ve faizi vereceğine dair güvence veremese, hiç bir yerden tek kuruş borç alamaz. Ayrıca, mevcut düzende ister bir yoksulun sı­kıntısı veya bir zenginin hovardalığı olsun, ikisi de tefeci veya banka için birer kazanç kaynağıdır. Ve bu bencilliğin yanı sıra öyle bir katı kalpliliğe rastlanıyor ki, faizli kredi veya borç ağına düşmüş olan bir kişi için ne asıl paranın geri alınması ve nede faizin tahsil edilmesi konusunda kolaylık gösteriliyor. Böyle bir kimse, faiz tahsil etmek istediği zavallı kişinin ne durumda olduğuna bakacak kadar bir yüreğe sahip değildir. Mevcut düzenin kişisel ihtiyaçlarda borcun sağlanmasıyla ilgili gösterdiği ”kolaylıklar” işte bunlardır. Şimdi gelin, İs­lâm’ın faizsiz sadaka düzeninin bunun üstünden nasıl geldi­ğine bir göz atalım.

Bir kere bu düzende savurganlık ve günahlar için borç alma kapısı kapanacaktır. Çünkü burada, faiz hevesiyle yerli yersiz borç veya kredi verecek kimse olmayacaktır. Bu du­rumda bütün borç alışverişleri kendiliğinden makul ve tutarlı ihtiyaçlarla sınırlanmış olacak ve çeşitli bireysel durumlarda kesinkes uygun görülen meblağlar alınıp verilecektir.

Ayrıca, bu düzende borç verenin, borç alandan herhangi bir biçimde yararlanması caiz olamayacağı için borçların geri alınması daha kolaylaşacaktır. En az gelirlere sahip olanlar bile küçük taksitlerle borç yükünden çabuk ve kolayca kur­tulabilecektir. Bir arsa, bir ev veya herhangi bir malı ipotek eden bir kişinin geliri, faizde eriyeceğine asıl paraya katıla­caktır ve bu şekilde, borç parası en kısa zamanda geri alına­bilecektir. Bu kadar kolaylığa rağmen eğer herhangi bir du­rumda borç geri ödenemezse, Beytü’l-mal herkesin yardı­mına koşacak ve borcunun ödenmesine destek sağlayacak­tır. Ve eğer borç alan kişi, geride hiçbir şey bırakmadan ölse de, Beytü’l-mal borcunu ödemekten sorumlu olacaktır. Bu nedenlerle, zengin ve hali vakti yerinde olanların herhangi bir muhtaç komşusunun ihtiyaçları için borç vermesi, bugünkü düzende olduğu kadar zor ve nahoş olmayacaktır.

Bunun üzerine de herhangi bir Allah’ın kulu kendi ma­hallesi veya topluluğundan borç alamazsa, Beytü’l-mal’ın kapısı kendisine açık olacaktır. Kendisi Beytü’l-mal’a gidip kolayca borç alabilecektir. Ancak şurası unutulmamalıdır ki, bu amaçlar için Beytü’l-mal’dan borç almak en son çaredir. İslâmî açıdan bireysel ihtiyaçlar için insanların birbirlerine borç vermeleri, toplum bireylerinin kendi sorumluluğudur ve bir toplumun sağlığının ölçüsü, zaten bireylerinin bu tür ah­lâki sorumluluklarını kendilerinin hissetmelerine bağlıdır. Eğer bir toplulukta bir kişi kendi komşularından borç alamıyor ve mecburen Beytü’l-mal’a başvuruyorsa, bu o topluluğun ahlâki havasının kötü olduğunun bir işaretidir. Bu nedenle, böyle bir olay Beytü’l-mal’a intikal edince sadece ihtiyaç sahibinin ihtiyacı karşılanmayacaktır. Ayrıca, ahlâk sağlığı dairesine bu “vakâ” hakkında derhal bilgi verilecektir ve daire de, sakinleri kendi komşularının ihtiyacı anında ken­disine yardım ellerini uzatmayan kasabanın sağlığıyla ilgi­lenmeye başlayacaktır. Böyle bir olayın haberi, Sâlih bir ah­lâk düzeninde, bir kolera veya bir vebanın maddeci bir top­lumda yarattığı deprem ve dehşeti yaratacaktır.

