EK
İSLÂM ARAŞTIRMALARI
ENSTİTÜSÜ’NÜN SORULARI VE CEVAPLARI
(
SORULAR
b) Sanayi kuruluşlarının tercihli hisseleri
c) Bankaların vadeli mevduatı
d) Bankaların kredi mektupları. Çeşitli
yönleri. Eğer kredi mektubuna dayanılarak ticaret için borç almak caiz değil
ise, caiz şekli nedir ki, ticaret sistemi altüst olmasın?
e) Yapı Kredi Finans Anonim Şirketi (Kurumu)
ve Sanayi Finans Anonim Şirketi (Kurumu).
f) Kamu borçları:
CEVAPLAR
Birinci Soru
Birinci sorudan araştırılması
gereken konular şunlardır:
Bu noktalarda herhangi
bir söz söylemeden önce biz İslâmiyet öncesi Arabistan’ın ekonomik tarihi ve dış
dünya ile ilişkilerine bir göz atmalıyız ki, bu ülkenin dünyadan kopuk olduğu
ve sakinlerinin kendi vadileri ve çöllerinin dışındaki dünya hakkında hiçbir
bilgiye sahip olmadığı şeklindeki yanılgıdan kurtulalım.
Eski çağ tarihiyle
ilgili elimizde bulunan kayıtlar ve kaynaklardan şurası apaçık kanıtlanmıştır
ki, o dönemde Çin, Hindistan ve diğer Doğu ülkeleri ve aynı şekilde, Doğu Afrika’nın
ne kadar ticaretî Mısır Suriye, Küçük Asya (Anadolu), Yunanistan ve Roma ile
oluyorduysa, hepsi Arabistan yoluyla oluyordu. Bu ticaretin üç ana yolu vardı.
Birincisi İran üzerindeki kara ticaret yolu ki, Irak ve Suriye’den geçerdi. İkincisi,
Basra Körfezinin deniz ticaret yolu ki, bununla tüm ticarî mallar Arabistan’ın
doğu kıyılarına iner ve Devmet-ül Cendel yahut Palmyra üzerinden
geçerdi. Üçüncüsü Hint Okyanusu yolu ki, bundan gelen tüm ticarî mallar Hadre
Mevt ve Yemen’den geçerdi. Bu üç yolda da Araplar yaşıyordu ve
yerleşim merkezleri kurmuştu. Arapların kendisi bir taraftan mal alıp başka
tarafa satardı. Onlar taşımacılıkta yapardı ve kendi bölgelerinden geçen
ticaret kervanlarından gayet ağır vergiler alıp emniyet içinde geçmelerinin
sorumluluğunu da üstlenirlerdi. Bu üç şekilde de, uluslararası ticaretle yakından
ilgili oldular. M.Ö.
Bu ticarî ilişkilerin dışında
da Araplar’ın siyasî ve kültürel açıdan çevrelerindeki uygar dünya ile yakın
ilişkileri vardı. Örneğin, M.Ö.
Ayrıca, Arabistan’ın her
tarafından kabile reisleri, şeyhler, soylular ve tüccarlarda çok sayıda Romalı,
Yunanlı, İranlı cariye ve köleler vardı. İran ve Bizans arasındaki savaşlarda
alınan esirlerin gereğinden fazla sayıda olanları pazarlarda satılırdı. Ve
Arabistan bu malın önemli bir pazarıydı. Bu kölelerin önemli bir bölümü hem okumuş
hem kültürlü olup sanat ve ticaretle de uğraşıyordu. Arap şeyhleri ve tüccarlar
onları geniş çapta kullanırlardı. Mekke, Taif, Yesrib ve diğer yerleşim merkezlerinde
bunların önemli bir sayısı vardı ve bunlar zanaatkâr veya ticarî elemanlar
olarak efendilerine değerli hizmetlerde bulunuyordu. Bu işçi ve hizmetkarları
çalıştıran Arap tüccarların kulaklarına çevredeki ülkelerde malî ve ticarî işlerin
nasıl olduğuna dair bilgilerin gitmediği nasıl mümkün olabilir?
Bunun yanı sıra,
Arabistan’ın ekonomik tarihinin başka bir yönü de göz önünde bulundurulmalıdır.
Arabistan hiçbir zaman ne gıda maddeleri bakımından kendi kendine yeterli
durumda olmuş ve ne de orada tüm ihtiyaç maddelerinin üretildiği sanayiler
kurulmuştur. Bu ülkeye yiyecek maddeleri her zaman dışarıdan ithal edilmiştir
ve her türlü sanayi mamulleri hatta dokuma kumaş bile daha çok dışarıdan gelmiştir.
