EK  2

İSLÂM ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ’NÜN SORULARI VE CEVAPLARI

(1960’ın başında Lahor’daki İslâm Araştırmaları Ens­titüsünde bir açık oturum düzenlenmiş ve bu açık otu­rumda faizle ilgili konular tartışılmıştı. Enstitü bu amaçla ele alınan konular hakkında bir soru formu hazırlamıştı. Formda yer alan sorular ve bunlara yazar tarafından veri­len cevaplar aşağıda yer alıyor)

SORULAR

1-Arabistan’da Hazreti Peygamber صلي الله عليه وسلم  zama­nında borç alıp vermenin şekli neydi?

2-“Ribâ” kelimesinin anlamı.

3-“Ribâ” (faiz) ve “ribih” (kâr) arasındaki fark.

4-“Ribâ”da borç veren şart koşarken banka faizinde borç alan şart koşar.

5-Bey’i selem ile ticarî faiz arasında ne gibi bir fark vardır? Bir kişi, günde 10 kilo (litre) süt veren bir ineği başkasına verip diyor ki, “Kardeşim, bu sütün beş kilosunu (litresini) her gün bana vereceksin”. Eğer bu caizse, bu­nunla kâr getirecek para borç verme arasında ne fark var?

6-Aynı cins malların tefâdıl (fazlası) ile mübadelesi niçin caiz değildir. Çünkü, bilindiği gibi, ayrı cins malların müba­delesinde tefâdıl caizdir.

7-Ticarette tarafların rızası gerekli midir? Bazı kimselere göre taraflardaki anlaşmazlık “ribâ”yı doğrur. Zarar ise söz konusu bile olamaz. Ribâ’ın haram kılınmasının nedeni sa­dece bir tarafa zulüm edilmesi midir? Ticarî faizde hiçbir tarafa zulmedilmez. Bir tarafın zulme uğramadığı ve mağdur olmadığı doğruysa, banka faizi, “ribâ” kapsamına nasıl girer?

8-a) Sanayi kuruluşlarının genel hisseleri

   b) Sanayi kuruluşlarının tercihli hisseleri

   c) Bankaların vadeli mevduatı

   d) Bankaların kredi mektupları. Çeşitli yönleri. Eğer kredi mektubuna dayanılarak ticaret için borç almak caiz değil ise, caiz şekli nedir ki, ticaret sistemi altüst olmasın?

   e) Yapı Kredi Finans Anonim Şirketi (Kurumu) ve Sa­nayi Finans Anonim Şirketi (Kurumu).

   f) Kamu borçları: 1.İç borçlar. 2.Dış borçlar. Eğer bü­tün bu borçlar caiz değilse, hükümet ve devlet mekanizma­sının yürümesi için ne gibi öneriler yapılabilir?

CEVAPLAR

Birinci Soru

Birinci sorudan araştırılması gereken konular şunlardır:

1-Kur’ân-ı Kerim’in inişi sırasında dünyada ticarî, sanayi, tarımsal ve kamusal resmî amaçlar için borç alıp verme alış­kanlığı var mıydı?

2-Bu borçlardan faiz alınıyor muydu?

3-Araplarda bu amaçlar için de borç alışverişinin yapıl­dığına ilişkin inanç yaygın mıydı?

4-Bu tür borçlar söz konusu olduğunda asıl paradan alı­nan fazla bir meblağ için “ribâ” sözcüğü mü kullanılıyor muydu, yoksa bunun için Arap dilinde başka bir sözcük mü vardı?

Bu noktalarda herhangi bir söz söylemeden önce biz İs­lâmiyet öncesi Arabistan’ın ekonomik tarihi ve dış dünya ile ilişkilerine bir göz atmalıyız ki, bu ülkenin dünyadan kopuk olduğu ve sakinlerinin kendi vadileri ve çöllerinin dışındaki dünya hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığı şeklindeki ya­nılgıdan kurtulalım.

Eski çağ tarihiyle ilgili elimizde bulunan kayıtlar ve kay­naklardan şurası apaçık kanıtlanmıştır ki, o dönemde Çin, Hindistan ve diğer Doğu ülkeleri ve aynı şekilde, Doğu Af­rika’nın ne kadar ticaretî Mısır Suriye, Küçük Asya (Anadolu), Yunanistan ve Roma ile oluyorduysa, hepsi Arabistan yoluyla oluyordu. Bu ticaretin üç ana yolu vardı. Birincisi İran üze­rindeki kara ticaret yolu ki, Irak ve Suriye’den geçerdi. İkin­cisi, Basra Körfezinin deniz ticaret yolu ki, bununla tüm ticarî mallar Arabistan’ın doğu kıyılarına iner ve Devmet-ül Cendel yahut Palmyra üzerinden geçerdi. Üçüncüsü Hint Okyanusu yolu ki, bundan gelen tüm ticarî mallar Hadre Mevt ve Yemen’den geçerdi. Bu üç yolda da Araplar yaşı­yordu ve yerleşim merkezleri kurmuştu. Arapların kendisi bir taraftan mal alıp başka tarafa satardı. Onlar taşımacılıkta yapardı ve kendi bölgelerinden geçen ticaret kervanlarından gayet ağır vergiler alıp emniyet içinde geçmelerinin sorum­luluğunu da üstlenirlerdi. Bu üç şekilde de, uluslararası tica­retle yakından ilgili oldular. M.Ö. 2700’den beri Yemen ile Mısır arasında ticarî ilişkilerin bulunduğuna ilişkin açık kanıt­lar vardır. M.Ö.1700’de İsmail oğullarına ait ticaret kervanla­rının faaliyetleri Tevrat’ta yer almaktadır. Kuzey Hicaz’da Medyen (Midyan) ve Didan’ın ticaretlerinin M.Ö. 1500 ve ondan yüzyıllar sonrasına kadar devam ettiği bildirilmektedir. Hazreti Süleyman ve Hazreti Davut عليهما السلام döneminden Milattan 1000 yıl öncesinden beri Yemen’in Sabâi kabileleri ve onlardan sonra Himyeri kabileleri Mîladi takviminin ilk yıllarına kadar sürekli ticaretle meşgul olmuşlardır. Hazreti İsâ Aleyhisselâmın عليه وسلم zuhuru dolaylarında Filistinli Yahu­diler Yesrib, Hayber, Vâdil Kura (bugünkü el-ûla), Teyma ve Tebûk’a gelip yerleşti ve gerek dini gerekse kültü­rel daimi ilişkileri Suriye, Filistin ve Mısırla devam etti. Ara­bistan’da Suriye ve Mısır’dan hububat ve içki ithal etme işini genellikle bu Yahudiler yapardı. 5.Yüzyıldan beri Kureyş Ara­bistan’ın dış ticaretinde büyük çapta faaliyet göstermeye başladı. Ve H.z. Peygamber zamanına kadar bir yandan Ye­men ve Habeşistan ile diğer yandan Irak ile ve üçüncü ta­rafta mısır ve Suriye ile çok geniş ticarî bağlantıları vardı. Arabistan’ın doğusunda İran’ın Yemen ile olan ticaretinin önemli bir bölümü Hire’den Yamame (bugünkü Riyad) ve daha sonra Beni Temim bölgesinden geçerek Necrân’a ve Yemen’e ulaşırdı. Yüzyıllara yayılan bu geniş ticarî bağlantıla­rın bulunduğu bilinirken dış dünyanın bu ülkelerinde geçerli olan malî işlemler ve iş yöntemlerinden Araplar’ın habersiz olduğunu farz etmek akıl ve mantığa tamamen aykırıdır.