Kişisel ihtiyaçlar için borç sağlanmasının başka bir bi­çimi yine de İslâmî düzende benimsenebilir. O da, tüm ticari şirketler ile iş kuruluşları işçileri ve diğer personeline karşı olan yasalar uyarınca asgari sorumlulukları arasında, onların olağandışı ihtiyaçları halinde onlara borç vermelerinin de yer almasıdır. Ayrıca, hükümet de personelinin onun üzerindeki böyle bir hakkı olduğunu kabul etmeli ve bunu cömertçe yerine getirmelidir. Bu husus sadece ahlâki yönden önemli değil, aynı zamanda ekonomik ve siyasi öneme de sahiptir. Eğer siz kendi personelinize ve işçilerinize faizsiz borç imkanı sağlarsanız, siz onlara sadece bir yıl iyilik yapmış olmayacak­sınız, ayrıca çalışanınızı sıkıntıya, yoksulluğa, bedensel eziyet ve maddî zararlara sokan büyük nedenlerden birini de kal­dırmış olacaksınız. Onları bu belâlardan kurtarın. Onların maddî açıdan rahatlamaları, güçlerini ve çalışma hevesini artıracaktır. Onların mutluluğu onları fitneli ve fesatçı ideolo­jilerden kurtaracaktır. Bunun kârı belki de hesap defterlerine hiç geçmeyecektir. Ancak biri, aklın görme yeteneğine sahip olursa, genel olarak sadece tüm toplum için değil, bireysel olarak her sermayeci fabrikatör ve her ekonomik siyasi ku­ruluş için bunun kârının, maddeci nizamda sadece ahmakça bir dar görüşlülük nedeniyle tahsil edilen faizden çok daha değerli olduğunu kolayca görebilecektir.

İş Amaçları İçin

Bundan sonra işadamlarının her gün ihtiyaç duydukları işler için aldıkları borçları ele alalım. Çağımızda bu amaçlar için ya doğrudan bankalardan kısa vadeli krediler alınır. Ya da tahviller bozdurulur.[1]Ve her iki durumda bankalar bunlar­dan küçük oranda bir faiz alır. Bu ticaretin öylesine önemli bir ihtiyacıdır ki, bu olmadan iş yürümez. Dolayısıyla işa­damları faizin yasaklanma sözünü işitince evvelâ, günlük ihtiyaçları için borcu nasıl alabilecekleri düşüncesine kapılır­lar. Bankaların faiz alma avantajı olmayınca, onlar bize ne­den borç versin ve tahvillerimizi bozsun? Gibi endişelere ka­pılırlar. Ancak sorun şudur: Herhangi bir bankada vadesiz olan tüm mevduatı faizsiz duruyor ve bizzat bu iş adamlarının milyarlarca lirası faizsiz hesaplarda bulunuyorsa veya yatırıl­mış durumdaysa o bunlara niçin faizsiz kredi vermesin ve neden tahvillerini bozmasın? Aslında, banka bunu paşa paşa kabul etmezse ticaret kanununa göre mudilerine ve müşte­rilerine bu kolaylığı sağlamaya mecbur edilecektir. Görev ve sorumlulukları arasında yer almalıdır.

Aslında, bu iş için bizzat tüccarların kendi yatırmış ol­duğu meblağlar yeterli olabilir. Ancak, ihtiyaç duyulduğunda eğer banka kendi sermayesinden az çok bir para kullanırsa, bir sakıncası yoktur. Her ne ise, ilke olarak faiz almayan biri­nin faiz ödememesi tamamen doğru olup toplumsal eko­nomi açısından da yararlıdır. Böyle bir durumda da, tüccar­lar ve işadamları kendi günlük ihtiyaçları için faizsiz borç bulabilirler.

Şimdi, bu alışverişte bankanın faiz almaması halinde masraflarını nasıl karşılayacağı sorusuna gelince bunun ce­vabı şudur: Cari hesapların tüm paraları bankada mevduat olarak bulunursa, bu paralardan isteyene faizsiz borç veya kredi vermesi zarar verici bir işlem olmaktan çıkacaktır. Çünkü, bu durumda hesaplar ve diğer büro masraflarından çok daha kâr kendisine yatırılan paralardan elde edilecektir. Diyelim ki, bu işlem uygulanabilir nitelikte değildir, bunda da bir sakınca yoktur. O zaman banka bu tür hizmetleri için tüm müşteri ve mudilerinden aylık veya altı aylık bir ücret talep edebilir. Bu ücret bu tür küçük ve cüz’i masrafların karşılan­ması için yeterli olacaktır. Bu ücret insanlara ve kuruluşlara, faizden daha az olacağı için çok iyi gelecektir ve onlar tara­fından seve seve kabul edilecektir.