Hz. Peygamber
صلي
الله عليه
وسلم
zamanında bu ithalât daha çok iki grubun
elinde bulunuyordu. Birincisi Kureyş ve Sakîf. İkincisi Yahudiler. Ne var ki,
bunlar sadece mal ithal edip toptan dağıtım yaparlardı. Yurt içindeki küçük
yerleşim alanlarında ve kabilelerin yuvalarında perakende satışını bunlar
yapmazdı ve yapamazdı da. Kabileler de tüm ticarî kârların bunlara gitmesine ve
kendilerinin bu tekele girme imkanı bulunmamasına tahammül edemezdi. Bu
nedenle, toptancı olarak bunlar, memleketin içindeki perakendecilere milyarlarca
liralık mal satardı. Ve bunun önemli bir bölümü veresiye olarak satılırdı.
Herhalde dünyada toptan ve perakende alışverişlerde hiçbir zaman ve hiçbir
yerde tamamen nakit ve peşin ödeme şekli yoktu. Bu gibi alışverişte borç veya
ödünç alma kaçınılmaz bir şeydir. Eğer sadece Arabistan’da o zaman bu alışverişin
nakit yapıldığı ve borç işleminin hiç olmadığı iddia edilse de, bu hem aklen,
hem tarihi açıdan yanlış olur ki, bunu ben daha sonra açıklamaya çalışacağım.
Şimdi ben yukarıdaki
noktaları ele alacağım.
Eski çağlarda, borcun
sadece kişisel olarak ve özel ihtiyaçlar için alınmadığı, aksine ticarî,
sanayi ve tarımsal amaçlar için de alındığı ve hükümetlerinde kendi resmî işleri
için borç aldığı tarihen sabittir ve eskiden borç alışverişinin yalnız ve yalnız
kişisel ihtiyaçlar için alındığını iddia etmek için hiçbir temel yoktur. Aynı şekilde,
bu da biliniyor ki, borç durumunda asıl para veya maldan daha fazla alma
yöntemi kişisel veya ticarî işler arasında herhangi bir ayrım yapılmadan geçerli
idi.
Encyclopadea Britannica
(
Willy Durant, “A
Story of Civilisation” (Uygarlık Öyküsü) adlı kitabında Babil ile ilgili
olarak şunları yazmıştır:
“Ülkede yasa uyarınca
nakit para borcundan yılda %
Aynı yazar daha sonra şunları
belirtmiştir:
“Faiz yiyiciliği bir
salgın hastalığı haline almış ve tıpkı bizim sanayimiz gibi, Babil’in ticaret
ve sanayi bu karmaşık düzenin içinde idi. Babil uygarlığı aslında bir ticaret
uygarlığıydı. O zamana ait ne kadar belge ve bulgu bulunmuşsa, bunların çoğu iş
ve ticaret ile ilgilidir. Örneğin satış, borç, ihale, ortaklık, komisyonculuk,
mübadele, sözleşme ve benzeri işlerle ilgili.”[1] Asur Devletinin durumu da
bundan farklı değildi. M.Ö.
Encyclopadea
Britannica’nın “bankalar” maddesinde Yunanistan’da M.Ö.
Willy Durant’a göre M.Ö.
Sonra Roma dönemi var
ki, bununla ilgili olarak aynı yazar şunları yazmaktadır:
“M.Ö. İkinci y.y.’da
Roma’da bankacılık çok gelişmişti. Tefeciler, müşterilerin mevduatlarını kabul
eder ve bunlar için kendilerine faiz öderdi. Hem borç alır, hem verirlerdi. İşe
hem kendi paralarını yatırır, hem başkalarının da yatırmalarını sağlarlardı.[4]
M.S. birinci y.y.’da Roma İmparatorluluğunun her kesiminde bankalar kurulmuştu.
Bunlar bankacılığın çeşitli işlemlerinin yanı sıra, müşterilerin mevduatlarını
kabul eder, bunlar üzerine faiz öder ve sonra bu paraları borç verip faiz alırdı.
Bu iş daha çok Yunanlı ve Suriyelilerin elinde idi Gall’de ise Suriyeliler ve
tefeciler neredeyse, birbiriyle özdeşleşmiştir. O devirde devlet hazinesinden
sonra toprak ürünleri için faizli kredi verilirdi. Ağustos döneminde faiz oranı
%
M.S.