Bu ticarî ilişkilerin dışında da Araplar’ın siyasî ve kültürel açıdan çevrelerindeki uygar dünya ile yakın ilişkileri vardı. Örneğin, M.Ö. 6. yüzyılda Hicaz’ın kuzeyindeki Teyma kasa­bası Babil Hükümdarı Nabonidüs tarafından yazlık başkenti ilân edilmiştir. Bu gerçek ortada iken Babil’de geçerli olan ekonomik yasa ve yöntemlerden Arapların habersiz olduğu düşünülebilir mi? M.Ö. üçüncü yüzyıldan başlayarak H.z. Peygamber صلي الله عليه وسلم zamanına kadar önce Petra’daki Nebti Devleti, sonra Tedmur’daki Suriye Devleti ve daha sonra Hire ve Gassani’nin Arap Devletçikleri Irak’tan Mısır sınırına kadar, Hicaz ve Necd sınırlarından El-cezira ve Suriye sınırlarına kadar sürekli olarak ayakta idi. Bu devletle­rin bir yandan Yunan ve Roma devletleriyle ve diğer yandan İran ile çok yakın siyasî, sosyal, kültürel, medenî ve ekono­mik bağları vardı. Ayrıca, ırksal bağlantıları açısından da Arabistan’ın iç kesimlerindeki kabilelerde bunlarla yakın te­masta idi. Medineli ensâr Suriye’nin Gassan Hükümdarları­nın soyundan olup aralarında sürekli bir ilişki vardı. Hz. Peygamaber صلي الله عليه وسلم zamanında bizzat hâs şairi Hz. Hassân bin Sâbit, Gassan emirlerine gidip gelirdi. Hire’nin ileri gelenleriylede Kureyş çok yakın ilişkiler içinde idi hatta, Kureyşliler okuma yazmayı ondan öğrenmiş ve yine Hire’den daha sonra Kufi olarak adlandırılan yazı şeklini buldular. İşte bunca bağlantılar ve temaslar varken bunların Yunan, Roma, Mısır, Suriye, Irak ve İran’ın malî ve ekonomik faaliyetlerin­den habersiz olduğuna nasıl inanılabilir?

Ayrıca, Arabistan’ın her tarafından kabile reisleri, şeyhler, soylular ve tüccarlarda çok sayıda Romalı, Yunanlı, İranlı cariye ve köleler vardı. İran ve Bizans arasındaki savaşlarda alınan esirlerin gereğinden fazla sayıda olanları pazarlarda satılırdı. Ve Arabistan bu malın önemli bir pazarıydı. Bu kö­lelerin önemli bir bölümü hem okumuş hem kültürlü olup sanat ve ticaretle de uğraşıyordu. Arap şeyhleri ve tüccarlar onları geniş çapta kullanırlardı. Mekke, Taif, Yesrib ve diğer yerleşim merkezlerinde bunların önemli bir sayısı vardı ve bunlar zanaatkâr veya ticarî elemanlar olarak efendilerine değerli hizmetlerde bulunuyordu. Bu işçi ve hizmetkarları çalıştıran Arap tüccarların kulaklarına çevredeki ülkelerde malî ve ticarî işlerin nasıl olduğuna dair bilgilerin gitmediği nasıl mümkün olabilir?

Bunun yanı sıra, Arabistan’ın ekonomik tarihinin başka bir yönü de göz önünde bulundurulmalıdır. Arabistan hiçbir zaman ne gıda maddeleri bakımından kendi kendine yeterli durumda olmuş ve ne de orada tüm ihtiyaç maddelerinin üretildiği sanayiler kurulmuştur. Bu ülkeye yiyecek maddeleri her zaman dışarıdan ithal edilmiştir ve her türlü sanayi ma­mulleri hatta dokuma kumaş bile daha çok dışarıdan gel­miştir. Hz. Peygamber صلي الله عليه وسلم  zamanında bu ithalât daha çok iki grubun elinde bulunuyordu. Birincisi Kureyş ve Sakîf. İkincisi Yahudiler. Ne var ki, bunlar sadece mal ithal edip toptan dağıtım yaparlardı. Yurt içindeki küçük yerleşim alanlarında ve kabilelerin yuvalarında perakende satışını bunlar yapmazdı ve yapamazdı da. Kabileler de tüm ticarî kârların bunlara gitmesine ve kendilerinin bu tekele girme imkanı bulunmamasına tahammül edemezdi. Bu nedenle, toptancı olarak bunlar, memleketin içindeki perakendecilere milyarlarca liralık mal satardı. Ve bunun önemli bir bölümü veresiye olarak satılırdı. Herhalde dünyada toptan ve pera­kende alışverişlerde hiçbir zaman ve hiçbir yerde tamamen nakit ve peşin ödeme şekli yoktu. Bu gibi alışverişte borç veya ödünç alma kaçınılmaz bir şeydir. Eğer sadece Arabis­tan’da o zaman bu alışverişin nakit yapıldığı ve borç işlemi­nin hiç olmadığı iddia edilse de, bu hem aklen, hem tarihi açıdan yanlış olur ki, bunu ben daha sonra açıklamaya çalı­şacağım.

Şimdi ben yukarıdaki noktaları ele alacağım.

Eski çağlarda, borcun sadece kişisel olarak ve özel ihti­yaçlar için alınmadığı, aksine ticarî, sanayi ve tarımsal amaçlar için de alındığı ve hükümetlerinde kendi resmî işleri için borç aldığı tarihen sabittir ve eskiden borç alışverişinin yalnız ve yalnız kişisel ihtiyaçlar için alındığını iddia etmek için hiçbir temel yoktur. Aynı şekilde, bu da biliniyor ki, borç durumunda asıl para veya maldan daha fazla alma yöntemi kişisel veya ticarî işler arasında herhangi bir ayrım yapılma­dan geçerli idi.

Encyclopadea Britannica (1946)’da yer alan “bankalar” maddesinde verilen bilgilere göre Babil ve Mısırdaki tapı­naklar sadece ibadet yerleri değil, aynı zamanda banka ola­rak kullanılıyordu. Babil’in kalıntılarında bulunan tabletlerde toprak sahiplerinin ürünlerini yetiştirmeden önce tarımsal ihtiyaçları için tapınaklardan borç aldıkları ve ürünün alınma­sından sonra borçlarını faiz ile birlikte geri verdikleri yazılıdır. M.Ö. 6. y.y. dolaylarında Babil’de özel bankaların da faali­yette olduğu anlaşılmaktadır. M.Ö. 575’de Babil’de toprak sahiplerine borç veren Igibi Bankasının bulunduğuna dair kayıtlar vardır. Bu banka aynı zamanda, insanların mevduat­larını alıp kendilerine faiz öderdi hatırlanacağı gibi, aynı dö­nemde Hicaz’ın Teyma Kenti Babil Devletinin yazlık başken­tiydi.

Willy Durant, “A Story of Civilisation” (Uygarlık Öyküsü) adlı kitabında Babil ile ilgili olarak şunları yazmıştır:

Ülkede yasa uyarınca nakit para borcundan yılda %20 ve hububattan %33 faiz alınırdı. Bazı güçlü aileler kuşaktan kuşağa tefecilik yapar ve zanaatkârlar ile tüc­carlara faizli borç verirdi. Ayrıca, tapınak rahipleri ekinler için toprak ağalarına borç verirdi.”