Hükümetlerin Gelir Getirmeyen İhtiyaçları İçin

Üçüncü önemli başlık, hükümetlerin bazen geçici ve beklenmedik durumlar, bazen gelir getirmeyen ulusal ihti­yaçlar ve bazen de savaşlar için aldığı borçların yer aldığı başlıktır. Mevcut malî sistemde bütün bu amaçlar için para tamamen borç ve o da faizli kredi şeklinde alınır. Oysa, İslâmî malî sistemde hükümet kendi ihtiyacını dile getirdi­ğinde, milletin bireylerinin bir araya gelip yığınla para ver­meleri pekala imkan dahilindedir. Çünkü, faizin yasaklan­ması ve zekât sisteminin işleyişiyle insanlar öylesine mutlu ve müreffeh bir hayat süreceklerdir ki, kendi tasarruflarını hü­kümetlerine herhangi bir karşılık beklemeden vermekte hiç tereddüt etmeyeceklerdir. Buna rağmen gerektiği kadar para ve malî kaynak bulunmazsa, hükümet açık açık borç isteye­cektir ve insanlar açık yüreklilikle kendisine faizsiz kredi veya borç vereceklerdir. Diyelim ki, bu şekilde de istenilen para toplanamadıysa İslâmî hükümet aşağıdaki yollara başvurabi­lir:

1-Elinde bulunan tüm zekât paralarını ve gelirlerin beşte birini kullanır.

2-Milletin fertlerini mecburi askerliğe tabi tutmak ve on­lardan binalarını, motorlu araçlarını ve diğer şeylerini zap­tetme gibi haklara ne kadar sahipse tüm bankalardan ken­dilerine yatırılmış olan emanet paralarının bir bölümünü bir direktifle alır.

3-En son çare olarak aslında iç borçlanmanın başka bir çeşidi olan kendi ihtiyacına göre para basma yöntemiyle işlerini yürütür. Ancak bu vazgeçilmez durumlarda benimse­nen en son çaredir ve sakıncaları çoktur.

Uluslararası İhtiyaçlar İçin

Şimdi gelelim  uluslararası kredi veya borçlara. Bu hu­susta şurası kesin ki, bugünkü faiz yiyici dünyada biz ulusal ihtiyaçlar için hiçbir yerden faizsiz borç bekleyemeyiz. Dolayı­sıyla, bütün amaç ve uğraşlarımız dışardan ve başka millet­lerden (en azından bir milletin kendi yağıyla kavrulabileceği ve bir ülkenin komşu bir ülkeye faizsiz kredi verebileceğini kendimiz ispatlayıncaya dek) hiçbir borç almama yönünde olmalıdır. Borç vermek işine gelince, bunun için daha önceki bahsimize bakmak gerekmektedir. Bundan sonra akıllı bir kimsenin bir kere bizim cesaret ederek kendi ülkemizde faizi yasaklama ve zekât düzenine dayalı sağlıklı bir malî düzeni kurduysak kısa zamanda bizim dışardan almamıza gerek kalmayacağını ve bunun da ötesinde çevremizdeki muhtaç milletlere bile faizsiz krediler verecek duruma gelebileceği­mizi kabul etmekte hiçbir kuşkusu kalmayacaktır. Ve bu örneği dünyanın önüne sunacağımız gün, modern çağın tarihinde sadece malî ekonomik açıdan değil, siyasi, kültü­rel, medeni ve ahlâki açıdan da devrim oluşturucu bir gün olacaktır. O zaman, bizim ve diğer bütün milletlerin alışve­rişlerini faize dayandırmama imkânı doğacaktır. Pek müm­kündür ki, dünya milletleri birer birer birbirleriyle faiz almama konusunda anlaşmalar imzalasın. Uluslararası kamuoyunun, Bretton Woods konusunda 1945 İngiltere’sinde olduğu gibi faiz yiyiciliğine karşı nefretini belli edeceği günü görmemiz de pek uzakta değildir. Bu bir hayal değildir. Aksine, bugün de dünyanın düşünen kafaları uluslararası borçlardan faiz alınmasının dünya politikası ve ekonomisini çok olumsuz olarak etkilediğini düşünmektedir. Dünyanın müreffeh ülke­leri bugünkü tutum ve davranışlarını terk ederek ihtiyaç faz­lası servetlerini yoksun, müflis ve perişan ülkelere kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlamak amacıyla iyi niyet ve içtenlikle harcarlarsa bunun çifte yararını görürler. Siyasi ve medenî açıdan uluslararası gerginlikler ortadan kalkacak ve yerini sevgi ve dostluklar alacaktır. Ve ekonomik açıdan, perişan ve iflas etmiş bir ülkenin kanını emmek yerine mü­reffeh ve zengin bir ülke ile iş yapmak kat kat daha kârlı ola­caktır. Bu akıllı ve hikmetli şeyleri düşünenler ve düşün­mekte ve söyleyenler söylemektedir. Ancak bütün iş artık dünyada önce kendi içindeki faiz yiyiciliğine son verdikten sonra uluslararası alışverişlerden de bunu fiilen kaldıran akıllı ve uzağı gören bir milletin ortaya çıkmasına kalmaktadır.