Hazreti Peygamber
صلي الله
عليه وسلم’in
zuhuruna yakın zamanda Bizans İmparatoru
Justinian (ki, Hazreti Peygamberin
صلي الله
عليه وسلم
doğumundan
sadece
Tam Nübüvvet döneminde
Bizans ile Pers İmparatorlukları arasında şiddetli savaşlar meydana geliyordu
ki, bunlardan Kur’ân-ı Kerim’in Er-Rûm süresinde bahsedilmiştir. Savaş için
Bizans İmparatorluğunda Heraclius (Heraklius) Kilise’de toplanmış olan servetin
bir bölümünü borç olarak aldı ve bunun için faiz ödemeyi taahhüt etti.[9] Bu savaş, Pers İmparatoru
Hüsrev Pervize karşı yapılacaktı. Şimdi, Irak ile Mısır’a kadar olan bölgeyi
altüst eden, Pers İmparatorluğunun büyük zaferler elde etmesine ve bunun her
tarafta konuşulmasına neden olan ve çok zor durumda olan Heraclius’un İmparatorluğu
kurtardıktan sonra birdenbire Hüsrev’e karşı görülmemiş bir taarruz başlattığı
ve bunun da Sâsânî saltanatının merkezi Medain’in yerle bir olmasına neden
olduğu bu büyük savaşta Bizans İmparatorunun karşı taarruzu başlatmak için
Kiliseler’den borç aldığı gerçeğinin Arapların gözünden kaçtığına nasıl inanılabilir?
Hıristiyanların Mecûsilerden kurtarılması ve sadece Beyt-ül Mukaddes (Kudüs)
değil, kutsal Haç’ın da müşriklerin ellerinden geri alınması için savaş yapılsın
ve Kiliseler’in rahipleri bu hayırlı iş için faizle kredi versinler ve bu garip
olay, dünyanın süper devletlerinin arasındaki askeri mücadelenin sonuçlarını
yakından izleyen insanların gözünden nasıl kaçsın? Özellikle Rûm sûresinin inişi
sırasında Bizans mı yoksa Pers İmparatorluğunun kazanacağına ilişkin Hz. Ebû
Bekr ile Kureyşli kabile reisleri arasında bahse girildiği halde onlar bundan
nasıl habersiz olabilirler?
Buraya kadar arz
ettiklerimden, Arapların Orta Doğunun çeşitli milletlerinin ekonomik, sosyal ve
siyasî yaşamıyla eski çağlardan beri yakından ilgili oldukları ve bu bölgede
Şimdi de bizzat Arapların,
Hz. Peygamber
صلي
الله عليه
وسلم
zamanında
olan malî durum ve işlerine bir göz atalım. Daha önce, Arabistan’ın ihtiyaçları
için gıda maddelerini ve içkiyi genellikle Yahudilerin ithal ettiğini geriye
kalan malların Mekke ve Taif’in tüccarlarının dış ülkelerden getirdiklerini
ifade etmiştim. Ben az önce, Kureyş, Sâkif ve Yahudilerin bütün bu ticaretinin
toptancılıktan ibaret olduğuna işaret etmiştim. Yurt içinde ise perakendeciliğini
başkaları yapar ve bu malları onlardan satın alırdı. Ben ayrıca, toptancılar
ile perakendeciler arasında ticaret ve alışverişin dünyada hiçbir zaman sadece
ve sadece nakit olmadığını vurguladım ve Arabistan’da bunun böyle olmadığını kaydettim.