Aynı yazar daha sonra şunları belirtmiştir:

Faiz yiyiciliği bir salgın hastalığı haline almış ve tıpkı bizim sanayimiz gibi, Babil’in ticaret ve sanayi bu karma­şık düzenin içinde idi. Babil uygarlığı aslında bir ticaret uygarlığıydı. O zamana ait ne kadar belge ve bulgu bu­lunmuşsa, bunların çoğu iş ve ticaret ile ilgilidir. Örneğin satış, borç, ihale, ortaklık, komisyonculuk, mübadele, sözleşme ve benzeri işlerle ilgili.”[1] Asur Devletinin durumu da bundan farklı değildi. M.Ö. 7. y.y, Sinakrep dönemiyle ilgili olarak Willy Durant şu ifadede de bulunmaktadır: “Özel olarak tefeciler, ticaret ve sanayinin ihtiyaç duyduğu ser­mayenin bir bölümünü sağlar ve verdikleri borçtan yılda %25 hesabıyla faiz alırdı.”[2]

Encyclopadea Britannica’nın “bankalar” maddesinde Yunanistan’da M.Ö. 4. y.y.’dan beri bankacılığın düzenli ola­rak işlediğine dair kayıtların bulunduğu belirtilmiştir. Bu dü­zende insanların para ve mallarını emanet olarak alıp faiz verdikleri banka türlerinin de bulunduğuna işaret edilmiştir.

Willy Durant’a göre M.Ö. 5. y.y’da Delphi’deki Apollo Tapınağında tüm Elen âlemine hizmet veren uluslararası bir banka vardı. Bu banka hem kişilere hem devletlere makul bir faiz oranıyla borç verirdi. Aynı şekilde özel sarraflar, tüccar­lara %12 ile %30’a kadar varan faiz oranlarıyla borç verirdi. Yunanlılar bu yöntemleri ve işlemleri Yakın Doğu (Babil, Mısır ve Suriye)dan öğrenmiş ve daha sonra Yunanistan’da bazı büyük özel bankalar kurulmuş ve bunların sayesinde Atina’nın ticareti gelişmeye başlamıştı.[3]

Sonra Roma dönemi var ki, bununla ilgili olarak aynı ya­zar şunları yazmaktadır:

M.Ö. İkinci y.y.’da Roma’da bankacılık çok geliş­mişti. Tefeciler, müşterilerin mevduatlarını kabul eder ve bunlar için kendilerine faiz öderdi. Hem borç alır, hem verirlerdi. İşe hem kendi paralarını yatırır, hem başkaları­nın da yatırmalarını sağlarlardı.[4] M.S. birinci y.y.’da Roma İmparatorluluğunun her kesiminde bankalar kurul­muştu. Bunlar bankacılığın çeşitli işlemlerinin yanı sıra, müşterilerin mevduatlarını kabul eder, bunlar üzerine faiz öder ve sonra bu paraları borç verip faiz alırdı. Bu iş daha çok Yunanlı ve Suriyelilerin elinde idi Gall’de ise Suriyeli­ler ve tefeciler neredeyse, birbiriyle özdeşleşmiştir. O de­virde devlet hazinesinden sonra toprak ürünleri için faizli kredi verilirdi. Ağustos döneminde faiz oranı %4’de kadar düşmüştür. Ölümünden sonra faiz oranı %6’ya ve Konstantin zamanında %12’ye çıktı.”[5]

M.S. 1. y.y. hakkında Baron, “A Religious anda Social History of Jews” (Yahudilerin Dini ve Sosyal Tarihi) adlı ese­rinde İskenderiye’nin Yahudi bankacıları Aleksander ve Dimitrius’un Yahudiyye (Filistin) Kralı Birinci Agriappa’ya 200 bin dirhem (yaklaşık 30 bin Dolar) borç verdiğini ifade et­miştir.[6]

Hazreti Peygamber صلي الله عليه وسلم’in zuhuruna yakın za­manda Bizans İmparatoru Justinian (ki, Hazreti Peygamberin صلي الله عليه وسلم doğumundan sadece 5 yıl önce vefat etmişti) ülkede yasaya göre toprak sahipleri ve tüccarlardan borçları üzerine %4, kişisel borçlardan %6, ticarî ve sanayî borçların­dan %8 ve deniz ticaretî için verilen borçlar üzerinden %12 faiz uygulanmasını emretmişti. Bu yasa, Justinian’dan son­rada uzun süre Bizans İmparatorluğunda geçerli kaldı.[7] Şurası unutulmamalıdır ki, bu faiz yasasının geçerli olduğu Bizans İmparatorluğunun sınırları Hicaz’a kadar uzanıyordu, Suriye, Filistin ve Mısır ona bağlıydı ve Kureyş tüccarları bu imparatorluğun pazarlarına sürekli gidip geliyordu. Bizzat Hz. Peygamber صلي الله عليه وسلم çocukluğundan nübüvvetinin başına kadar sürekli olarak ticaret kervanlarıyla bu pazarlara giderdi. Kureyş tüccarlarının ve H.z. Peygamberin صلي الله عليه وسلم bu pazarlarda işlerini yaparken Bizans İmparatorluğunda ticaret, sanayi ve tarım amaçlı borçların alışverişinin olduğu ve bunlara yasalara göre faiz oranlarının konduğunu hiç öğ­renmedikleri nasıl farz edilebilir?[8]

Tam Nübüvvet döneminde Bizans ile Pers İmparator­lukları arasında şiddetli savaşlar meydana geliyordu ki, bun­lardan Kur’ân-ı Kerim’in Er-Rûm süresinde bahsedilmiştir. Savaş için Bizans İmparatorluğunda Heraclius (Heraklius) Kilise’de toplanmış olan servetin bir bölümünü borç olarak aldı ve bunun için faiz ödemeyi taahhüt etti.[9] Bu savaş, Pers İmparatoru Hüsrev Pervize karşı yapılacaktı. Şimdi, Irak ile Mısır’a kadar olan bölgeyi altüst eden, Pers İmparatorluğu­nun büyük zaferler elde etmesine ve bunun her tarafta konu­şulmasına neden olan ve çok zor durumda olan Heraclius’un İmparatorluğu kurtardıktan sonra birdenbire Hüsrev’e karşı görülmemiş bir taarruz başlattığı ve bunun da Sâsânî salta­natının merkezi Medain’in yerle bir olmasına neden olduğu bu büyük savaşta Bizans İmparatorunun karşı taarruzu baş­latmak için Kiliseler’den borç aldığı gerçeğinin Arapların gözünden kaçtığına nasıl inanılabilir? Hıristiyanların Mecûsi­lerden kurtarılması ve sadece Beyt-ül Mukaddes (Kudüs) de­ğil, kutsal Haç’ın da müşriklerin ellerinden geri alınması için savaş yapılsın ve Kiliseler’in rahipleri bu hayırlı iş için faizle kredi versinler ve bu garip olay, dünyanın süper devletlerinin arasındaki askeri mücadelenin sonuçlarını yakından izleyen insanların gözünden nasıl kaçsın? Özellikle Rûm sûresinin inişi sırasında Bizans mı yoksa Pers İmparatorluğunun kaza­nacağına ilişkin Hz. Ebû Bekr ile Kureyşli kabile reisleri ara­sında bahse girildiği halde onlar bundan nasıl habersiz olabi­lirler?

Buraya kadar arz ettiklerimden, Arapların Orta Doğunun çeşitli milletlerinin ekonomik, sosyal ve siyasî yaşamıyla eski çağlardan beri yakından ilgili oldukları ve bu bölgede 2500 yıldan beri ticarî, sanayi, tarımsal ve resmî amaçlar için borç alışverişi ve ondan faiz alınma alışkanlığının süregeldiği ve Arapların bu alışkanlık ve genelekten habersiz ve etkisiz kal­malarının tasavvur edilemeyeceği apaçık ortaya çıkmaktadır.