 

Kâr Getirici Amaçlar İçin Sermayenin Sağlanması

Borç finansmanından sonra gelin şimdide planladığımız ve öngördüğümüz düzende iş finansmanının ne şekiller ala­cağına bir göz atalım. Bu hususta daha önce işaret ettiğimiz gibi, faizin kalkması, insanların çaba ve risk her ikisinden kurtulup kendi sermayelerini güven ve belirli kâr ve garanti­siyle bir işe yatırma kapısını tamamen kapatacaktır. Aynı şekilde, zekât da, sermayelerini ellerinde tutma veya onların üstüne birer yılan gibi oturmalarını da durduracaktır. Ayrıca, gerçek bir İslâm Devleti iş başında iken insanların, ihtiyaç fazlası gelirlerinin boşa gitmesine yol açacak hovardalıkların ve savurganlıkların kapısı da kapanmış olacaktır. Bundan sonra ihtiyaç fazlası gelirlere sahip tüm insanların aşağıdaki şu üç yoldan birini seçmelerinden başka bir çaresi kalmaya­caktır:

Eğer daha çok gelir elde etmeye hevesli değillerse, kendi tasarruflarını hayır işler ve sosyal refah için kullanabi­lirler. Bu amaçla, ister kendileri bir hayır iş için para ayırabi­lirler, ister ulusal kurum ve kuruluşlara bağış ve katkıda bu­lunabilirler, ister kamu yararına, genel kalkınma ve reform işlerinde kullanılmak üzere İslâm Devletine iyi niyet ve içten­likle devredebilirler. Eğer yönetim gerçekten halkın güven­diği dürüst, akıllı ve samimi elemanların elinde ise elbette ki, son seçenek tercih edilecektir. Böylece, toplumsal yarar kal­kınma ve refah işleri için hükümet ve diğer toplumsal kuru­luşlar bol miktarda sermaye bulacaktır. Ve bu sermayeden faiz veya kâr alınması şöyle dursun asıl paranın geri öden­mesi için bile halktan herhangi bir vergi alınmayacaktır.