Bundan sonra ribâ ile ilgili âyetin tefsiri konusunda Risâlet dönemine yakın
devrede müfessirlerce naklolunan rivâyetlere de bir göz atalım. Dehhak, “faizden
(henüz alınmamış olup ta) kalanı bırakın” ayetinin tefsirinde şöyle yazmaktadır:
“Bu, Cahiliy-ye döneminde insanların alışveriş yaptığı faizdi.”[10]
Katade şöyle demektedir:
“Cahiliyye dönemi
insanlarının ribâsı şuydu: Bir kişi başka bir kişiye mal satar ve bedelinin ödenmesi
için bir süre belirlenirdi eğer süre dolar ve alıcıda bedelini ödeyecek mal
veya para yoksa, satıcı ondan daha fazla para alacağını açıklar ve süreyi uzatırdı.”[11]
Süddi diyor ki:
“faizden kalanı
bırakın” âyeti Abbas bin Abdulmuttalib ve Benî El-Muğiyre’den bir kişi hakkında
inmiştir. Bunlar Cahiliyyede ortak bir iş yapıyordu ve Sakîf’li Benî Amr
mensuplarına faizle para vermiş. İslâmiyet’in doğuşu sırasında büyük bir
sermayesi faize yatırılmış durumdaydı.[12]
Bütün bu rivayetler
perakendecilere borç olarak mal satımı ve ondan faiz alımını bize
bildirmektedir. Bunlar aynı zamanda, bu ticarî faiz için de “Er-ribâ” teriminin
kullanıldığını, ticarî borçlar için başka bir kelimenin kullanılmadığını ve
sadece kişisel ihtiyaçlar için alınan borçlardan tahsil edilen faiz için “Er-ribâ”nın
kullanılmadığını da kanıtlamaktadır.
Ayrıca, Buhârî’nin
Bu rivayet, ticaret amacıyla
borç alma kavramının o zaman Araplar için yabancı olmadığını açıkça göstermektedir.
İbn Mâce[16] ve Nesai’de[17] yer alan bir rivayete
göre Hz. Peygamber
صلي
الله عليه
وسلم
Huneyn
Savaşı sırasında Abdullah bin Rabi’ye Mahzûmi’den
Bir dostum iki olaya
daha dikkatimi çekmiştir ki, bunun için kendisine Teşekkür ediyorum. Birinci
olay Hint Bint-i Utbe ile ilgilidir. Kendisi Hz. Ömer
رضي
الله عنه Beytu’l-Mal’a ait
muhtemelen
İkinci olay da yine Hz.
Ömer رضي
الله عنه
dönemine aittir: Hz.
Ebû Musa Eş’ariرضي
الله عنه
(Basra valisi) Beytu’l-Mal’a ait parayı,
Hz. Ömer’in iki oğlu, Abdullah ve Ubeydullaha رضي
الله عنهم ticarî amaçlar için borç verdi.
Ancak, daha sonra Hz. Ömer رضي
الله عنه bu
borcun şaibeli olduğunu belirterek oğullarından gerek anapara gerekse kârının
tümünü geri vermelerini istedi. Ancak yine insanların tavsiyeleri üzerine bu
borcu “Kırât” (mudarebe) ilan ederek kârın yarısını tahsil etti.[19]
Bu iki örnekte Cahiliyye
dönemine çok yakın bir döneme aittir. Arabistan da Hicrettin sonra
İslâmî dönemin
tarihçileri, muhaddisleri ve müfessirlerinin kişisel ihtiyaçlar ile ticarî
borçları açık ve net bir şekilde ayrı ayrı neden anlatmadığı konusuna gelince,
bunun açık bir nedeni şu olabilir: Onlarda borç hangi amaçlar için alınmış
olursa olsun borçtur ve bunlardan faiz alınması da aynı değerlendirmeye tabi
tutuluyordu. Onlar ne, açlıktan ölmekte olan kimselerin karınlarını doyurmak
için borç aldıklarını açıklamaya ne de insanların ticaret ve iş için borç aldıklarını
ayrıntılı biçimde anlatmaya gerek duydu. Bu konuyla ilgili ayrıntılar nadiren
bulunduğu için Arabistan’daki durumu anlayabilmek amacıyla o zaman dünyanın
genel durumuna bakmak gerekmektedir. Çeşitli borçlar arasında amaçları açısından
fark gözetilip, bir çeşit borçlardan faiz alınmasını caiz ve diğer çeşit
borçlardan faiz alınmasını yasak sayma kavramı, herhalde,
İslâm öncesi dönemde
borç alınan sermaye ile ticaret yapılmasının mümkün olmadığı, çünkü ülkede doğru
dürüst bir hükümetin bulunmadığı, her tarafta anarşinin hakim olduğu, ticarî
kafilelerin kabilelerin denetimi altındaki bölgelerden geçmek için büyük
