EK 1

TİCARİ BORÇLARDAN FAİZ ALMAK CAİZ MİDİR?

(Bu, konuyla ilgili olarak Pakistan eski genel muhasibi, Seyyid Yakub Şah ile yazar arasında yapılan bir yazışmadır)

 

SORU 1: Bendeniz, zatıâlinizin eseri, “Faiz”i dikkatle oku­dum. Kitabı okuduktan sonra kafamda bazı sorular doğdu ve çok uğraştım, ama bunların tatmin edici cevaplarını bu­lamadım. Bu nedenle, sizi rahatsız etme cesaretini gösteriyo­rum ve umut ediyorum ki, siz bu hususta bana yardımcı olursunuz.

1-Sizin, kitabınızın Birinci Bölümünün (Üçüncü Baskı) 35. sayfasında cahiliyye döneminde ki riba ile ilgili vermiş olduğunuz örneklerden o devirde insanların ticaret için borç alıp almadıkları anlaşılmıyor. Benim toplayabildiğim bilgilere göre, en azından Avrupa’da borç alıp ticaret yapma geleneği çok sonra başladı. Bundan önce ticaret özel sermaye ile veya mudarebe şeklinde olurdu. Siz, Arabistan’da o zaman­larda ticarî faizin geçerli olduğunu gösteren herhangi bir güvenilir kaynağın adını verebilir misiniz?

2-Aynı bölümün 169. Sayfasından anlaşılıyor ki, “riba’l- fadl” ile ilgili hadisler, faizin haram kılınmasına ilişkin Kur’ân âyeti (El-Bakara Sûresi) nin inişinden önceki döneme aittir. Şimdi bundan, “riba’l-fadl”ın Kur’ân’ın hür­meti ve cezasının kapsamına girmediği sonucu çıkarılabilir? Ya da, Sir Seyyid Ahmed Han’ın deyimiyle, “Bu aslında bey’i fâsid (fasit satış) bu âyette bahsedilen tefsirin kapsamına girmiyor” mu?

Zatıâlinizin bu sorularımı cevaplayarak beni memnun edeceğini umuyorum.

 

CEVAP 1: Arap Cahiliyyesinde “ticari Faiz”in varoldu-ğunu gösteren açık bir kayıt herhangi bir kitapta yer almıyor. An­cak, Medine’nin çiftçileri ve tarımla uğraşan kimselerin, Ya­hudi tefecilerden faizle borç aldıkları ve bizzat Yahudiler ara­sında faizle alışverişin yapıldığına ilişkin kayıtlar vardır. Ayrıca, çoğu ticaretle uğraşan Kureyşliler de faizle borç alıp verirdi. Borç alma ihtiyacını sadece yoksul insanlar kendi kişisel işleri için duymuyor, çiftçiler ve tarımla uğraşanlar da kendi işleri için ve tüccarlar kendi ticaretleri için duyuyordu. Ve bu yeni bir şey değildir, aksine eski çağlardan beri devam et­mektedir. İşte bu şey, yavaş yavaş zamanla bugünkü şeklini almıştır. Eski şekli genellikle bireysel alışverişle sınırlıydı. Mo­dern şekilde meydana gelen fark sadece şudur: Bugün bü­yük çapta borç toplayarak sermaye elde etme ve bunu çeşitli işlere yatırma işi almış yürümüştür.

Evet, Riba’l-fadl’le ilgili hadisler, faizin haram olduğunun belirtildiği El-Bakara Sûresinin ilgili âyetinden önceki dö­neme aittir. Ama, bunlar aynı zamanda Âl-i İmran Sûresinin ilgili âyetinden sonraki döneme aittir. Âl-i İmran’ın söz ko­nusu âyeti, faizin bir kötülük olup bunun eninde sonunda ortadan kaldırılması gerektiğine ilişkin Kur’ân-ı Kerim’in amacını ortaya koymuştu. Rasûlullah صلي الله عليه وسلم işte bunun için elverişli ortam hazırlamak yönünde ekonomik faaliyetlerde bazı reformlar meydana getirmiş ve buna “riba’l-fadl” adını vermişti. Söz konusu hadislerde “riba” kelimesi açık açık kullanılmış ve yasaklanmasıyla ilgili sözler bunun hürmetini ortaya koymaktadır. Ancak, Kur’ân-ı Ke­rim’de haram kılınan faizin elden ele yapılan alışveriş değil, borçla ilgili olduğu doğrudur. Ve fakihler de, riba’l-fadl’ın, Kur’ân’da haram kılınan riba olmadığına hüküm vermişler­dir. Aslında, bu faizin önlenmesi için yapılan bir hazırlıktır ki, buna fıkıh terimi olarak “kaynağın önlenmesi” denilmekte­dir.

 

SORU 2: Zatıâliniz sorularıma cevap vermek nezake­tinde bulunmak suretiyle beni o kadar cesaretlendirdiniz ki, sizi tekrar rahatsız etmeye çalışıyorum.

Kur’ân-ı Kerim’de riba’ ile ilgili yapılan ceza tehditleri belki de her günahtan daha çok serttir. Dolayısıyla, naçizane  görüşüme göre ulemâ bu hususta kıyas ve tahminlerle ye­tinmesinler ve faizin herhangi bir çeşidinin Rasûlullah صلي الله عليه وسلم’in döneminde halk arasında geçerli olduğuna kesin­likle kanaat getirmedikçe, onu “riba” kapsamına almasınlar. Zatıâlinizin mektubundan anlaşılıyor ki, siz ticarî faizin re­vaçta olduğuna ilişkin tahmininizi şu nedenlerle yapmışsınız­dır:

1-Medine’nin çiftçilik ve tarımla uğraşan kimseleri, Ya­hudi tefecilerden faizle borç alıyorlardı. Büyük saygılarımı sunarak arz edeyim ki, bu tür borçlar alıyorlardı. Büyük say­gılarımı sunarak arz edeyim ki, bu tür borçlar, ticarî borçlar kısmına girmez. Bu tür borçları yoksul ve muhtaç kimseler alır. Tarım sektörü için “ticarî borç” kavramı modern çağın bir icadıdır. Büyük çapta tarım faaliyetleri ve makineler kul­lanımıyla çiftçilere ve toprak ağalarına “ticarî borç veya kredi” verilmeye başlandı. Eski çağların çiftçileri ve tarımla uğraşan kimseleri ise zorunluluk ve çaresizlik yüzünden borç alıyorlardı ve bunlar daha çok geçim ihtiyaçları için alını­yordu.

2-Bizzat Yahudiler arasında da faizle alışveriş yapılırdı. Bu demek değildir ki, borçları ticarî amaçlı olurdu. Arabis­tanlı Yahudiler genellikle rençper, çiftçi veya tefeciydi ki, Av­rupa’da bu böyle uzun zaman devam etmiştir. Pek müm­kündür ki, Arabistanlı Yahudi tefeciler de gerek yoksul ge­rekse zengin her türlü muhtaç kimselerin kişisel ihtiyaçları için borç verirlerdi.