Şimdi de bizzat Arapların, Hz. Peygamber صلي الله عليه وسلم zamanında olan malî durum ve işlerine bir göz atalım. Daha önce, Arabistan’ın ihtiyaçları için gıda maddelerini ve içkiyi genellikle Yahudilerin ithal ettiğini geriye kalan malların Mekke ve Taif’in tüccarlarının dış ülkelerden getirdiklerini ifade etmiştim. Ben az önce, Kureyş, Sâkif ve Yahudilerin bütün bu ticaretinin toptancılıktan ibaret olduğuna işaret etmiştim. Yurt içinde ise perakendeciliğini başkaları yapar ve bu malları onlardan satın alırdı. Ben ayrıca, toptancılar ile perakendeciler arasında ticaret ve alışverişin dünyada hiçbir zaman sadece ve sadece nakit olmadığını vurguladım ve Arabistan’da bunun böyle olmadığını kaydettim. Bundan sonra ribâ ile ilgili âyetin tefsiri konusunda Risâlet dönemine yakın devrede müfessirlerce naklolunan rivâyetlere de bir göz atalım. Dehhak, “faizden (henüz alınma­mış olup ta) kalanı bırakın” ayetinin tefsirinde şöyle yaz­maktadır: Bu, Cahiliy-ye döne­minde insanların alışveriş yaptığı faizdi.”[10]

Katade şöyle demektedir:

Cahiliyye dönemi insanlarının ribâsı şuydu: Bir kişi başka bir kişiye mal satar ve bedelinin ödenmesi için bir süre belirlenirdi eğer süre dolar ve alıcıda bedelini ödeye­cek mal veya para yoksa, satıcı ondan daha fazla para alacağını açıklar ve süreyi uzatırdı.[11]

Süddi diyor ki:

faizden kalanı bırakın” âyeti Abbas bin Abdulmuttalib ve Benî El-Muğiyre’den bir kişi hakkında inmiştir. Bunlar Cahiliyyede ortak bir iş yapıyordu ve Sakîf’li Benî Amr mensuplarına faizle para vermiş. İslâmiyet’in do­ğuşu sırasında büyük bir sermayesi faize yatırılmış durum­daydı.[12]

Bütün bu rivayetler perakendecilere borç olarak mal sa­tımı ve ondan faiz alımını bize bildirmektedir. Bunlar aynı zamanda, bu ticarî faiz için de “Er-ribâ” teriminin kullanıldı­ğını, ticarî borçlar için başka bir kelimenin kullanılmadığını ve sadece kişisel ihtiyaçlar için alınan borçlardan tahsil edi­len faiz için “Er-ribâ”nın kullanılmadığını da kanıtlamaktadır.

Ayrıca, Buhârî’nin 7 yerinde[13] ve Nesaînin bir ye­rinde[14] güvenilir senetlerle naklolunan bir rivayette Hz. Pey­gamberin صلي الله عليه وسلم şöyle buyurduğu ifade edilmiştir: İsrail oğullarına mensup bir kişi, başka bir kişiden ticaret amacıyla bin dinar borç aldı,[15]ve dedi ki, “Senle benim aramda Allah şahittir ve Allah kefildir.” Sonra deniz yolcu­luğuna çıktı. Oradaki işlerini bitirip memlekete dönmeye hazırlanırken herhangi bir gemi bulamadı. Bu arada varılan anlaşmasının süresi doldu. Adam başka bir çare bulama­yınca bir tahta parçasının içini oydu, içine bin dinarı koydu ve bir de borç veren adına bir mektup ekledi, üstünü kapadı ve denize attı. Sonra, Allah’a iki elini açıp “Ya Allah ben seni Şahid ve Kefil yapmıştım ve bu borcu almıştım. Artık bu borcu ona ulaştırmak senin işindir.” diye dua etti. Allah’ın hikmetine bakın ki, borç veren bir gün deniz kenarında du­rurken önüne bir tahta parçası geldi. Onu sudan çıkarınca gördü ki, içinde bin dinarın yanı sıra bir mektup var. Böylece borcunu geri almış oldu. Daha sonra borç alan kişi memle­ketine geri dönünce yanına bin dinar alıp borç verene ver­mek üzere yanına gitti. Ancak borç veren, parasını geri aldı­ğını belirterek bunu almayacağını belirtti.

Bu rivayet, ticaret amacıyla borç alma kavramının o za­man Araplar için yabancı olmadığını açıkça göstermektedir.

 İbn Mâce[16] ve Nesai’de[17] yer alan bir rivayete göre Hz. Pey­gamber صلي الله عليه وسلم Huneyn Savaşı sırasında Abdullah bin Rabi’ye Mahzûmi’den 30-40 bin dirhem borç aldı ve sa­vaştan sonra bu borcu geri ödedi. Bu, devlet ve resmî amaçlar için alınan borcun açık bir örneğidir.

Bir dostum iki olaya daha dikkatimi çekmiştir ki, bunun için kendisine Teşekkür ediyorum. Birinci olay Hint Bint-i Utbe ile ilgilidir. Kendisi Hz. Ömer رضي الله عنه Beytu’l-Mal’a ait muhtemelen 4000 bin dirhemi ticarî amaçlar için borç almıştı.[18]

İkinci olay da yine Hz. Ömer  رضي الله عنه dönemine aittir: Hz. Ebû Musa Eş’ariرضي الله عنه   (Basra valisi) Beytu’l-Mal’a ait parayı, Hz. Ömer’in iki oğlu, Abdullah ve Ubeydullaha رضي الله عنهم ticarî amaçlar için borç verdi. Ancak, daha sonra Hz. Ömer رضي الله عنه  bu borcun şaibeli olduğunu belirterek oğullarından gerek anapara gerekse kârının tümünü geri vermelerini istedi. Ancak yine insanların tavsiyeleri üzerine bu borcu “Kırât” (mudarebe) ilan ederek kârın yarısını tahsil etti.[19]

Bu iki örnekte Cahiliyye dönemine çok yakın bir dö­neme aittir. Arabistan da Hicrettin sonra 9. yılına kadar faizli işlemler devam etti. Bu olaylar faizin yasaklanmasından 10-12 yıl sonra meydana gelmiştir. Dolayısıyla, bu olaylardan, borçla sermaye alıp ticaret kavramının Cahiliyye döneminde varolduğu sonucu çıkarılabilir. [20]

İslâmî dönemin tarihçileri, muhaddisleri ve müfessirleri­nin kişisel ihtiyaçlar ile ticarî borçları açık ve net bir şekilde ayrı ayrı neden anlatmadığı konusuna gelince, bunun açık bir nedeni şu olabilir: Onlarda borç hangi amaçlar için alın­mış olursa olsun borçtur ve bunlardan faiz alınması da aynı değerlendirmeye tabi tutuluyordu. Onlar ne, açlıktan öl­mekte olan kimselerin karınlarını doyurmak için borç aldıkla­rını açıklamaya ne de insanların ticaret ve iş için borç aldıkla­rını ayrıntılı biçimde anlatmaya gerek duydu. Bu konuyla ilgili ayrıntılar nadiren bulunduğu için Arabistan’daki durumu anlayabilmek amacıyla o zaman dünyanın genel durumuna bakmak gerekmektedir. Çeşitli borçlar arasında amaçları açısından fark gözetilip, bir çeşit borçlardan faiz alınmasını caiz ve diğer çeşit borçlardan faiz alınmasını yasak sayma kavramı, herhalde, 14. y.y.’dan önce dünyada yoktu.[21] O zamana kadar Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet’e mensup herkes ve aynı şekilde ahlâk hocaları da her türlü borçtan faizin alınmasının caiz olmadığına inanıyordu.