vergiler ödemekte olduğu ve bu tehlikeli durumlar nedeniyle faiz oranının %
Eğer şartlar varsayıldığı
gibi olsaydı, böylesine parlak ve yoğun ticaret nasıl yapılabilirdi? Ekonomik
teori ve ilkeler hakkında çok düzeysel bilgi bile, huzursuzluk ve güvensizlik
nedeniyle ticarî faiz oranının %
İkinci Soru
Arap dilinde “ribâ”
kelimesinin anlamı elbette ki, fazlalık, artış ve büyümedir. Ancak bir terim
olarak, “er-ribâ”dan neyin kastedildiği Kur’ân-ı Kerim’in şu ayetinden
açıkça anlaşılmaktadır:
“Faizden (henüz alınmamış olup ta) kalanı bırakın…Tevbe
ederseniz anaparanız (sermayeleriniz) yine sizindir…Borçlunun eli dar ise geniş
bir zamana kadar mühlet verilir…” (El-Bakara:
Bu sözler, ribâ ile
ilgili bu emrin borçla ilgili olduğunu göstermektedir ve borçta ana paradan fazla ne istenirse o er-ribâ’dır
ve bunun bırakılması emredilmiştir. Bunun dışında Kur’ân şu sözleriyle de ribâ’nın
anlamına açıklık getirmiştir: “Allah bey’i (satış) helâl ve ribâyı haram kılmıştır”
Bu sözler gösteriyor ki, borç verilen anapara (ra’su’l mal)dan fazla alınan şey
bey’de, yani satışta maliyetten alınan fazlalık kârdan farklıdır. Başka bir
deyişle, ribâ bey’ şeklinde olmayan malın fazlasıdır. Bu nedenle muhaddisler,
fakihler ve müfessirler bir borç olayında ana paradan alınan ribânın Kur’ân
tarafından haram kılındığında görüş birliğine var-mışlardır.
İlk soruya cevap
verilirken tarihi kayıtlardan, Kur’ân’ın inişi sırasında Arabistan’da borç alışverişinin
sadece kişisel amaçlar değil iş ve ticaret ile devlet işleri için de yapıldığı
kanıtlanmıştır. Kur’ân buna rağmen ribâ’nın hürmetini emrederken bu
konuya temas etmemiş veya herhangi bir işarette bulunmamıştır. Beki bundan
amaçlar açısından bir borç ile başka bir borç arasında fark olabileceği ve faiz
hürmetiyle emrin sadece kişisel ihtiyaçlar için alınan borçlara mahsus olduğu
ve kâr getirici amaçlar için alınan borçtan faiz almanın helâl olabileceği sonucu
çıkarılabilir.
Ancak İslâm hukukçuları birinci
Hicrî y.y’dan bu yana “üzerinden kâr alınan her borç” konusunda birleşmiştir.
Yakın zamandan önceki fakîhlerin bu konuda görüş ayrılığına düştüğüne ilişkin
bir tek örnek fıkıh tarihinden verile-mez.
Üçüncü Soru
Şimdi gelelim ribâ
ile ribh arasındaki farka. Ribâ, borç verip asıl paradan fazlasını
almaya denir. Bunun aksine “ribh”ten malı maliyetinden daha yüksek bir
fiyata satmak anlaşılmaktadır. Bunun aksi olur, yani bir şahsın malı maliyetinin
altında satılırsa buna zarar denir. “Lisân’ül Arab”ta “ribh”in anlamı
şöyle verilmiştir:
Ticarette fazlalığa
ribhu; rabahu; rabâhu denir. Araplar, ticaretle uğraşanın kâr etmesine, “rebhet
ticaretuhu” derler.
Ve Allahü Tealâ, “fema
rebehet ticaretühüm” “ticaretleri kârlı olmamıştır.” buyurmuştur.”
“Müfredât-ı İmam Râgıb”da
şöyle denilmiştir:
“Ribh, (kâr) alım satım
da elde edilen fazlalıktır.”
Kur’ân-ı Kerim’in
kendiside ribâ ile ticari kâr arasındaki farka değinmiştir. Arap kafirlerinin
faizin hürmetiyle ileri sürdükleri itirazları şuydu: Bey’de, yani alışverişte
asıl maliyetten fazla alınan satış fiyatı da zaten borçta asıl paradan daha
fazla alınan kâr gibi bir şeydir. Kur’ân-ı Kerim buna cevap olarak dedi ki, “Allah,
bey’i helâl, ribâyı da haram kılmıştır.” Yani servette bey’ yoluyla
meydana gelen artış başka, borç yoluyla ise başka bir şeydir. Birini Cenab-ı
Allah helâl diğerini ise haram kılmıştır. Eğer bir kişi kâr etmek istiyorsa
kendisinin bey’ işini yapma veya başka birisiyle ortak olma yolu açıktır. Ancak
borç verip kâr etme yolu kapatılmıştır.