3-Çoğu tüccar olan Kureyşliler de birbirleriyle faizli alış­veriş yapardı. Bu hususta, şunu arz edeyim ki, Kureyşlilerin faizli işler yaptığına dair rastladığım kayıtlar ve bilgiler söz konusu paraların ticaret için borç alındığına ilişkin herhangi bir kanıt sağlamıyor. Eğer zatıâlinizde bu konuda herhangi bir kanıt varsa, lütfen bana bildirin. Ticaret o zamanlarda özel sermaye veya mudarebe ile olurdu. Kureyş’in dışarıya gönderdiği ticaret kervanlarına herkes katılabilirdi. Anlatılan­lara göre bunlara bir veya yarım dinarla da katılmak müm­kündü. Görünürde, bu tür ticaret için para borç almaya ge­rek olmamalı. Daha önce yazdığım gibi, ticarî faiz Avrupa’ya çok daha sonra geldi ve 5. İle 10. yüzyıl arasında revaçta değildi. Bu nedenle, Arabistan’da da durumun böyle olduğu gerekmez. Ama şurası bilinmelidir ki, Arabistan’da Cahiliyye döneminde ticarî faizin olduğunu belirtmeden önce gerekli araştırma ve incelemeler yapılsın. Arap ve diğer tarihçiler, Rasûlullah صلي الله عليه وسلم yaşadığı dönemin durumunu ayrın­tılı olarak anlatmışlardır. Ticarî faiz konusunda onlarda herhangi bir kayda rastlanmadığı ve onların bu hususta ses­sizliği tercih ettiği, bunun o zaman revaçta olmadığı izleni­mini vermez mi? Özellikle, para sahibi herkesin katılabileceği bir ticaret şekli söz konusuyken?

Zatıâliniz, herhalde, Mevlâna Ebûl Kelam Azad’ın El-Ba­kara Sûresinin 276 ve 277 nolu ayetlerinin tercümelerini görmüşsünüzdür. Kendisi, “er-ribâ”dan herhangi bir muhtaç kimseden alınan faizin kast edildiğini ifade etmiştir. Önde gelen ulema ve tanınmış müfessirlerden bazı kimseler de buna bu anlamı vermiş midir? Bu anlam ve tefsir konusunda dinimizin ileri gelenleri bir görüş birliğine varırlarsa, önemli bir sorun çözümlenmiş olacaktır.

 

CEVAP 2: Bir şeyin hürmeti (haram kılınması) Kur’ân-ı Ke­rim’de açıkça ifade edilmemişse, onun, Kur’ân’da açıkça haram kılınan şeylerin kategorisine konmaması gerektiğine ilişkin görüşünüzü kabul ediyorum. Ne var ki, riba konu­sunda bu kuralı nasıl uygulamaya çalışıyorsanız; o bence doğru değildir. İstidlâliniz iki temele dayanıyor: Birincisi, “ribâ”dan Hazreti Peygamber صلي الله عليه وسلم zamanında geçerli olan borç şeklinin mutlaka kastedilmesi. İkincisi, o devirde ticarî faizin geçerli olmadığı ve sadece yoksul ve muhtaç kimselerin faizle borç aldıkları için ancak ikinci şeyin Kur’ân-ı Kerim’in haram emrinin kapsamına girdiği ve birin­cisinin bunun dışında kaldığı husus. Bu ikisi de doğru değil­dir.

Birincisi şu açıdan yanlıştır ki, Kur’ân-ı Kerim yalnız o devirde yani, Kur’ân’ın inişi sırasında, Arabistan veya dünya­nın başka yerlerinde revaçta olan işlerle ilgili emirler vermek amacıyla gelmemişti, aksine, kıyamete kadar ortaya çıkacak durum ve işlerde caiz ve caiz olmayan ve doğru ve yanlış arasındaki farkı belirtmeye gelmişti. Eğer bu gerçek kabul edilmezse, Kur’ân’ın ebedi ve evrensel bir rehber olduğunun hiçbir anlamı kalmaz. Ayrıca, bir kişi diyebilir ki, Kur’ân hangi şarabı haram kılıyorsa, ondan o çağda sadece Arabistan’da üretilen içki çeşidi kastedilmiştir. Ya da, Kur’ân hangi sirkeyi haram kılıyorsa, ondan o devirde kullanılan sirkenin sadece o şekilde veya yöntemle sirke haline getirilmesi kastedilmiş­tir. Oysa, yasaklanmış olan şey bugün revaçta olan çeşit ve türleri değil, şarap, içki ve sirkenin kendisidir. Aynı şekilde, ribanın gerçek niteliğidir ve o da, borç işinde borç verenin, borç alandan, asıl paradan biraz daha fazla bir para almak konusunda anlaşması ve sözleşmesidir. Bu husus hangi borç işinde bulunursa, o Kur’ân’ın tahrim (haram kılma) hükmünün kapsamına girecektir. Kur’ân mutlak ribayı ha­ram kılmıştır ve hiçbir yerde, bir kişinin yoksulluk ve sırf ihti­yaç yüzünden ve kişisel nedenleriyle borç almışsa, ondan faiz alınmak haramdır dememiştir.

İkinci husus şundan dolayı yanlıştır ki, bir kere, ticarî borcun, sadece ticaret için ilk sermayenin borçla toplanma şekli yeni ve çağdaştır; yoksa, ticarî işler sırasında tüccarların birbirinden borç almaları veya tefecilerden borç alıp herhangi bir iş ihtiyacını karşılama yöntemi eski çağlardan beri bütün dünyada geçerlidir ve modern olmasının herhangi bir kanıtı yoktur. İkincisi, kişisel ihtiyaçlar için ticarî olmayan krediler almanın şekli de sadece, bir kişinin hastalığında ilaç ihtiya­cını duyması veya yoksulluk içinde yaşayan birinin eve yiye­cek içecek alması için zengin birinden borç almasıyla sınırlı değildir. Bunun dışında da birçok durumlar vardır ki, bir kişi çok yoksul olmamasına rağmen herhangi bir kişisel ihtiyacı için borç alır. Örneğin, çocukları evlendirmek veya ev yap­tırmak v.s. gibi borçlar da alına gelmiştir. Siz borcun bunca çeşidinden hangilerini riba’nın tahrim hükmünün dışında veya içinde tutacaksınız? Bunlar için ne ilke ve kurallar koya­caksınız? Ve Kur’ân’ın hangi ifadelerinden bu kuralları çıka­racaksınız?

Cahiliyye dönemi veya İslâm’ın ilk döneminde yapılan muamelelerde ticarî faiz ve gayri ticarî faiz ile ilgili ayrıntıların bulunmamasının nedeni, o zamanlarda bu gibi ayırımların yapılmaması ve bu terimlerin yerleşmemiş olmasıdır. O za­manlarda ister bir yoksul, ister bir zengin ve ister kişisel ihti­yaçları, ister iş ihtiyaçları için olsun aldığı her türlü borç niha­yetinde borçtu. Dolayısıyla, sadece borç şartı ve faizin alışve­rişinden söz eder ve başka ayrıntılara girmezdi.

Mevlana Azad’ın söylemek istediği, sizin anladığınız bi­çimde değildir. O kendi açıklayıcı ibarelerinde sadece faizin ahlâki yönden ne kadar kabahatlerinin olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Yani, faizden sadece ihtiyaç duyan bir kişinin kendi kişisel ihtiyacı için aldığı borçtan alınan kâr anlaşıldı­ğını demek istememiştir.

Sayın Mevlana’nın açıklamasından çıkardığınız kavram hem Kur’ân’ın sözlerini aşmaktadır, hem hiçbir müfessir ve fakih, riba’ tahrimiyle ilgili bu Kur’ân emrini sadece ihtiyaçla sınırlamamıştır.