İslâm öncesi dönemde borç alınan sermaye ile ticaret yapılmasının mümkün olmadığı, çünkü ülkede doğru dürüst bir hükümetin bulunmadığı, her tarafta anarşinin hakim ol­duğu, ticarî kafilelerin kabilelerin denetimi altındaki bölgeler­den geçmek için büyük vergiler ödemekte olduğu ve bu teh­likeli durumlar nedeniyle faiz oranının %300-400’e kadar vardığı ve böylesine yüksek oranda bir faizle ticaretin ve yatı­rımın kârlı olamayacağı da sık sık belirtilmektedir. Ne var ki, bu kıyas ve tahminler, tarihi gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Bu sadece bir varsayım olup, tarihten habersiz ve Arabis­tan’da bir hükümetin olmadığı ve huzursuzlukla anarşinin hüküm sürdüğüne göre sonuçlarının mutlaka böyle olması gerektiği inancına dayanarak oluşturulmuştur. Oysa, tarihi gerçekler, İslâm öncesi döneme yakın devrede İran ve Bi­zanslılar arasındaki sürekli savaş ve siyasî çekişmeleri nede­niyle Batılı ülkelerin Çin, Endonezya, Hindistan ve Doğu Af­rika ile ne kadar ticareti varsa onların aracısı Arap tüccarları olduğunu göstermektedir. Özellikle, Yemen, İran’ın egemen­liğine girince Bizanslılar için Doğu ticaretinin tüm yolları ka­panıverdi. Bu durumda doğunun tüm ticarî malları Basra Körfezi ve Arap denizinin Arap limanlarına iner ve oradan Mekke üzerinden Batı’ya ulaşırdı. Aynı şekilde, Batı dünyası­nın tüm ticarî malları Kureyş kafileleri tarafından Mekke’ye getirilir ve daha sonra Doğu tüccarlarının uğradığı limanlara ulaştırılırdı. Oliary şöyle demektedir: “O sıralarda Mekke bankacılığın merkezi haline gelmiş buradan dünyanın ücra köşelerine kadar ödemeler yapılırdı ve burası Dünya Ticaret Merkezi oluvermişti.”[22]

Eğer şartlar varsayıldığı gibi olsaydı, böylesine parlak ve yoğun ticaret nasıl yapılabilirdi? Ekonomik teori ve ilkeler hakkında çok düzeysel bilgi bile, huzursuzluk ve güvensizlik nedeniyle ticarî faiz oranının %300-400’e kadar varmış ol­duğu hayli masraflı ve tehlikeli ticarette, ticarî malların mali­yetinin de mutlaka dış pazarlara götürülüp satılmasını im­kansız kılacak kadar yüksek olduğunu anlamak için yeterli­dir. Peki, bu mallar böylesine yüksek fiyatlarla Mısır ve Suriye pazarlarında nasıl satılabiliyordu? Aslında, Arabistan’da bah­sedilen tüm huzursuzluk, anarşi ve güvensizliğe rağmen bü­yük çapta ticaret genellikle, kendileri de hayli güçlü olan ve aynı zamanda, büyük kabilelerle ittifak kurmuş, kabilelere milyarlarca liralık malları faizle satarak pek çok kimseyi ken­dilerine bağlamış nüfuz sahibi kabile reislerine her türlü lüks malı satıp yanlarına almış olan kabileler tarafından yapılı­yordu. Ayrıca, kabilelerin kendi çıkarları da, dışarıdan ithal edilen zaruri eşya, gıda maddeleri ve giysilerin kendilerine satılmasını gerektiriyordu. Böylece bu büyük ve güçlü kabi­leler bazen 2.500 kadar devenin bulunduğu büyük ticaret kervanlarıyla yolculuk eder, Arabistan yollarından geçerken o kadar yüksek vergi de vermez ve ticarî mallarının fiyatını anormal bir şekilde yükseltmelerine yol açan masrafları da tehlikelerden kurtulmak için yapmazdı. Dış ticaretin yanı sıra Arabistan’ın çeşitli kesimlerinde 20 yerleşim merkezinde yıllık pazarlar kurulurdu ki, bunlarla ilgili kayıtlar tarih kitaplarında geçmektedir. Bu pazarlarda Arabistan’ın her köşesinden gelen kafileler alışveriş yapar ve buralara bazen Bizans, İran, Çin ve Hindistan’dan tüccarlar gelirdi. Eğer farz edildiği gibi, Arabistan’ın genel durumu o kadar kötü olsaydı bu sürekli ticarî iletişim nasıl devam edebilirdi? Tarihçiler Kureyşlilerin ticarî faaliyetleri ile ilgili kayıtlarında onların %100 kâr üzerine çalıştığını ifade etmiştir. Böylesine kârlı bir iş için faizli borç şeklinde sermaye bulamamalarını, faiz oranının %300-400 olmasını anlamak kesinlikle mümkün değildir. Ve Arabis­tan’da faiz oranının böylesine yüksek olduğuna ilişkin iddiayı kanıtlayacak herhangi bir tarihi kayıt da yoktur.

İkinci Soru

Arap dilinde “ribâ” kelimesinin anlamı elbette ki, fazlalık, artış ve büyümedir. Ancak bir terim olarak, “er-ribâ”dan neyin kastedildiği Kur’ân-ı Kerim’in şu ayetinden açıkça an­laşılmaktadır:

“Faizden (henüz alınmamış olup ta) kalanı bıra­kın…Tevbe ederseniz anaparanız (sermayeleriniz) yine sizindir…Borçlunun eli dar ise geniş bir zamana kadar mühlet verilir…” (El-Bakara: 278-80)

Bu sözler, ribâ ile ilgili bu emrin borçla ilgili olduğunu göstermektedir ve borçta ana  paradan fazla ne istenirse o er-ribâ’dır ve bunun bırakılması emredilmiştir. Bunun dı­şında Kur’ân şu sözleriyle de ribâ’nın anlamına açıklık getir­miştir: “Allah bey’i (satış) helâl ve ribâyı haram kılmıştır” Bu sözler gösteriyor ki, borç verilen anapara (ra’su’l mal)dan fazla alınan şey bey’de, yani satışta maliyetten alınan fazlalık kârdan farklıdır. Başka bir deyişle, ribâ bey’ şeklinde olmayan malın fazlasıdır. Bu nedenle muhaddisler, fakihler ve müfessirler bir borç olayında ana paradan alınan ribânın Kur’ân tarafından haram kılındığında görüş birliğine var-mışlardır.

İlk soruya cevap verilirken tarihi kayıtlardan, Kur’ân’ın inişi sırasında Arabistan’da borç alışverişinin sadece kişisel amaçlar değil iş ve ticaret ile devlet işleri için de yapıldığı kanıtlanmıştır. Kur’ân buna rağmen ribâ’nın hürmetini em­rederken bu konuya temas etmemiş veya herhangi bir işa­rette bulunmamıştır. Beki bundan amaçlar açısından bir borç ile başka bir borç arasında fark olabileceği ve faiz hür­metiyle emrin sadece kişisel ihtiyaçlar için alınan borçlara mahsus olduğu ve kâr getirici amaçlar için alınan borçtan faiz almanın helâl olabileceği sonucu çıkarılabilir.

Ancak İslâm hukukçuları birinci Hicrî y.y’dan bu yana “üzerinden kâr alınan her borç” konusunda birleşmiştir. Yakın zamandan önceki fakîhlerin bu konuda görüş ayrılı­ğına düştüğüne ilişkin bir tek örnek fıkıh tarihinden verile-mez.

Üçüncü Soru

Şimdi gelelim ribâ ile ribh arasındaki farka. Ribâ, borç verip asıl paradan fazlasını almaya denir. Bunun aksine “ribh”ten malı maliyetinden daha yüksek bir fiyata satmak anlaşılmaktadır. Bunun aksi olur, yani bir şahsın malı mali­yetinin altında satılırsa buna zarar denir. “Lisân’ül Arab”ta “ribh”in anlamı şöyle verilmiştir:

Ticarette fazlalığa ribhu; rabahu; rabâhu denir. Araplar, ticaretle uğraşanın kâr etmesine, “rebhet ticaretuhu” derler.

Ve Allahü Tealâ, “fema rebehet ticaretühüm” “ticaretleri kârlı olmamıştır.” buyurmuştur.”

Müfredât-ı İmam Râgıb”da şöyle denilmiştir:

Ribh, (kâr) alım satım da elde edilen fazlalıktır.”