Dördüncü Soru
Ribâ’nın tanımı: “Borç
meselesinde anaparadan ne kadar fazla para şartlı olarak alınırsa, o ribâ’dır”
şeklinde yapılmıştır. Bu tanımda ribâyı borç verenin mi istediği yoksa borç
alanın mı kendisi önerdiği hiç tartışma konusu değildir. Bu soru ribâ’nın yasal
tanımı açısından yersiz ve etkisizdir. Kur’ân veya herhangi bir sahih hadiste
bunun (şart koşulmadığı halde) borç alan tarafından verilmesi halinde faiz
veya haram oluşu arasında bir fark olduğuna dair en ufak bir kayıt yoktur. Ayrıca,
dünyada öyle aklı başında hiçbir kişi yoktur ki, kendisine faizsiz borç verilmesi
halinde bile kendisi faiz vermekte ısrar etsin. Borç alan tarafından böyle bir şart
ancak onun herhangi bir yerden faizsiz borç alma umudunun bulunmaması halinde
ileri sürülebilir. Bu nedenle, faizin tanımında bunun etkisiz olması şarttır.
Ayrıca, bankalar tarafından eski devirlerde ve bugün de emanet olarak bulunan
sermaye için faiz verilmesinin nedeni insanların kendi biriktirmiş oldukları
paraları kâr etme umuduyla kendilerine teslim etmeleri ve onlarında düşük
oranda faizle aldıkları bu paraları daha yüksek faizle borç verip daha çok kâr
etmeleriydi ve kâr etmeleridir. Böyle bir peşkeş, faiz veren tarafından
çekiliyorsa, faizin hürmeti konusunda onun dikkate değer olmasının başka makul
bir nedeni ne olabilir ki? Emanetler üzerine verilen faizin niteliği aslında şudur:
Bu, aynı emanetlerin kişisel, iş ve devlet borçları şeklinde verilip alınan
faizin bir parçasıdır. Bu tıpkı öyle bir pay gibidir ki, bir kişi soygun için
gerekli olan alet ve malzemeleri birinden aldıktan sonra çaldığı malın bir kısmını
ona veriyor. Bu pay şu delil ile caiz olamaz ki, pay veren bunu seve seve vermiştir
ve alan bunu zor kullanılarak almamıştır.
Beşinci Soru
Bey’i selem, aslında peşin
alışverişin bir şeklidir. Yani, diyelim ki, bir kişi başka bir kişiden bugün
bir mal alıp fiyatını öder ve satıcının o malı kendisine teslim etmesi için bir
tarih belirler örneğin, ben bugün bir kişiden
Altıncı Soru
Hemcins eşyanın elden
ele değiştirilmesinde tefadılın (fazlalığın) haram kılınmasının amacı İbn-i
Kayyım ve diğer bazı kimselerin belirttiği gibi, aslında nedeni ortadan kaldırmaktır.
Yani, asıl haram olan “ribâe-n nesie” (borç faizi)dir. Ancak ‘fazla
alma ve kazanma zihniyeti’ni ortadan kaldırmak amacıyla hemcins eşyanın
elden ele değiştirilmesi ve satılmasında tefadıl yasaklanmıştır. Bu iş, yani
aynı cins malın alışverişin örneğin, pirincin pirinçle değiştirilmesi ancak
pirincin bir türünün kaliteli, diğerinin ise kalitesiz olması halinde yapılabilir.
Şari’in (kanun koyucu) amacı şudur: Piyasadaki fiyat farkı aynı kalitelerinde
de olduğu gibi olsa dahi, kaliteli bir kilo pirinç kalitesiz bir kilo
Yedinci Soru
Ticarette tarafların rızası
elbette gereklidir. Ancak bu ne ticaretin helâl olmasının illetidir, ne de
bunun yokluğu faizin haram olmasının illetidir. Kur’ân-ı Kerim’in hiçbir
yerinde faiz, verenin bunu istemeyerek ve mecburen verdiği için haram kılındığı
belirtilmemiştir. Dünyada hiç kimse faizi gönül rızasıyla vermez ve faizsiz
kredi veya borç alma imkanı olursa, kimse bunları faizli almaz. Ne var ki,
bunun hürmeti konusunda razı olmak veya olmamak tamamen ayrı bir şeydir. Zira
Kur’ân, hangi işte ra’su’l-mal (anaparadan)’dan fazla ödeme şartı varsa
onu kesinlikle haram kılmıştır ve bu hususta tarafların birbiriyle anlaşıp anlaşmadığını
dikkate almamıştır.