Daha çok gelir elde etmek istemeyen, ancak ihtiyaç fazlası servetlerini kendileri için muhafaza etmek isteyenler sermayelerini bankaya yatırabilirler ve banka da bunları emanet olarak almak yerine kendine verilen borç olarak ka­bul edebilir. Bu durumda banka, sahiplerine sermayelerini istedikleri zaman veya belirlenen sürede geri vermekle yü­kümlü olacaktır. Bununla beraber banka bu borç parasını işe yatırma ve ondan kâr etme hakkına sahip olacaktır. Bu kâr­dan herhangi bir payı hesapları bulunan mudilerine vermek zorunda olmayacaktır. Ve bu tamamen bankanın kendi kârı olacaktır. İmam Ebû Hanife’nin ticareti büyük bir ölçüde bu İslâmî yasaya uygundu. İmam-ı Azam’ın doğruluğu ve dü­rüstlüğü ve olağanüstü itibarı nedeniyle insanlar paralarını kendisine emanet etmek isterlerdi. İmam ise bu paraları emanet değil borç olarak kabul eder ve ticarî işlerinde kulla­nırdı. Biyografisini yazanların ifadesine göre ölümü üzerine yapılan hesaba göre şirketinde bu usule göre insanların ya­tırmış olduğu paranın miktarı 50 milyon dirhemi bulduğu tespit edildi. İslâmî usule göre eğer bir kişi, birine bir şey emanet ederse, emanetçi bunu kullanamaz, ancak emanet kaybolursa tazminat ödemesi gerekmez. Oysa aynı mal borç olarak verilirse, borç alan onu kullanma ve ondan yarar­lanma hakkına sahiptir ve zamanı gelince geri ödemekle yükümlüdür işte bankalar bu ilke üzerine hala çalışabilirler.

Ve eğer onlar kendi biriktirmiş oldukları paraları her­hangi bir gelir veya kâr getirici işe yatırmak arzusundaysalar, bunun için izleyecekleri tek bir yol vardır: Biriktirmiş oldukları paralarını mudarebe veya eşit biçimde kâr-zarar ortaklığı ilkesine göre ister devlet, ister bankalar vasıtasıyla kârlı işlere yatırsınlar.

Eğer bizzat kendileri yatırım yapmak istiyorlarsa, her­hangi bir işin ortaklık şartlarını kendi belirlemeleri gerek­mektedir. Bu şartlar arasında yasalar uyarınca tarafların ara­sında kâr ve zararın dağıtımının hangi oranda olmasının be­lirlenmesi yer almalıdır. Buna kıyasla, ortak sermayeye sahip şirkete ortak olmanın tek yolu doğrudan hisselerini satın almak olacaktır. Alıcılarının şirketten belirli bir gelir almalarını sağlayan bono, tahvil, senet ve benzeri belgeler ise bu sis­temde hiç olmayacaktır.

Eğer paralarını hükümet kanalıyla çalıştırmak istiyorlar-sa, gelir sağlayıcı herhangi bir resmi projenin hisse­darı olabilirler. Diyelim ki, hükümet hidro-elektrikle ilgili bir projeyi gerçekleştirmek istiyor ve bu amaçla gazetelere ver­diği ilânlarla halkı buna katılmaya davet ediyor. Bu proje için sermaye sağlayan kişi, kuruluş veya bankalar bu işte hükü­metle ortak olur ve kârından belirlenen oranda paylarını alır. Zarar olması halinde bunu hükümet ve diğer ortaklar aynı oranda paylaşırlar. Hükümet ayrıca, projenin halka ait olan hisselerini birer birer ve aşamalı olarak satın alma hakkına sahip olur. Bu şekilde, 40-50 yılda hidro-elektriğin bütün bu projesi veya sistemi tamamıyla devletin eline geçmiş olur.

Ne var ki, mevcut düzende olduğu gibi, yeni düzende de en uygulanabilir yararlı ve kârlı iş, üçüncü seçenek olacaktır. Yani, insanlar bankalar aracılığıyla kendi paralarını kâr geti­rici işlere yatırsınlar. Bu konuyu biz biraz daha açmak isteriz ki, faizin ortadan kaldırılmasından sonra bankacılığın nasıl yürüdüğü ve kâr elde etmek isteyenlerin nasıl tatmin oldu­ğunu gösteren tablo açıkça ortaya çıksın.