İyisi, siz bu hususta “Tefhim-ül Kur’ân” adlı tefsirimin bi­rinci cildinin s. 210-218’ini okuyun. (Cemaziyü’l-Âhir, 1376; Mart, 1957).

 

SORU 3: Zatıâlinizin buyurduğu gibi, benim istidlâlim iki temele dayanıyordu. Birincisi, Riba’dan ancak Hz. Peygam­ber صلي الله عليه وسلم  zamanında benimsenen borç şekli kabul edilmelidir. İkincisi, o çağda ticarî faiz diye bir şey olmadığı için faizin bu türü, Kur’ân’ın haram kapsamına girmiyor. Zatıâliniz bu iki şeyi de doğru bulmuyorsunuz. Oysa, bu iki husus da “Faiz” adlı eserinizin birinci bölümünün 34-35. sayfalarında almaktadır.[1] Siz şöyle buyuruyorsunuz: “Kur’ân-ın haram kıldığı şey kendine has bir fazlalıktır ve buna “Er-ribâ” denmektedir. Arapların dilinde İslâm öncesi de muamelerinin belli bir türüne ıstılahen bu ad verilirdi. Ve “er-ribâ” kendine özgü bir fazlalıktır ve bu husus o za­man iyice biliniyordu, onun için Kur’ân-ı Kerim ‘de bu­nunla ilgili herhangi bir açıklama yapılmadı.” Bundan sonra Cahiliyye döneminde ribâ örneklerini içeren rivâyetlere yer verilmiştir. Sonra şunlar yazılıdır: “İşlerin bu türü Arap­larda yaygındı ve Araplar buna kendi dillerinde “er-ribâ” derdi ve Kur’ân’ı Kerim’de haram kılınan işte budur.” Kita­bınızda ve diğer kitaplarda örnekleri verilen “er-ribâ”dan Arapların ticaret için de borç aldıkları da anlaşılmıyor. Şimdi, eğer Arabistan’da ticarî faiz yoktuysa, sizin kendi istidlâlinize göre “er-ribâ” kapsamına girmemelidir. Eğer bu sonucu çıkarmakta ben herhangi bir hata işlemişsem, lütfen bana haber verin. Zaten ulema da “er-ribâ”dan sadece, o çağda Araplarda yaygın olan ve ribâ olarak bilinen fazlalık kastedil­diğinde birleşmişlerdir.

Gelelim, Cahiliyye döneminde Araplarda ticarî faizin fii­len olup olmadığı sorusuna. Siz diyorsunuz ki, bu hususta herhangi bir kitapta açık bir ifadeye veya kayda rastlanma­maktadır. Ben zaten bunun için demiştim ki, böylesine ciddi bir konuda, Allahû teâla ağır bir ceza koymuştur, sadece kıyasa dayanarak hareket etmeyelim ve gerçek durumun ne olduğunu öğrenmeye çalışalım. Ben şunu da rica etmiştim: Tarihe baktığımızda, Avrupa’da 5. nci ve 10. ncu y.y. ara­sında ticarî faiz diye bir şey yoktu. Bu konuda ben size çeşitli kitaplardan örnekler verebilirim. Ayrıca, benim istifade ede­bildiğim kitaplardan, o günlerde Arabistan’da ticaretin kişisel sermaye veya mudarebe usulüyle yapıldığını öğrendim. Tica­retle ilgili hangi kayıtları inceledimse, oralarda ticarî borç sözcüklerine rastlamadım. Sizin bilginiz ve zengin kültürü­nüze dayanarak bu hususta bana doğruyu gösterecek her­hangi bir kaynak ve eserin bulunmasını umuyordum. Ama, bu umut boşa çıktı. Daha önce arz ettiğim gibi, yazarlar, Rasûlullah’ın  صلي الله عليه وسلم zamanını ve o dönemin şartla­rını ayrıntılı olarak yazmışlardır. Ancak bunlardan hiçbirinde insanların borç alarak ticaret yaptıklarına rastlanmıyor. Kureyş ticaret yapardı. Hz. Abbas رضي الله عنه faizle para veri­yordu. Kime? Hurma yetiştiricilerine. Yani, tüccarlardan biri parasını çiftçilere veriyor. Bundan, ticarî faizin varolmadığı sonucu çıkmaz mı?

Siz, borcun birçok çeşidinden hangilerinin ribâ’nın tahrimiyle ilgili hüküm kapsamından çıkarılması veya alın­ması gerektiğini soruyorsunuz, ve diyorsunuz ki, Cahiliyye döneminde geçerli olan faizin tüm türleri yasak olacaktır. Benim anlayabildiğim kadarıyla o zaman zaten kişisel ihti­yaçlar için ve acilen ihtiyaç duyulan borçlar alınıyordu, bu gibi borçları alanları tefeciler perişan ediyordu ve bu mağ­durları korumak için “er-ribâ” haram kılındı. Onun için, faiz ne kadar kınanırsa doğrudur ve suçluları ne kadar cezalandı­rılırsa, yerindedir. Bunun aksine kâr getirici işlere verilen borçtan faiz almak caiz olmalıdır. Çünkü, böyle bir faiz alan ve verenin ikisi de kâr eder. Belki, bilirsiniz çoğu kez, borçlu bunu mudarebeye (kâr ve zarara) tercih eder. Ulemanın böyle bir faizin neden, “Allah ve Rasûlüyle savaşma” gibi ağır bir cezaya layık olduğunu belirttiklerini anlamakta zorluk çekiyorum. İslâm fıkhına göre suç ve cezada belli bir denge olması gerekmiyor mu? Bu gibi faize yapılan itirazlar şunlar­dır: Birincisi, bununla, herhangi bir çaba ve emek sarf etme­den kazanç elde eden bir sınıf doğar. Bu itiraz, geniş arazi­lere bir sürü evlere sahip ve herhangi bir emek sarf etmeden lüks bir hayat yaşayanlara da yapılmalıdır. Eğer İslâm bu asalakları durdurmuyorsa, sadece ticarî faiz alanlar neden cezalandırılsın? İkincisi, faizli ticaret yapan biri zarar etse bile faiz alan kâr eder. Bu itiraz bir dereceye kadar doğrudur. Ama şu nokta göz ardı edilmemeli ki, borç alan, ancak bir­kaç kat kâr etme umuduyla belli bir orandaki faizle borç alır ve genellikle, umudu doğru çıkar. Böyle olmasaydı, ticarî borç bu kadar yaygınlaşmazdı. Bu borç veya krediyi veren yılda küçük bir gelir sahibi olur. Buna karşılık, borç alan bir­kaç kat kâr eder ve bazen de zarar. Zaten böyle bir riske girmek ticaretin önemli bir öğesidir. Onun için, bu öyle bir şey değildir ve öyle kötülüklere de yol açmaz ki “er-ribâ” cezasına layık olsun. Nâçiz görüşüme göre biz faizin kârlı ve kârsız durumları arasında ayırım yapmalıyız; birincisi caiz, ikincisi de yasak ilan edilmelidir.[2]