Şimdi gelelim, faizli
borçtaki hürmetin asıl illetinin “zulüm” olmasına ve hangi borçta faiz
alınırken zulüm yapılmamışsa, o faizin helâl sayılması konusuna. Bu hususta şunu
arz edeyim ki, Kur’ân-ı Kerim, kayıtlarından sizin “zulüm”ün hürmet
illeti oluşunu çıkarıp “zulüm” kelimesine istediğiniz anlam ve kavramı
vermenize hiç imkân tanımamıştır. Kur’ân nerede bu hürmet illetini beyan
ediyorsa, orada zulmün anlamını açıkça ifade etmiştir. Sözleri şöyledir:
“Ey müminler,
Allah’tan korkun ve faizden (henüz alınmamış olup ta) kalanı bırakın…Tevbe
ederseniz mallarınızın anaparaları yine sizindir. Ne zulmeder ne de zulme uğrarsınız.”
(El-Bakara:
Burada iki zulümden söz
edilmiştir. Birincisi, borç verenin, borç alana yaptığı zulüm. İkincisi, borç
alanın, borç verene yaptığı zulüm. Ayetin bağlantısından anlaşılacağı gibi
borç alanın borç verene yaptığı zulüm, borç verilen malın anaparasını, bile ona
geri vermemesidir. Aynı şekilde, bu âyette açıkça belirlendiği gibi, borç
verenin, borç alana yaptığı zulüm, ondan ana paradan fazlasını istemesidir.
Böylece, Kur’ân-ı Kerim, borç konusunda borç veren ile alanın birbirine yaptığı
zulmü kendisi açıkça ortaya koyuyor. Bu anlama göre adalet borç verenin, borç
alandan sadece anaparayı geri alması ve zulüm ise, ana paradan fazlasını talep
etmesidir. Kur’ân-ı Kerim’in bu bağlantısı, anlamı açısından o kadar açıktır
ki, İbn Abbas ve İbn Zeyd’den son dönem müfessirleri Şevkâni ve Alusî’ye kadar
herkes bundan aynı anlamı çıkarmıştır. Bütün bu süre boyunca hiçbir müfessirin,
Kur’ân’dan sadece “zulüm” kelimesini ribâ’nın illet-i hürmeti olarak seçtiği
ve zulmün anlamını dışardan almaya çalıştığına rastlanmamıştır. Bir ibarenin
devamında bulunan bir kelimenin açık anlamı ortada iken, onu bir yana bırakmak
ve kendimiz tarafından ona başka bir anlam vermek usûlen tamamen yanlıştır.
Bu soruda ortaya atılan şu varsayımı da biz kabul etmiyoruz ki, “ticarî faiz
herhangi bir tarafa zulüm niteliğinde değildir.” Bir kişinin sermayesini
borç olarak verip belli bir kâr garantisi alması ancak işlerini yürütmek amacıyla
zaman, emek ve zekâlarını kullananlar için herhangi bir kâr güvencesinin
olmaması, aksine zarara uğramaları halinde, bile, borç verene anaparayı faiziyle
beraber vermekle yükümlü olmaları az bir zulüm müdür? Bütün risk, emek harcayan
ve çalışan tarafa aittir ve salt kâr sermaye veren tarafa aittir. Buna nasıl
adalet diyebiliriz? O halde, faiz, ister kişisel borç ihtiyaçları için verilen
paradan ister ticarî borçlardan alınsın, zulümdür, haksızlıktır. Adalet, eğer
siz borç veriyorsanız, sizin sadece anaparayı alma garantisi almanızı ve eğer
siz işe para yatırıyorsanız, o zaman bir ortak olarak yatırmanızı gerektiriyor.
Sekizinci
Soru
Bu sorunun ayrıntılı
cevabını kaleme aldığım “faiz” kitabında vermiş bulunuyorum.[23] Burada kısa bir cevap vermekle
yetineceğim.
a)Sanayi kuruluşlarının
normal hisseleri tamamen caizdir, ama şu şartla ki, işleri haram türünden
olmasın.
b)Belli bir kâr
garantisine sahip tercihli hisseler, faiz tanımının kapsamına girer ve caiz değildirler.
c)Bankaların vadeli
hesapları konusunda iki yol seçilebilir. Sadece kendi paralarının korunmasını
isteyenler ve sermayelerinin herhangi bir işe yatırılmasını istemeyenlerin paralarını
bankalar emanet olarak değil, borç olarak kabul etsin, bu meblağı işe yatırıp
kâr etsinler ve ana parayı belli bir sürede geri verme garantisi versinler.