Kur’ân-ı Kerim’in kendiside ribâ ile ticari kâr arasındaki farka değinmiştir. Arap kafirlerinin faizin hürmetiyle ileri sür­dükleri itirazları şuydu: Bey’de, yani alışverişte asıl maliyetten fazla alınan satış fiyatı da zaten borçta asıl paradan daha fazla alınan kâr gibi bir şeydir. Kur’ân-ı Kerim buna cevap olarak dedi ki, “Allah, bey’i helâl, ribâyı da haram kılmış­tır.” Yani servette bey’ yoluyla meydana gelen artış başka, borç yoluyla ise başka bir şeydir. Birini Cenab-ı Allah helâl diğerini ise haram kılmıştır. Eğer bir kişi kâr etmek istiyorsa kendisinin bey’ işini yapma veya başka birisiyle ortak olma yolu açıktır. Ancak borç verip kâr etme yolu kapatılmıştır.

Dördüncü Soru

Ribâ’nın tanımı: “Borç meselesinde anaparadan ne ka­dar fazla para şartlı olarak alınırsa, o ribâ’dır” şeklinde yapılmıştır. Bu tanımda ribâyı borç verenin mi istediği yoksa borç alanın mı kendisi önerdiği hiç tartışma konusu değildir. Bu soru ribâ’nın yasal tanımı açısından yersiz ve etkisizdir. Kur’ân veya herhangi bir sahih hadiste bunun (şart koşul­madığı halde) borç alan tarafından verilmesi halinde faiz veya haram oluşu arasında bir fark olduğuna dair en ufak bir kayıt yoktur. Ayrıca, dünyada öyle aklı başında hiçbir kişi yoktur ki, kendisine faizsiz borç verilmesi halinde bile kendisi faiz vermekte ısrar etsin. Borç alan tarafından böyle bir şart ancak onun herhangi bir yerden faizsiz borç alma umudu­nun bulunmaması halinde ileri sürülebilir. Bu nedenle, faizin tanımında bunun etkisiz olması şarttır. Ayrıca, bankalar tara­fından eski devirlerde ve bugün de emanet olarak bulunan sermaye için faiz verilmesinin nedeni insanların kendi birik­tirmiş oldukları paraları kâr etme umuduyla kendilerine tes­lim etmeleri ve onlarında düşük oranda faizle aldıkları bu paraları daha yüksek faizle borç verip daha çok kâr etmele­riydi ve kâr etmeleridir. Böyle bir peşkeş, faiz veren tarafın­dan çekiliyorsa, faizin hürmeti konusunda onun dikkate de­ğer olmasının başka makul bir nedeni ne olabilir ki? Ema­netler üzerine verilen faizin niteliği aslında şudur: Bu, aynı emanetlerin kişisel, iş ve devlet borçları şeklinde verilip alı­nan faizin bir parçasıdır. Bu tıpkı öyle bir pay gibidir ki, bir kişi soygun için gerekli olan alet ve malzemeleri birinden aldıktan sonra çaldığı malın bir kısmını ona veriyor. Bu pay şu delil ile caiz olamaz ki, pay veren bunu seve seve vermiştir ve alan bunu zor kullanılarak almamıştır.

Beşinci Soru

Bey’i selem, aslında peşin alışverişin bir şekli­dir. Yani, diyelim ki, bir kişi başka bir kişiden bugün bir mal alıp fiyatını öder ve satıcının o malı kendisine teslim etmesi için bir tarih belirler örneğin, ben bugün bir kişiden 100 top kumaş satın alıp fiyatını ödüyorum şu şartla ki, bu kumaşı ben 4 ay sonra ondan alacağım. Bu alışverişte 4 husus önemlidir. Birincisi, malın fiyatı alışveriş anlaşmasının yapıl­dığı tarihte öden-melidir. İkincisi, malın kalitesi açıkça belli olmalıdır ki, daha sonra satıcı ile alıcı arasında bu bir anlaş­mazlık konusu olmasın. Üçüncüsü, malın miktarı, ağırlığı veya ölçüsü de kesin olarak belirlenmelidir. Dördüncüsü, malın alıcıya teslim edilme tarihi müphem bırakılmamalı ki, sonra bu aralarında anlaşmazlık konusu olmasın; yani teslim tarihi ve zamanı kesinlikle belirlenmelidir. Böyle bir alışverişte peşin ödenen fiyat hiçbir şekilde borç olmayıp, bir malın nakit para ile anında teslim alınması gibi bir fiyat ve ödeme­dir. Fıkıhta bunun adı da borç değil “semen” (de­ğer/bedel)dir. Eğer belirlenen tarih ve zamanda söz konusu mal teslim edilmez ve satış herhangi bir nedenle iptal edilirse alıcı sadece fiyatı geri alma hakkına sahiptir, ondan fazlasını alamaz. Bununla normal alışveriş arasında fark, normal alış­verişte alıcının, satıcıdan satın almış olduğu malı hemen elden teslim alması bey’i selemde ise o malı teslim almasının ilerde bir tarihe bağlı olmasından başka bir şey değildir. Bu işin, borç ve faiz meselesiyle karıştırılmasının herhangi bir tutarlı nedenini bulamadım. Soruda verilen inek örneği bey’i seleme değil, şirkete aittir. Yani, burada inek sahibi başka bir kişidir ve onunla uğraşan ise başka bir kişidir. Bu durumda süt ikisi (mal sahibi ve emek veren) arasında dağıtılacaktır.

Altıncı Soru

Hemcins eşyanın elden ele değiştirilmesinde tefadılın (fazlalığın) haram kılınmasının amacı İbn-i Kayyım ve diğer bazı kimselerin belirttiği gibi, aslında nedeni ortadan kaldır­maktır. Yani, asıl haram olan “ribâe-n nesie” (borç faizi)dir. Ancak ‘fazla alma ve kazanma zihniyeti’ni ortadan kaldırmak amacıyla hemcins eşyanın elden ele de­ğiştirilmesi ve satılmasında tefadıl yasaklanmıştır. Bu iş, yani aynı cins malın alışverişin örneğin, pirincin pirinçle değişti­rilmesi ancak pirincin bir türünün kaliteli, diğerinin ise kalite­siz olması halinde yapılabilir. Şari’in (kanun koyucu) amacı şudur: Piyasadaki fiyat farkı aynı kalitelerinde de olduğu gibi olsa dahi, kaliteli bir kilo pirinç kalitesiz bir kilo 250 g. pirinç ile değiştirilmemelidir. Aksine, bir kişi pirinci para ile satmalı ve başka tür pirinci yine para ile satın almalıdır. Pirincin pi­rinçle doğrudan doğruya tefadıl (fazla) ile değiştirilmesi faiz yiyiciliği beslediği için Şari’ buna son vermek istemiştir. Bu hususta şu noktada unutulmamalıdır ki, fakîhler arasında faiz konusunda ne kadar görüş ayrılığı ortaya çıkmışsa, sadece ribâel-fadl konusunda çıkmıştır. Çünkü bunun hürmeti ile ilgili emirler, Hz. Peygamaber صلي الله عليه وسلم’in ömrünün sonlarına doğru verilmiş ve mübarek hayatı sırasında bu konuların tam olarak uygulanması mümkün olamamıştı. Ancak ribâ en-nesiye’ye (borç konusunda ana paradan daha fazla alınması) gelince, bunun hürmeti ve emirleri konu­sunda fakihler arasında tam bir görüş birliği vardır. Bu açık bir meseledir ve bunda herhangi bir karışıklık yoktur.