Siz mektubunuzda şöyle diyorsunuz: “O zamanlarda ister bir yoksul, ister bir zengin ve ister kişisel ihtiyaçları, ister iş ihtiyaçları için olsun, aldığı her türlü borç nihaye­tinde borçtu.” Zatıâliniz iş ihtiyaçları için alınan borç hak­kında herhangi bir örnek verebilir misiniz? Birkaç yüzyıl’dan beri ticarî faiz tüm dünyada geçerlidir ve insanlar buna alış­mıştır. Onun için, onların bir zamanlarda ticarî faizin bulun­madığını tasavvur etmek bile zordur. Oysa, tarihi kayıtlar, ticaret amacıyla faiz alışverişinin en az batılı ülkelerde Rasûlullah صلي الله عليه وسلم  bi’seti sırasında olmadığını göster­mektedir. [3]

Ben zatıâlinizi sık sık rahatsız ediyorum. Bunun üç ne­deni vardır: Birincisi şu ki, fiilen yüz binlerce Müslüman ticarî kredi veya borç alır. Zira, rekabetin her gün arttığı ticaretle­rini sürdürmek istiyorlarsa, bundan başka çareleri yoktur. Sizin bunu bir türlü kabul etmediğini ve alternatif yollar önerdiğinizi biliyorum. Ancak büyük saygıyla arz etmek istiyorum ki, onlar mevcut zihinsel ve ahlâki durumda uygu­lanır nitelikte değildir. Sizin, dindaşlarınızdan beklediğiniz yüksek ahlâki değerler ve özellikler ancak bir peygamberde bulunabilir. Halbuki, bizim dinimizde artık başka bir pey­gambere yer yoktur. Onun için ben diyorum ki, bizim din âlimlerimiz dinin medeni ve sosyal meseleleri konusunda gerektiğinden fazla katılık göstermesin ve Allahû Teâla’nın, “yuridu’llahu bikum’ul yusra ve la yuridu bikum’ül ‘usra” kavlini hatırlasınlar. Ayrıca, şu hususta göz ardı edilmemeli ki, bir şey yasaklanıyorsa, onun zararının yararından fazla olması gerekir. Nitekim, Allahû Teâla’nın içki ve kumarı yasaklaması bundandır. Ticarî faiz, bazı durumlarda bazı kimseler için zararlı olabilir. Ancak ge­nellikle yararlı ve kârlı olduğu inkâr edilemez ve yararı, zara­rından çok daha fazladır. Dolayısıyla, yasaklanmamalıdır.

İkincisi, bugünlerde askeri ihtiyaçlar için o kadar paraya ihtiyaç duyuluyor ki, savaş zamanında borç alınmasından başka bir çare olmadığı da somut bir gerçektir ve göz ardı edilemez.

Üçüncü nedeni kişiseldir. Ben devlette hizmet yaptığım sırada isteğime bağlı olarak emekli sandığına para kesilme­sine izin verdim. Bundan epeyce faiz aldım, bunu bir tarafa ayırdım. Bu faizin yasak mı yoksa, caiz mi olduğunu öğren­mek istiyorum. Eğer yasaksa, bu para ne için harcanabilir? Bu paranın muhtaçlara verilmesi caiz olur mu? Bu paranın haramlığı ve helâlliğini öğrenmek için çok uğraştım ve bu­nun için faiz üzerine yazılı birçok kitap okudum, ancak bazı noktalar açığa kavuşmadı. Bunları size açma cesaretinde bulunuyorum. Sizi bu konuda rahatsız ettiğim için özür dile­rim. Benim istediğim iç huzurudur. Ve size temin ederim, bu mektuptan sonra sizi bir daha rahatsız etmeyeceğim.

 

CEVAP 3: Evet, Arabistan’da hangi bir borçtaki fazlalığa “er-ribâ” deniliyorduysa, Kur’ân’ın onu haram ettiğinin şüp­hesiz yazmıştım ve şimdi de aynı şeyi söylüyorum. Ancak sizin bundan çıkardığınız anlam şudur; Arabistan’da sadece o zaman geçerli olan borç türlerinden fazlalığı olanı almayı Kur’ân haram kılmıştır. Oysa, ben ve tüm İslâm fakihleri ittifakla, bu hükmü, borcun niteliğinden değil, fazlalığından çıkarmıştır.

Bunu ben bir misal ile açıklamaya çalışacağım. Arabis­tan’da Kur’ân’ın inişi sırasında ıstılâhen “hamr” kelimesi sa­dece üzüm şarabı için kullanılıyordu. O zamanlarda, üretilen diğer çeşit içkiler için bu kelime mecâzen kullanılırdı. Her neyse, Kur’ân’da bununla ilgili tahrim emri yer alınca, kimse tahrim hükmünün, sadece Arabistan’da içilen üzüm şarabı veya diğer içkilerle değil, bunların hepsinde bulunan sarhoş edici özelliği için verildiğini kabul etti ve öyle anladı. Yani, bu hükmün, keyif verici ve sarhoş edici tüm içecek ve yiyecek şeyler için olduğunu anladı.

Aynı şekilde, Arabistan’da borçlarla ilgili olarak da bazı yöntemler vardı. Bunların hepsinde ortak olan öğe, alışveriş sözleşmesinde asıl paradan fazla bir paranın bir şart olarak yer almasıydı ve buna Araplar “er-riba” derdi. Kur’ân’da ribânın haram kılınmasıyla ilgili emir gelince kimse, bundan sadece o zaman Arabistan’da geçerli olan borç türlerinin kastedildiğini anlamadı. Aksine, baştan bugüne kadar tüm fakihler, bunun anlamının, borç hangi türden olursa olsun, ana para haricinde şartla bir fazlalık alınmasının yasak oldu­ğunu belirtmiştir. Nitekim buna bizzat Kur’ân’da işaret edil­miştir:

 Tevbe ederseniz, ana mallarınız (ra’sü’l mal) sizin­dir.” (El-Bakara: 279)

Bundan anlaşılıyor ki, “ra’sü’l mal”dan fazla almak ribâ’dır ve Kur’ân bunu haram kılmıştır. Eğer sadece bazı özel durumlarda bu fazlalığın haram kılınması amaçlanmış olsaydı, bunun için işaret veya kinaye ile yetinilirdi. Örneğin, denilirdi ki, “Bir muhtaca borç verip fazlasını almayın.”

Oysa, siz “muhtaç” şartını Kur’ân’da göremiyor ve dı­şardan getiriyorsunuz. Ve bu şartı ilâve etmek için öyle bir delil ortaya koyuyorsunuz ki, sadece faiz değil, o zaman Ara­bistan’da geçerli olan tüm şart ve durumların Kur’ân’ın tüm emirlerini etkileyecek gibi ilkesel bir sorunun ortaya çıkma­sına neden oluyorsunuz. Böyle bir mantıkla büyük bir risk de almış oluyorsunuz. Şöyle ki, o zaman hiçbir kimsenin borç alıp ticaret yapmadığı veya ticaret sırasında da, herhangi bir tâcirin başka bir iş adamından veya tefeciden borç almadı­ğını kanıtlayacak herhangi bir tarihi kayıt yoktur. Siz bu her iki sonucu, Orta Çağ Avrupası’nın genel tarihinde o zaman ticaretin kişisel sermaye ile ve mudarebe usulü üzerine yapıl­dığı ve ticari faizin çok daha sonra ortaya çıktığına ilişkin kayıtlardan çıkarmışsınızdır. Oysa, genel durumu anlatan bu tür tarihi kayıtlar, o devirde başka bir yöntemin uygulanma­dığının kanıtı olamaz.