Bankacılığın İslâmi Şekli

Bankacılıkla ilgili olarak yukarıda yaptığımız bahsin amacı hiçbir zaman bu işin temelden yanlış olduğu ve caiz olmadığını anlatmak değildi ve ne de olabilir. Gerçek şu ki, bankacılık da sırf bir şeytani unsurun katılımıyla pisleşmiş olan modern çağın ve uygarlığın beslediği birçok şey gibi çok yararlı ve önemli bir kurumdur. Bir kere, bankacılık, bugünkü çağın uygar yaşam ve iş ihtiyaçları bakımından hem yararlı hem vazgeçilmez hizmetler veren bir sistemdir. Örneğin, paraların bir yerden başka bir yere havale olarak gönderilmesi, ödemelerin yapılması, dış ülkelerle ekonomik ve ticarî alışverişteki malî kolaylıklar, değerli eşya ve mal varlıklarının korunması, kredi mektupları, seyahat çekleri ve senetlerin alışverişi, şirket hisselerinin satışının düzenlenmesi ve meşgul bir kimsenin az bir komisyonla bankaya havale ettiği ve her türlü baş ağrılarından kurtulduğu acente hiz­metleri. Bunlar öyle işlerdir ki, mutlaka devam etmelidir ve bunlar için kalıcı bir kuruluşun olması gereklidir. Ayrıca, toplumun ihtiyaç fazlası sermayesinin dağınık bir durumda olması yerine bir havuzda toplanması ve oradan gerekti­ğinde, yaşamın her kesimine kolayca dağıtılabileceği hu­susu, ticaret, sanayi, tarım ve uygarlıkla ekonominin tüm sektörleri için son derece yararlıdır. Sadece bu değil, bunda sıradan insanlar için de pek çok kolaylıklar vardır. Onların biriktirmiş olduğu küçük paralarını kâr getirici işlere yatırmak amacıyla dolaşıp durmaları yerine bu merkezi havuza parala­rını yatırabilirler. Bu havuzda toplanan paralar çeşitli kamu işlerine yatırılabilir ve onlardan elde edilen kâr kendilerine dağıtılabilir. Ve her şeyden çok, maliye ve finansmanla ilgili olarak sürekli çalışmaları nedeniyle banka yöneticileri ve personeli bu alanda öyle bir maharet ve basirete sahip olur­lar ki, bunları en usta ve deneyimli tüccar, sanayici ve işa­damı elde edemez. Bu mahirâne basiret, yalnız bir tefecinin bencilliğine alet edilmeden işadamlarıyla işbirliğinde kulla­nılması kaydıyla kendi başına çok değerli ve yararlı bir özellik olabilir. Ne var ki, bankacılığın bütün bu özellikleri ve yararla­rını altüst edip tüm uygarlığı zehirleyecek kötülükler ve fitne­lere dönüştüren şey faizdir. Buna bir başka fesat da karış­mıştır ki, o da şudur: Faiz hevesiyle bankalara akın edip toplanan sermaye aslında birkaç bencil sermayecinin serveti oluverir ve bu bencil insanlar da bunu son derece anti-sos­yal, yani topluma aykırı ve zararlı bir biçimde kullanırlar. Bu iki kötülüğün önüne geçilirse, bankacılık hem temiz bir iş, hem uygarlık için bugünkünden kat kat daha kârlı, ve kim bilir, bizzat tefeciler için de faiz yiyiciliğine oranla bu ikinci temiz yöntem, malî açıdan daha yararlı olacaktır.

Faizin yasaklanmasından sonra bankalarda sermayenin toplanmasının duracağını sananlar yanlış düşünüyor. Onlara göre faiz beklentisi olmayınca insanlar fazla gelirlerini ban­kalara niçin yatırsın? Oysa, bu durumda faiz değilse de, kâr etme beklentisi mutlaka olacaktır ve kâr imkanı belirsiz ve sınırsız olacağı için genel faiz oranına göre az kâr etme im­kanı ne kadar ise, o kadar fazla kâr imkanı da olacaktır. Bu­nun yanı sıra, insanlar, bugün ne için bankalara yöneliyor­larsa, böyle bir durumda da o hizmetleri sürdüreceklerdir. O halde, bugün bankalara ne kadar sermaye akıyorsa, o kadar, faizin yasaklanması halinde de akacaktır; hatta, o zaman her türlü iş büyüme imkanı bulacağı, istihdam imkanı artacağı gelirler de yükseleceği için bugünkünden daha yüksek mik­tarda paralar bankalarda toplanacaktır.

Bu toplanan sermayenin cari hesapta veya talep üzerine para çekme hesabında olan bölümünü, bugün olduğu gibi, bankalar herhangi bir kâr getirici işe yatıramayacaktır. Bu nedenle, bu daha çok iki büyük işte kullanılacaktır. Birincisi, günlük alışverişte. İkincisi, işadamlarına kısa vadeli faizsiz borç vermede ve tahvillerin faiz alınmadan bozdurulmasında.