Yedinci Soru

Ticarette tarafların rızası elbette gereklidir. Ancak bu ne ticaretin helâl olmasının illetidir, ne de bunun yokluğu faizin haram olmasının illetidir. Kur’ân-ı Kerim’in hiçbir yerinde faiz, verenin bunu istemeyerek ve mecburen verdiği için ha­ram kılındığı belirtilmemiştir. Dünyada hiç kimse faizi gönül rızasıyla vermez ve faizsiz kredi veya borç alma imkanı olursa, kimse bunları faizli almaz. Ne var ki, bunun hürmeti konusunda razı olmak veya olmamak tamamen ayrı bir şey­dir. Zira Kur’ân, hangi işte ra’su’l-mal (anaparadan)’dan fazla ödeme şartı varsa onu kesinlikle haram kılmıştır ve bu hususta tarafların birbiriyle anlaşıp anlaşmadığını dikkate almamıştır.

Şimdi gelelim, faizli borçtaki hürmetin asıl illetinin “zu­lüm” olmasına ve hangi borçta faiz alınırken zulüm yapıl­mamışsa, o faizin helâl sayılması konusuna. Bu hususta şunu arz edeyim ki, Kur’ân-ı Kerim, kayıtlarından sizin “zu­lüm”ün hürmet illeti oluşunu çıkarıp “zulüm” kelimesine istediğiniz anlam ve kavramı vermenize hiç imkân tanıma­mıştır. Kur’ân nerede bu hürmet illetini beyan ediyorsa, orada zulmün anlamını açıkça ifade etmiştir. Sözleri şöyledir:

Ey müminler, Allah’tan korkun ve faizden (henüz alınmamış olup ta) kalanı bırakın…Tevbe ederseniz mal­larınızın anaparaları yine sizindir. Ne zulmeder ne de zulme uğrarsınız.” (El-Bakara: 248-79)

Burada iki zulümden söz edilmiştir. Birincisi, borç vere­nin, borç alana yaptığı zulüm. İkincisi, borç alanın, borç ve­rene yaptığı zulüm. Ayetin bağlantısından anlaşılacağı gibi borç alanın borç verene yaptığı zulüm, borç verilen malın anaparasını, bile ona geri vermemesidir. Aynı şekilde, bu âyette açıkça belirlendiği gibi, borç verenin, borç alana yap­tığı zulüm, ondan ana paradan fazlasını istemesidir. Böylece, Kur’ân-ı Kerim, borç konusunda borç veren ile alanın birbi­rine yaptığı zulmü kendisi açıkça ortaya koyuyor. Bu anlama göre adalet borç verenin, borç alandan sadece anaparayı geri alması ve zulüm ise, ana paradan fazlasını talep etmesi­dir. Kur’ân-ı Kerim’in bu bağlantısı, anlamı açısından o kadar açıktır ki, İbn Abbas ve İbn Zeyd’den son dönem müfessirleri Şevkâni ve Alusî’ye kadar herkes bundan aynı anlamı çıkar­mıştır. Bütün bu süre boyunca hiçbir müfessirin, Kur’ân’dan sadece “zulüm” kelimesini ribâ’nın illet-i hürmeti olarak seç­tiği ve zulmün anlamını dışardan almaya çalıştığına rastlan­mamıştır. Bir ibarenin devamında bulunan bir kelimenin açık anlamı ortada iken, onu bir yana bırakmak ve kendimiz tara­fından ona başka bir anlam vermek usûlen tamamen yanlış­tır. Bu soruda ortaya atılan şu varsayımı da biz kabul etmiyoruz ki, “ticarî faiz herhangi bir tarafa zulüm niteli­ğinde değildir.” Bir kişinin sermayesini borç olarak verip belli bir kâr garantisi alması ancak işlerini yürütmek amacıyla zaman, emek ve zekâlarını kullananlar için herhangi bir kâr güvencesinin olmaması, aksine zarara uğramaları halinde, bile, borç verene anaparayı faiziyle beraber vermekle yü­kümlü olmaları az bir zulüm müdür? Bütün risk, emek har­cayan ve çalışan tarafa aittir ve salt kâr sermaye veren tarafa aittir. Buna nasıl adalet diyebiliriz? O halde, faiz, ister kişisel borç ihtiyaçları için verilen paradan ister ticarî borçlardan alınsın, zulümdür, haksızlıktır. Adalet, eğer siz borç veriyor­sanız, sizin sadece anaparayı alma garantisi almanızı ve eğer siz işe para yatırıyorsanız, o zaman bir ortak olarak yatırma­nızı gerektiriyor.


Sekizinci Soru

Bu sorunun ayrıntılı cevabını kaleme aldığım “faiz” kita­bında vermiş bulunuyorum.[23] Burada kısa bir cevap ver­mekle yetineceğim.

a)Sanayi kuruluşlarının normal hisseleri tamamen caiz­dir, ama şu şartla ki, işleri haram türünden olmasın.

b)Belli bir kâr garantisine sahip tercihli hisseler, faiz ta­nımının kapsamına girer ve caiz değildirler.

c)Bankaların vadeli hesapları konusunda iki yol seçilebi­lir. Sadece kendi paralarının korunmasını isteyenler ve ser­mayelerinin herhangi bir işe yatırılmasını istemeyenlerin pa­ralarını bankalar emanet olarak değil, borç olarak kabul et­sin, bu meblağı işe yatırıp kâr etsinler ve ana parayı belli bir sürede geri verme garantisi versinler.

Ve kendi paralarını bankalar yoluyla işe yatırmak iste­yenlerin paralarını bankalar emanet olarak kabul etmek ye­rine, onlarla genel bir ortaklık sözleşmesi imzalasınlar, tüm kârlarını, banka işleminin kapsamı altındaki ticarî, endüstri­yel, tarımsal ve diğer faaliyetlerinde kullansınlar ve bu genel faaliyetlerden elde edilen kârı, bizzat bankanın hissedarlarına dağıtıldığı gibi, belli bir program ve oranda mudilerine dağıt­sınlar.

d)Bankalarda kredi mektuplarının açılmasının çeşitli şe­killeri vardır ki, Şer’î durumları ona göre değişir. Eğer ban­kanın bir kişinin güvenilir olması hakkında sadece bir senet vermesi gerekiyorsa, kendi büro masraflarını karşılamak için belli bir ücret alabilir. Eğer banka karşı tarafa para ödeme sorumluluğunu üstleniyorsa, faiz almaması gerekir. Bunun için çeşitli caiz yollara başvurabilir. Örneğin, işadamlarının bankaların cari hesaplarındaki paralar üzerine herhangi bir faiz vermek yerine hesap ve defter tutma ücreti alınabilir ve bu paralar kısa vadeli borçlar şeklinde işadamlarına faizsiz olarak verilebilir. Bu gibi borçlulardan banka o paraların fai­zini almasın, ama kendi büro masrafları için ücret alsın.

e)Hükümet, kendi emri altında ne kadar kuruluş oluş­turmuşsa, onlardan faiz unsuruna kaldırmalıdır. Bunun ye­rine caiz ve kârlı olan diğer yöntemler biraz kafa patlatma ve içtihat yoluyla ortaya çıkarılabilir. Burada bu tür kuruluşlarla ilgili olarak ayrıntılı bir açıklama yapılamaz. Önemli olan şu ki, önce haram olan şeyi haram olarak kabul edelim, son­rada ondan kurtulma yollarını arayalım. Daha sonra, her hükümet dairesi veya kuruluşu için bir denetleme komitesi kurulsun; bu komiteler, kuruluşların tüm yönetim ve faali­yetlerini denetlesin ve nerede haram iş yapılıyorsa, İslâmî emirler açısından hem caiz hem pratik ve kârlı alternatiflerini bulsun. Her şeyden önce zihniyetimizi değiştirmeliyiz. Yani, Batılıların o köhne ve üzerinde yürümeye alıştığımız yolla­rında gözümüz kapalı olarak yürümekten vazgeçmeliyiz ve bu yolların bizim için caiz kılınmasındaki anlamsız ısrarımıza son vermeliyiz. Kolayı sevmemiz, biraz kafa patlatarak ve biraz uğraşarak yeni bir yol bulmamızı engellemektedir. Körü körüne taklit hastalığı, maalesef tüm milletimizde yayılmış­tır. Bundan ne cübbeli ve sarıklılar ne de takım elbiseliler kurtulabilmiştir.

f)Hükümetin aldığı iç borçlar üzerinden faiz verilmemeli­dir. Bunun yerine, hükümet iç borçlanma ile ele alınan pro­jeleri ve işleri düzenli ticarî ilke ve kurallara göre yeniden düzenlemeli ve onlardan kazanılan kârı borç aldığı kimselere belli bir oranda dağıtmalıdır. Borçlanma süresi sona erdikten ve borç verenlere de anaparaları geri verildikten sonra ise kârdaki payları da otomatikman sona erecektir. Bu durumda aslında, büyük bir değişiklik meydana gelmeyecektir. Belir­lenen faiz oranıyla alınan borçların türü değiştirilmeli ve kârda ortak pay ve dengeli oran sistemi getirilmelidir.