Ben daha önceki mektubumda, o zaman insanların her türlü borcu, ister bir yoksul alsın veya varlıklı bir kişi, ister kişisel ihtiyaçlar veya ticarî ihtiyaçlar için olsun, borç olarak kabul ettiğini yazmıştım. Benim bu kıyasım ve tahminim şu temele dayanmaktadır ki, eski çağlara ait kitap ve yazılarda hiçbir zaman borcun çeşitleri, borç alanların durumu veya borç alma gayesi gözüme ilişmemiştir. Oysa, insan her çağda değişik amaçlar için borç almaya devam etmiştir ve borç almak sadece yoksul ve muhtaç kimselerle sınırlı kal­mamıştır.

Burada, benim kâr getirici amaçlar için de faizin alınma­sının neden haram olduğundan söz etmem gereksizdir. Bundan önce ben bunun kanıtlarını verdim.

Kanaatime göre, emekli sandığından aldığınız faiz para­sını kişisel ihtiyaçlarınız için kullanmayın. Bunun haram ol­duğundan emin değilseniz bile, bu şüpheli bir paradır. Sizin gibi dürüst bir kişi, temiz olduğundan emin olmadığı bir şey­den niye yararlansın? Özellikle, eğer buna muhtaç da de­ğilse. İyisi, bununla öyle bir fon kurun ki, bundan muhtaç kimselere faizsiz borç ve krediler verilsin. Kanımca, bu tür faizli paralar alan veya gelecekte alacak olan birçok kimse paralarını bu fona yatıracaktır ve bu amaçla iyi bir sermaye toplanmış olacaktır. (Tercümanu’l-Kur’ân, Şaban ve Rama­zan 1376 H; Haziran 1957)

SORU 4: Haziran ayına ait “Tercümanu’l-Kur’ân”da zatıâliniz ticarî faiz ile ilgili soruma ve kendi cevabınıza yer verdiğiniz için sizi bir daha rahatsız etmeyeceğime dair söz vermiş olmama rağmen, sizden biraz daha açıklama isteme cesaretini buldum.

1-Siz şöyle buyurmuşsunuzdur: “Aynı şekilde, Arabis­tan’da borç işlemlerinin bazı çeşitleri vardır. Bunların ortak özelliği, alışveriş sözleşmesinde veya anlaşmasında asıl paranın yanı sıra fazla bir paranın ödenmesiyle ilgili bir şartın yer almasıydı ve Araplar buna ribâ diyordu.” Bun­dan anlaşılıyor ki, siz de o zaman revaçta olan borç çeşitle­rinden fazlalık niteliğini ayırmışsınız. Benim çabalarım da bu yönde olmuştur. Bunun için, Cahiliyye Araplarında bulunan borçların hepsini bir araya getirip onlardaki unsuru bulmak gerekiyor. Zatıâlinize göre ortak olan husus, alışveriş sözleş­mesine asıl paradan fazlasını şart olarak eklemekti. Bence ortak olan bir şey daha vardı ki, o da, borç alana, ihtiyacı nedeniyle haksız şartların yüklenilmesi; başka bir deyişle, baskı ve zulüm yapma ihtimali olmasıydı. Borçla ilgili olarak “Faiz” adlı eserinizde ne kadar örnek vermişseniz, hepsinde bu ihtimal vardır. Bu nedenle, bu ortak unsur da ribâ tanı­mına girmelidir. Aksi takdirde ribâ’nın tanımı eksik kalacak­tır. Cebir ve zulüm ihtimali tüm verimsiz tüketilebilir borçların özelliğidir ve tahrim-i riba’nın sebebi belki de budur. Ancak, o devirde Arapların verimli ve kâr getirici işler için de faizle borç aldıkları ispatlanırsa, görüşüm yanlış çıkacaktır. Benim kişisel çabalarım, Cahiliyye Araplarında bu tür bir borcu tes­pit etmekte başarısız kaldığı için sizi rahatsız ettim ve umut ediyorum ki siz kendi araştırmalarınıza dayanarak o zaman Araplarda verimli ve kâr getirici işlerde borcun olup olmadı­ğını ortaya koyabilirsiniz. Zatıâlinizin anlattığı borç çeşitlerin­den sadece bu biraz ticaretle ilgili görülüyor. Yani, Katade’nin ifade ettiği gibi, “Bir kişi başka bir kişiye bir şey satar ve fiyatın ödenmesi için belli bir mühlet verirdi. Mühletin geçmesi fiyatı arttırırdı.” Dikkat buyurursanız, bu fazlalık veya artışın ne zaman olduğunu görürsünüz. Yani, borçlu belirlenen süre içinde malın bedelini veya borcunu ödeyemediği zaman yapılır.[4] Ve ancak borç veren ona iste­diği şartları kabul ettirme durumunda olduğu zaman, bunda cebir ve zulüm ihtimali vardır.

2-Zatıâliniz “hamr” (şarap, içki) örneğini verip bunun ya­saklanması ile ilgili emirden, yalnız o zaman Arabistan’da revaçta olan belli bir şarap ve içki türlerinin anlaşılmadığı, aksine bütün bunlarda ortak olan “sarhoş edici” özelliğin haram kılındığı anlamının çıkarıldığını kaydetmişsinizdir. Benim ricam şudur: Aynı şekilde, “biz ribâ”nın zarar verici gibi ortak özelliğini bulup tespit etmeliyiz. İşte asıl haram kılınması gereken husus budur. Bu zararın dışında kalan faizin diğer çeşitleri ise “ribâ” kapsamına alınmamalıdır.

3-Bakara sûresinin “ve in tubtüm felekûm ru’usu emvâlikûm” “Tevbe ederseniz mallarınızın ana parası (sermayeleriniz) sizindir.” (Bakara: 279) âyetinden siz şu anlamı çıkarmışsınızdır: Asıl paradan fazlasını almak zaten ribâ’dır. Zira, ribâ’nın bazı özel çeşitle­rindeki böyle bir artışı haram kılmak amaçlanmış olsaydı, bu amaç işaretlerle belirlenmiş olabilirdi. Örneğin, muhtaç kim­selere borç verip fazlasını geri almayın diye bir emir verilebi­lirdi. Bu âyeti, daha önceki âyetle birleştirip okursanız emrin tamamı şöyle oluyor: “Ey Müminler, Allah’tan korkun ve faizden (henüz alınmamış olup ta) kalanı bırakın. Eğer bunu yapmazsınız, Allah’tan korkun ve faizden (henüz alınmamış olup ta) kalanı bırakın. Eğer bunu yapmazsınız, Allah ve Resûlü ile harbe hazır olun. Tevbe edersiniz mal­larınızın ana parası (sermayeleriniz) yine sizindir. Ne zul­meder ne de zulüm görürsünüz” (Bakara: 278-279).

Bu emirler o zaman borç verenlerin almak üzere olduğu fazlalılık veya artışı (ribâ) bırakmak içindi. Dolayısıyla, bunun o zaman geçerli olan borç çeşitleriyle kesinlikle ilgisi vardı. Ve “ra’sü’l-mal” (asıl sermaye) ile ilgili emir de bu tür borç­larla ilgilidir.