Şimdi, bankalara uzun vade için bırakılan sermayeye ge­lince, bu mutlaka iki türlü olacaktır: Birincisi, sahiplerinin kendi mallarını güvence altına almak istediği sermaye. Bu gibi kimselerin mallarını, yukarıda belirttiğimiz gibi, bankalar borç olarak alıp kendi işlerine yatırabileceklerdir. İkincisi, sahiplerinin kendi mallarını bankalar aracılığıyla çeşitli işlere yatırmak istediği sermaye. Her banka, bu sermayeyi emanet olarak alma yerine, sahibiyle bir ortaklık sözleşmesi malıdır. Bundan sonra da bunu diğer sermayelerle birlikte mudarebe usulüyle ticarî işlere, sanayi birimlerine, tarımsal projelere, kamu kuruluşlarına ve devletin kâr getirici faaliyetlerine yatı­rabileceklerdir. Ve genellikle, bunun iki büyük faydası ola­caktır. Birincisi, tefecinin çıkarı, iş çıkarıyla birleşecek; dola­yısıyla, işin ihtiyacına göre sermaye ona yardımcı olacaktır ve bugün faiz yiyici dünyada sık sık meydana gelen ekonomik gerileme veya durgunluğun nedenleri hemen hemen orta­dan kalkacaktır. İkincisi, bugün birbirleriyle çatışma halinde olan tefecilerin malî çıkarları ile işadamlarının ticarî ve sanayi hedefleri o zaman birbirleriyle işbirliği yapacaktır ve bu her­kesin yararına olacaktır. Sonra, bankalar bu yollarla kazan­dıkları kârları, kendi yönetim giderlerini karşıladıktan sonra belli bir oranda kendi ortakları, hissedarları ve hesap sahip­leri arasında dağıtacaklardır. Bu durumda değişen sadece şu olacaktır: Bugünkü sisteme göre ortaklara veya hissedarlara kâr veya temettü ve hesap sahiplerine (mudilere) faiz dağıtı­lır. O zaman ise, her ikisine kârdan pay dağıtılacaktır. Şimdi, mudiler belli bir orana göre faiz alırlar. O zaman ise oran belirlenmeyecek; aksine, ne kadar kâr olursa olsun; ister az veya çok, hepsi belli bir oranda dağıtılacaktır. Zarar veya iflas riski ve tehlikesi şimdi ne kadar ise, o zaman da o kadar olacaktır. Şimdi, tehlike ve buna karşılık sınırsız kâr imkanı her ikisi bankanın hissedarlarına mahsustur. O zaman ise, bu her ikisi, gerek mudiler gerekse hissedarlara mahsus olacaktır.

Şimdi, bankaların faizin çekiciliği nedeniyle onlarda top­lanan sermayenin birikmiş gücünün fiilen sadece birkaç tefecinin elinde olduğu şeklindeki zarara gelince, bunu ön­lemek için Merkez Bankacılığının tüm işinin Beytü’l-Mal veya devlet bankasının elinde olması ve yasalarla tüm özel ban­kalar üzerindeki hükümetin etki imkan sağlanması gerek­mektedir.

Bizim burada sunduğumuz faizsiz malî sistemin bu ge­nel tablosundan sonra da, faizin yasaklanmasının uygulana­bilir olmadığına ilişkin herhangi bir şüphe kalıyor mu?


 



[1]    Bu, İslâm fıkhında “sifatic” teriminin kullanıldığı şeydir. Bu iş şöyle yürür: Bir­birleriyle alışverişte bulunan aynı zamanda banka ile iş yapan tüccarlar nakit para ödemeden birbirlerinden büyük miktarda mal borç alır ve bir ay iki ay veya dört ay aralıklarla tahvil veya borç senedi imzalayıp verirler. Karşı taraf eğer belirlenen süreye kadar bekleyebiliyorsa, bekler ve zamanı gelince borç ödenmiş oluyor. Ancak süre bitmeden paraya ihtiyaç duyarsa ikisinin beraber iş yaptığı bankaya tahvili veya senedi yatırır ve oradan para alıp işlerini yürütür. Buna tahvil veya sened bozdurma denir.