Yabancı ülkelerden alınan dış borçların durumu ise hayli karışıktır. Bütün bu borçlar ayrıntılı bir biçimde teker teker gözden geçirilmedikçe asıl niteliklerinin ne olduğu ve hür­metlerinden kurtulmak için ne kadar ve nelerin yapılabileceği söylenemez. Ancak ilke olarak şunu belirtebilirim ki, ilk önce bütün dikkatimizi yurt içindeki faizi ortadan kaldırmaya çe­virmeliyiz. Ve yurt dışında nerede faiz alışverişinden kurtul­mak mümkün değilse, orada bu âfete, bundan kurtuluş yolu bulununcaya kadar tahammül edilmelidir. Biz kendi selahiyetlerimizin el verdiği kadar Allah’ın önünde sorum-luyuz. Eğer biz o kadar günahtan kurtulabilirsek, eli­miz kolumuz bağlı olduğu için affedileceğimizi umabiliriz.

(Tercümanu’l-Kur’ân, Mayıs-Haziran 1960)



 



[1]    Birinci cilt sayfa 228-229.

[2]    Birinci cilt sayfa 274.

[3]    Birinci cilt sayfa 63,262.

[4]    Üçüncü cilt sayfa 88.

[5]    Üçüncü cilt sayfa 36-231

[6]    Birinci cilt sayfa 261.

[7]    Willy Durant, dördüncü cilt sayfa 120-436. Gibbon, “The Fall of the Roman Empire” (Roma İmparatorluğunun Çöküşü), c.2, s. 712.

[8]    Hicaz’dan Filistin’e ve Suriye’ye giden Kureyş’in ticaret kervanlarının büyük­lüğü ve görkemliği hakkında bir fikir edinmek için şu örneği verebiliriz ki, Bedir Gazvesi sırasında Ebû Süfyan’ın önderliğinde Suriye’den Mekke’ye dönmekte olan kervanda 2500 deve vardı. Gayet tabii ki, böylesine büyük kafileyi götürmüş olanların sayısı da 2500’den az olmaması gerekir. Şimdi, böylesine çok sayıda tüccarın bir şehirden başka bir ülkeye gittiği halde o ülkenin malî durumunu bilmediği tasavvur edilebilir mi?

[9]    Cambridge Economic History of Europe (Cambridge Avrupa Ekonomi Tarihi), cilt 2, sayfa 90. Ayrıca, Gibbon, Decline and Fall of the Roman Empire, cilt 2, sayfa 791.

[10]   İbn Cerir, cilt 3, sayfa 71

[11]   İbn Cerir, cilt 3 sayfa 67. Bu sözler açıkça gösteriyor ki, mal bedelinin öde­mesi için verilen ilk sürede faiz alınmazdı. Ancak süre bitiminde de malın bedeli ödenmediği takdirde faizli bir ek süre verilirdi. Bu tür kolaylıkları ge­nellikle faiz yiyici büyük tüccarlar, küçük tüccar ve esnafı kendilerine alış­tırmak için sağlarlar. Açlık çeken küçük müşterilere ise hiçbir yerde ve hiç­bir zaman böyle bir kolaylık sağlanmaz.

[12]   İbn Cerir cilt 3 sayfa 71.

[13]   Buhârî, Kitabü’z-Zekât (Bâb-ı Ma Yestehric minel-bahr), Kitabü’ş-Şurût, Kitabü’l-İstikrâd, Kitabü’l-Kefale, Kitabü’l-Lakita, Kitabu’l-İstizân ve Kitabu’l- Buyu’(Babu’t-Ticaret fi’l-Bahr).

[14]   Nesaî, Kitabu’l-Lakita

[15]   Belki de, burada, rivâyette “ticaret amacıyla” kelimesinin kullanılmadığı şeklinde itirazda bulunulabilir. Ancak bu itiraz bir kaç nedenle yanlıştır. Bir kere, rivayette borç için, “Eslefe yuslifu” sigası (kipi) kullanılmış­tır ki, hemen hemen avans para verme anlamındadır ve genel­likle ticarî işlemler için kullanılır. Ayrıca, alınan borç da büyük bir meblağ idi, yani bin dinar. Gayet tabii ki, bu kadar para sadece açlığın giderilmesi yada kefensiz bir ölünün gömülmesi için alınmamıştı. Ayrıca, söz konusu borçlu bu para ile deniz yolculuğuna çıktı ve orada o kadar para kazandı ki, bir yandan tahta parçasına koyarak bin dinar yolladı ve memlekete dö­nüşünde de bin dinar daha yanına alarak borç verene geri vermeye gitti. Bundan onun borcu sefa sürmek için değil, ticaret için aldığı anlaşılıyor mu?

[16]   Tarih-i Taberi, Hicrî 23 yıla ait olaylar.

[17]   Kitabu’l-Buyu’, Bâbu’l-İstikrâz.

[18]   Ebvâbu’l-Ticare : Bâb-ı Hüsnü’l-Kaza

[19]   Muvatta, Kitabu’l-Kırât ve Bâb-ü Siret-i Ömer bin El Hattab رضي الله عنه    

[20] Bununla ilgili olarak şöyle denilebilir: “Hayır. Cahiliyye döneminde olmayıp İslâmiyetten sonra ortaya çıkan bir çok kavram vardır. Bu kavramda İslâm’dan çok sonra doğan bir kavramdır.” Eğer biri böyle derse, biz de diyeceğiz ki,  pekâlâ bu İslâm sonrasının bir ürünü olsun ancak bu, Hz. Ömerرضي الله عنه  zamanında sermaye borç alarak ticaret yapma geleneği­nin başladığını kanıtlamaktadır ve bundan sonra, daha önce belirttiğimiz gibi İmâm Ebû Hanife zamanına kadar durum öylesine yadırganmaz hale gelmişti ki, sadece İmam-ı Azam’ın ticarette trilyonlarca liralık sermayesi yatırılmış durumda idi. Şimdi soru şudur: Acaba Sahabe-yi Kiram, Tabiîn ve onlara tabi olanlar ile müctehid imamlardan hiç kimse, Kur’ân’ın ama­cının sadece kişisel ihtiyaçlar için alınan borçlardan faiz yemeyi haram kıl­mak ve kâr getirici borçlar üzerine faiz almanın haram olmadığını belirt­mek olduğunu niçin anlamadı?

[21]   Henry Piren, “Economic and Social History of Medieval Europe” (Orta Çağ Avrupasının Ekonomik ve Sosyal Tarihi), İng. Tercüme, IV, Butler baskısı, Londra, 1949, sayfa 140

[22]Arabia before Muhammad” (Hz. Muhammed’in bi’setinden önce Arabis­tan), sayfa 182.

[23] Bakınız bu kitabın dokuzuncu bölümü: “Düzeltmenin Pratik Şekilleri