4- Zatıâliniz, o çağda bir kişinin borç alıp ticaret yapma­dığı veya ticaret sırasında herhangi bir tüccarın başka bir tüccardan veya tefeciden borç almadığına dair herhangi bir tarihi kanıt bulunmadığını belirtmekle gayet doğru bir söz söylemişsinizdir. Ancak benim daha önceki mektuplarımda verdiğim tarihi bilgiler ve tahminlerden, o çağın Araplarında bu tür borçların revaçta olmadığı daha güçlü bir ihtimal ola­rak ortaya çıkıyor. Benim görüşüm şu ki “riba”alan için be­lirlenen sert ceza göz önünde bulundurularak, fazlalık veya artışın herhangi bir çeşidini, Rasûlullah صلي الله عليه وسلم’in zamanında da ribâ sayıldığı konusunda emin olunmadıkça “ribâ” kapsamına sokmamalıyız. Bunun aksine, zatıâlinizin görüşünün şu olduğu anlaşılıyor ki, sadece kıyas veya şüp­heye dayanarak bunun “ribâ”nın kapsamına girdiği kabul edilmeli ve o devirde böyle bir fazlalığın revaçta olduğuna ve “ribâ” kapsamının dışında olduğuna ilişkin kesin kanıt bu­lunmadıkça, bunun “ribâ” kapsamının dışında olduğu düşü­nülmemelidir. Zatıâlinizin görüşü ihtiyat ve zühde dayan­maktadır. Ama korkuyorum ki, bu ihtiyat, dünyevi zararın yanı sıra uhrevî hüsrana da yol açmasın. Günümüz dünya­sında ticarî faizsiz yaşamak mümkün değildir. Hangi millet bundan sakınırsa, başka milletlere oranla ekonomik açıdan geri ve zayıf kalır. Ve böyle bir zaafın, o milletin bağımsızlığını nasıl etkileyebileceği de sizden, herhalde, saklı değildir. Yüce Allah elbette ki, Müslümanların esir ve mahkum olmasını istemez. El-Maide suresindeki; “ tuharremû tayyibâtı ma ahallallahu lekum ve la ta’tadu” âyetin açıklamasını “Tefhimu’l-Kur’ân”da şöyle buyurmuşsunuzdur: “Bu âyette iki şey buyurulmuştur: Bi­rincisi, siz kendiniz helâl ve haramı kendi tekelinize alma­yınız; helâl Allah’ın helâl kıldığıdır, haram da Allah’ın ha­ram kıldığıdır.”104 Nolu dipnotta şöyle buyurmuşsunuzdur: “Resûl-u Ekrem صلي الله عليه وسلم  her Müslüman’ı kendi ken­dine zulmetmekten men’etmiştir.” Onun için, diyorum ki, ticarî (verimli, kâr getirici) faizin de “ribâ”ya dahil olduğuna dair delil bulun-madıkça, sadece faizi, kıyasa ve şüpheye da­yanarak bunu haram kılmazsak daha iyi olmaz mı?

5-Yardım fonundan (Emekli Sandığı) elime geçen faizli parayı birkaç gün sonra bir arkadaşım borç olarak aldı ve şimdiye kadar geri vermedi. Eğer geri alırsam, inşaallah, buyurduğunuz gibi, bunu kendi şahsıma harcamayacağım.

6-İlgisiz bir konu hakkında da zatıâlinize bir şey sormak istiyorum. Allahü Tealâ, “hamr-ü meyser” (içki ve kumar) ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “ismuhumâ ekber-i min nef’ihima” (El-Bakara: 219). Sözlük olarak bulabildiğim kitap-larda “ismun”un çevirisinin “zarar” olduğuna hiçbir yerde rastlamadım. Zatıâlinizden bu çevirinin lehine güvenilir bir kaynak göstermenizi rica ediyo­rum, memnun olurum.

 

CEVAP 4: 31 Temmuz tarihli mektubunuzu zamanında almıştım, ancak o zamandan beri cevap yazacak fırsat bu­lamadım. Bu gecikme için özür dilerim.

Dikkatimi çektiğiniz noktalar hakkında herhangi bir şey söylemeden önce sizin bu meseleyi iyice anlamanızı isti-yorum. Asıl mesele, Kur’ân’ın haram kıldığı “ribâ”nın ger­çek niteliğinin ne olduğu veya başka bir deyişle, “illet-i hür­met”inin ne olduğunu öğrenmektir. Yani, bir kişi kendi ver­miş olduğu mal (ra’s-ü’l-mal)dan daha fazlasını mı alsın, yoksa, başka bir kişinin ihtiyacından haksız kazanç mı elde etmeye çalışsın? Ben ilkini gerçek niteliği ve illet-i hürmeti (haramlık sebebi) olarak görüyorum. Ve bununla ilgili deliller şöyle ise sıralanabilir:

1-Kur’ân neyi haram kılıyorsa, onun için mutlaka “er-ribâ” kelimesini kullanıyor ki, Arapça sözlüğüne göre anlamı sadece (salt) fazlalık (mücerret artış)tır. Muhtaç kimseden fazla almak bu kavramın içinde değildir. İster muhtaç olma­yana, isterse de kâr getirici amaçlar için borç verilip fazla alınmış olsun, sözlüğe göre bu fazlalık veya artış, “er-ribâ” kapsamına girer.

2-Kur’ân’ın sadece muhtaç bir kimseye borç verilip alı­nan “ribâ”yı haram kılmak ve muhtaç olmayan kimselerden yahut, kâr getirici amaçlar için borç verilip tüccar ve işa­damlarından alınan “ribâ”yı hürmet emrinin kapsamından çıkarmak istediği anlaşılan bir sınırlama getirmemiştir.

3-Araplar, borçtan kâr etmeyi ve alış-verişten kâr almayı aynı sayıyorlardı. Nitekim, şöyle diyorlardı: “innam’el bey’û mislu’ür ribâ” “Alış-veriş riba gibidir.” (El-Bakara: 275). Kur’ân bu iki tür kâr arasındaki farkı belirle­mek suretiyle bey’in kârının helâl, borcun kârının ise haram olduğunu ortaya koydu. “Ahall’ellahu el bey’e ve harrama’er ribâ” “Allah alış-verişi helâl riba(faizi)yı haram kılmıştır.” (El-Bakara: 275). Bundan, kâr elde etmek için satış ve alıştaki yapılan kâr işlemin kapısının açık, ancak borç şeklinde para verip kâr etmenin kapısının kapalı olduğu açıklık kazandı.

4-Kur’ân, “lekûm ru’usu emvâlikum” “Mallarınızın ana parası sizindir.” diyerek, borç verenin ancak verdiği kadar geri alma hakkına sahip olduğunu be­lirtmek suretiyle meseleyi halletmiştir. Borç veren, verdiğin­den daha fazla alma hakkına sahip değildir. Burada da, kâr getirici amaçlar için bir kişiye “ra’sü’l-mal” (sermaye) veril­mişse, ondan borç verenin daha fazlasını alma hakkına sahip olduğunu gösteren herhangi bir belirti yoktur.

5-Sözlük ve Kur’ân’dan sonra, Allah’ın emirlerinin hik­metini ve gayesini anlamak için üçüncü en önemli kaynak sünnettir. Burada da görüyoruz ki, “illet-i hüküm” (hüküm sebebi) bir muhtaç kimseden alınan fazlalık değil, mücerret fazlalık veya salt artıştır. Hadiste şöyle bir açıklama vardır:"

Hangi borçtan kâr edilirse, o faizin çeşitlerindendir” (Beyhaki). Başka bir rivayette ise “Hangi borçatn kâr edilirse, o faiz’dir.” (Müsned-i Hâris bin Usame).[5]

6-Hazreti Peygamber صلي الله عليه وسلم, sadece borç şek­linde alınan ribâ’nın haramlığıyla yetinmemiş, ayrıca, elden ele alınma halinde de bazı maddeler ve eşya arasında “tefadıl” (fazlalık) muamelesi yapılmasını da haram kılmıştır. Gayet tabi ki, bunda ihtiyaç veya hacet gibi bir durum söz konusu değildir. Ve bundan açıkça anlaşılıyor ki, Rasûlullah صلي الله عليه وسلم Allahü Teâla’nın emrinin anlamı ve amacının kesinlikle fazlalığı veya artışı Allah’ın haram kılmak istediği şeklinde anlamıştır. İşte bu eğilime son vermek amacıyla Hz. Peygamber صلي الله عليه وسلم borcun dışında, elele veya elden ele yapılan alışverişte de fazlalığı yasaklamıştır.

7-Ümmetin tüm fakîhleri, borç alan kişi ister kendi kişi­sel ihtiyaçlarını karşılamak, ister kâr getirici herhangi bir işe yatırmak için olsun, bu emrin anlamının, borç konusunda asıldan fazla alınan her şeyin haram olduğunda birleşmişler­dir. “Şeriatın terminolojisine göre ribâ’dan kasıt, taraflar arasında bir alış-veriş muamelesi yapılmasının dışında, asıl maldan fazla almaktır” (Nihâye’İbn-i Kesir). Bu tarife göre tüm fakîhler, borç verenin, borç alandan verdiği borcun dışında aldığı tüm kârın haram olduğuna karar vermişlerdir.

Bu nedenleri göz ardı ederek sizin “hürmet-i ribâ”yı, sa­dece muhtaç kimselerin kendi şahsî ihtiyaçları için aldıkları borçlarla sınırlandırmanızın nedeni Arabistan’da Kur’ân’ın inişi sırasında yalnız bu tür borcun geçerli olmasıdır. Siz ay­rıca, kâr getirici işlere yatırmak amacıyla alınan borçtan elde edilen faizi bu hürmetin dışında bırakılması için de o devirde Arabistan’da bu tür borçların revaçta olmadığını belirtiyorsu­nuz. Ne var ki, sizin bu görüşünüz siz, aşağıdaki şu sorulara açık ve tatmin edici cevaplar vermedikçe kabul edilemez:

1-Allahü Teâla ve Rasûlünün borçlar arasında kârlı ve kârsız diye ayırım yaparak açıkça veya üstü kapalı bir bi­çimde “ribâ’ın hürmetini” sadece ikinci türle sınırlandırdığı ve birinci türü hürmet emrinin dışında saydığı doğru mudur? Eğer doğruysa, bunun referansını bulmak gerekiyor. Zira, hürmet emrini kim vermişse, müstesnâ kılma hakkı da ona aittir ve O’nun herhangi bir işareti olmaksızın ben ve siz her­hangi bir şeyi haram veya helâl kılma yetkisine sahip değiliz. Bu hususta sizin ileri sürebileceğiniz görüş şu olabilir: “O çağda sadece kârsız borç alma alışkanlığı bulunduğu için, Allahû Teâla’nın tahrim emrinin sadece bununla ilgili ol­duğu sanıldı.” Ancak bu delil, insanî konularda Allah ve Rasûlü’nün bilgilerinin sadece Kur’ân’ın iniş döneminde re­vaçta olan şeylerle sınırlı olduğu, onların ilerde ne olacağını hiç bilmediği ve ayrıca, İslâmiyet’in herhangi bir ezeli ve ebedi bir rehber olmayıp yalnızca belli bir döneme kadar yol gösteren bir din olduğu farz edildiği sürece geçerli olabilir. Eğer sizin verdiğiniz delilde böyle bir faraziye yoksa, o zaman şunu kabul etmelisiniz ki, daha sonra olup bitecek olanları da Allahü Teâla çok iyi biliyordu. Ve bunu kabul ettikten sonra şunu da kabul etmelisiniz ki, eğer Allahü Teâla’nın amacı gerçekten, tahrim emrini kâr getirmeyen borçlarla sınırlandırmak olsaydı, O mutlaka herhangi bir şekilde bu amacını ortaya koyar ve O’nun Rasûlü صلي الله عليه وسلم de bu kavrama öyle bir açıklık getirirdi ki, tahrim-i ribâ ile ilgili emir her türlü borcu kapsayacak şekilde izah edilirdi.

2-İkinci soru şudur: Arabistan’da sadece muhtaç kim­selerin kendi kişisel ihtiyaçları için borç aldıkları ve hiçbir kimsenin, işine veya herhangi kâr getirici bir işe yatırmak üzere borç almadığına dair herhangi bir deliliniz var mıdır? Sadece, dünyada kâr getirici işler için sermaye toplama alış­kanlığının çok daha sonraki devirlerde başladığını söylemek, daha önce bir kişinin işine başlarken veya işini sürdürdüğü sırada ticarî amaçlar için borç almadığına hüküm vermek için yeterli bir delil değildir. Siz çok önemli bir mesele ile ilgili karar veriyorsunuz. Herhangi bir şeyi Allah’ın emrinin dışına çıkarmak öyle hafife alınacak bir şey değildir. Bunun için verdiğiniz kanıttan daha güçlü bir kanıt vermelisiniz. Arabis­tan’da o çağda insanların ticarî amaçlar için borç almadığını kanıtlamak bizim değil, sizin görevinizdir. Siz, o devirde in­sanların ticarî amaçlı borç almadıklarını kesin kanıtlarla or­taya koymalısınız. Çünkü, istisna ile ilgili iddia sizindir ve siz bunu Allah ve Resûl’ün herhangi bir işareti veya açıklama­sına dayandırmak yerine Arabistan’da o zaman ribâ kapsa­mına ancak kâr getirmeyen borçların girdiği savını ileri sürü­yorsunuz.

Şimdi ben kısaca, sizin temas ettiğiniz noktaları cevap­landırmaya çalışacağım. Ribâ kavramını belirlemek ve illet-i hürmetini öğrenmek konusunda biz sadece o devirde Ara­bistan’da revaçta olan işler ve sosyal davranışla yetinmemeli­yiz. Aksine, bunun gerçek kaynakları sözlük, Kur’ân’ın ifa­desi, hadis ve ümmetin fakîhlerinin açıklamalıdır. Buna ilâ­veten, buna yardımcı olacak bir husus ta, o zaman ribâ kap­samına giren işlerin ortak özelliğini bulmaktır.

Siz buyuruyorsunuz ki, onların ortak özelliği sadece fazla bir meblağ almak değil, aynı zamanda bu fazla meblağın, muhtaç ve zorda olan kimselerin kişisel ihtiyaçları için verilen borçtan alınmasıydı. Ancak bir kere, illet-i emri bu şarta bağlayamayız. Çünkü ne Kur’ân’da ne hadiste, muhtaç kim­selerden fazla bir meblağın alınmasının, hürmet sebebi ol­duğunu gösteren en ufak bir işaret veya kayıt yoktur. İkincisi, o çağda borç işlerinin sadece bu tür işlemlerle sınırlı olduğu şeklindeki savı kabul etmiyoruz. Arabistan’ın ticarî işlerine gelince, bunlarda borç olarak alınan sermayelerin veya borç unsurunun hiç bulunmadığına ilişkin bize intikal eden her­hangi bir bilgi veya belge yoktur. Demek ki, bu hususta ne sizin ne bizim dayandığımız herhangi bir kaynak vardır. An­cak şurası sıradan bir aklın kabul ettiği bir şeydir ve dünyada sıradan ticarî işlemler hakkında az bir bilgiye sahip olan bir kişi bile şunu inkâr edemez ki, ticarette borç olarak alınan sermayeyi bir temel olarak kullanma alışkanlığı çok daha sonraki dönemde başlamış olsa bile tüccarların kendi işleri için birbirinden ve tefecilerden borç alma gereği çok eskiden de duyuluyordu ve küçük tüccarlar, büyük tüccarlardan borç veya ödünç olarak mal da alıyordu. Arabistan ile ilgili olarak böyle bir kayıt bulunmazsa da, dünyanın diğer ülkeleriyle ilgili bu tür kayıtların Kur’ân-ı Kerim’in inişinden yüzlerce, hatta binlerce yıl öncesine kadar bulunduğu bir gerçektir ve tarih açısından da, eski çağlarda ticari faaliyetlerin borç un­surundan tamamen yoksun olduğu da iddia edilemez.[6]

Size göre faiz işlerinde ancak muhtaç kimselerin kişisel ihtiyaçları için kendilerine borç verip onlardan fâhiş oranda faiz almak ortak zarar verici özellik olabilir. Ancak bize göre sadece bu zarar verici bir özellik değildir. Bir kişi veya kurulu­şun sadece para verip kendisi için belli bir kâr güvencesi alması ve bu para ile kendi emek, yetenek ve kafa yormala­rıyla kâr elde etmeye çabalayan herkes için belli bir kâr şöyle dursun, bizzat kâr garantisi bile olmaması özelliği de zarar vericidir. Kur’ân-ı Kerim’in belirlediği kural şudur: Herhangi bir kimseye borç olarak para veya mal verdiğinizde, asıl mal ve paradan fazlasını alma hakkına sahip değilsiniz ve bey’, yani ticaretin kârını elde etmek istiyorsanız, o zaman doğru dürüst bir şekilde kendiniz ticaretle uğraşın veya ticarette ortak olun. Kur’ân’ın işte bu amacı göz önünde bulundurula­rak İslâmiyette mudarebe caiz ve faizli borç haram kılınmış­tır. “Faizden (henüz alınmamış olupta) kalanı bırakan.”Zaru mâ bakîye miner’ribâ”dan çıkar­dığınız anlam doğru değildir. Bu, sadece o zamana ait geçici bir emir olmayıp, Kur’ân’ın diğer emirleri gibi ebedî idi. Biri nerede ve ne zaman iman ederse bu emre tabidir. Eğer kendisi, birine vermiş olduğu borçtan faiz alması gere­kiyorsa, faiz almaktan vazgeçmeli ve sadece kendi öz serma­yesiyle yetinmelidir. Ayrıca, bu âyetten çıkardığınız anlam, o zaman borç türlerinin ticarî olmadığına ilişkin iddianıza da­yanmaktadır. Oysa, bu iddia ispatlanmaya muhtaçtır. Sizin sık sık örnek verdiğiniz sözde kişisel borçların, küçük bir tüccarın büyük bir tüccardan mal alması ve büyük tüccarın ondan asıl bedelin dışında faiz alması ve belirlenen sürede bedelin tümünün ödenmemesi halinde, onun kendisine yeni bir süre tanıyıp faiz oranını artırması gibi bir durumda olma ihtimali de vardır. Bu tür faizin geri kalan kısmı da, “zaru mâ bakîye miner’ribâ” “Faizden (henüz alınmamış olup ta) kalanı bırakan.” emri kapsamına gir­mektedir. Bu bakiyelerde bu tür bakiyelerin olmadığını gös­teren herhangi bir kanıt sizde var mıdır?

Kanaatimce, ticarî faizi ribâ emrinin kapsamına almanın temeli sadece, kıyas veya tahmin bile olsa (ki, gerçekte böyle değildir) kıyasa dayanarak olası bir haramı helâl kılmak, onu haram olarak kabul edip ondan kaçınmaktan daha tehlikeli­dir. Hadisin emri çok açıktır: “da’u er ribâ ver riyybe“faizi de ve içinde faizin bulunduğu şüphesi olanı da bırakın”. Ben bu sözü, sadece sizin, ticarî faizi ha­ram kılmanın temeli kıyas ve tahmindir şeklindeki sözünüze cevap olarak söylüyorum. Yoksa, bunun tamamıyla hürmet kapsamına girdiği ve haram oluşunun temeli tahmin veya kıyas değil, Kur’ân ve Sünnetin emirleri olduğu konusunda hiçbir kuşkum yoktur.

Zatıâlinizin emekli sandığının faiziyle ilgili önerimi kabul ettiğiniz için mutluyum. Zatıâlinizden, en az kendi kişiliğinizi bu kuşkulu malın kârından koruyacağınızı zaten bekliyor-dum. Keşke, bunu başkalarına helâl etme endişesin­den de kurtulur, malî konularda sahip olduğunuz tecrübe ve basiretiniz ile faizsiz bir malî sistemin oluşmasına yardımcı olsanız.

Son sorunuzun cevabı şudur: Ben “ismun” tercüme­sini, “günah” yerine, kârın karşıtı değildir. Şöyle ki, “ismun”un asıl anlamı, istenen hayra ulaşmakta âciz kal­maktır. İşte bu anlama göre Araplar, “asimet’en’nâkatu”, yani “dişi devenin hızı yavaştır”. Başka bir deyişle, dişi deve, kendisinden beklenen hıza ulaşma­maktadır. (Tercümanu’l-Kur’ân, Muharrem-Sefer 1377 H; Ekim-Kasım 1957)



 



[1]    Bu bahis, mevcut kitabın (tercümenin) 71-72 sayfalarında yer almaktadır. Anlatmak istediğim şuydu: İşe yatırılan her sermaye fazlası Kur’ân tarafın­dan yasaklanmamıştır. Bu fazlalığı ticarette de görüyoruz ki, Kur’ân tara­fından helâl sayılmıştır. Kur’ân’ın haram kıldığı fazlalık, “ribâ”dır ki, bunun belli bir anlamı vardı ve bunu herkes biliyordu.

[2]    Bu konular bu kitabın önceki bölümünde cevaplandırılmıştı.

[3]    Bu itiraza Ek: 2’de cevap verilmiştir.

[4]    Bu husus fiilen yanlıştır. Toptan ticarette, bir toptancının, perakende müşterile­rine borç olarak mal verip, fiyatın faizsiz ödenmesi için bir iki ay süre tanıması ve bu süre içinde ödemenin gerçekleşmemesi halinde yeni bir süre tanıyıp faiz belirlemesi olağan dışı bir şey değildir. Böyle bir du­rumda zamanında ödeme yapmayan bir perakende tüccarından faiz alma­sının büyük bir zulüm sayılması için Sayın Yakub Şah’ın kastettiği gibi illa aç ve perişan olması gerekmez.

[5]    Bazı kimseler bu hadis senedinin zayıf olduğunu belirterek sağlamlığına itiraz etmiştir. Ne var ki, bu hadiste belirtilen usûl ve kuralı tüm fakîhler aynen kabul etmiştir. Bu ittifak ve genel kabul, hadis, senedi zayıf olsa bile, onu güçlü kılmaktadır.

[6]    Ayrıntılar için bkz. Ek-2