Ve kendi paralarını
bankalar yoluyla işe yatırmak isteyenlerin paralarını bankalar emanet olarak
kabul etmek yerine, onlarla genel bir ortaklık sözleşmesi imzalasınlar, tüm
kârlarını, banka işleminin kapsamı altındaki ticarî, endüstriyel, tarımsal ve
diğer faaliyetlerinde kullansınlar ve bu genel faaliyetlerden elde edilen kârı,
bizzat bankanın hissedarlarına dağıtıldığı gibi, belli bir program ve oranda
mudilerine dağıtsınlar.
d)Bankalarda kredi
mektuplarının açılmasının çeşitli şekilleri vardır ki, Şer’î durumları ona
göre değişir. Eğer bankanın bir kişinin güvenilir olması hakkında sadece bir
senet vermesi gerekiyorsa, kendi büro masraflarını karşılamak için belli bir
ücret alabilir. Eğer banka karşı tarafa para ödeme sorumluluğunu üstleniyorsa,
faiz almaması gerekir. Bunun için çeşitli caiz yollara başvurabilir. Örneğin, işadamlarının
bankaların cari hesaplarındaki paralar üzerine herhangi bir faiz vermek yerine
hesap ve defter tutma ücreti alınabilir ve bu paralar kısa vadeli borçlar şeklinde
işadamlarına faizsiz olarak verilebilir. Bu gibi borçlulardan banka o paraların
faizini almasın, ama kendi büro masrafları için ücret alsın.
e)Hükümet, kendi emri
altında ne kadar kuruluş oluşturmuşsa, onlardan faiz unsuruna kaldırmalıdır.
Bunun yerine caiz ve kârlı olan diğer yöntemler biraz kafa patlatma ve içtihat
yoluyla ortaya çıkarılabilir. Burada bu tür kuruluşlarla ilgili olarak ayrıntılı
bir açıklama yapılamaz. Önemli olan şu ki, önce haram olan şeyi haram olarak
kabul edelim, sonrada ondan kurtulma yollarını arayalım. Daha sonra, her
hükümet dairesi veya kuruluşu için bir denetleme komitesi kurulsun; bu
komiteler, kuruluşların tüm yönetim ve faaliyetlerini denetlesin ve nerede
haram iş yapılıyorsa, İslâmî emirler açısından hem caiz hem pratik ve kârlı
alternatiflerini bulsun. Her şeyden önce zihniyetimizi değiştirmeliyiz. Yani,
Batılıların o köhne ve üzerinde yürümeye alıştığımız yollarında gözümüz kapalı
olarak yürümekten vazgeçmeliyiz ve bu yolların bizim için caiz kılınmasındaki
anlamsız ısrarımıza son vermeliyiz. Kolayı sevmemiz, biraz kafa patlatarak ve
biraz uğraşarak yeni bir yol bulmamızı engellemektedir. Körü körüne taklit
hastalığı, maalesef tüm milletimizde yayılmıştır. Bundan ne cübbeli ve sarıklılar
ne de takım elbiseliler kurtulabilmiştir.
f)Hükümetin aldığı iç
borçlar üzerinden faiz verilmemelidir. Bunun yerine, hükümet iç borçlanma ile
ele alınan projeleri ve işleri düzenli ticarî ilke ve kurallara göre yeniden
düzenlemeli ve onlardan kazanılan kârı borç aldığı kimselere belli bir oranda
dağıtmalıdır. Borçlanma süresi sona erdikten ve borç verenlere de anaparaları
geri verildikten sonra ise kârdaki payları da otomatikman sona erecektir. Bu
durumda aslında, büyük bir değişiklik meydana gelmeyecektir. Belirlenen faiz
oranıyla alınan borçların türü değiştirilmeli ve kârda ortak pay ve dengeli
oran sistemi getirilmelidir.
Yabancı ülkelerden alınan
dış borçların durumu ise hayli karışıktır. Bütün bu borçlar ayrıntılı bir
biçimde teker teker gözden geçirilmedikçe asıl niteliklerinin ne olduğu ve hürmetlerinden
kurtulmak için ne kadar ve nelerin yapılabileceği söylenemez. Ancak ilke olarak
şunu belirtebilirim ki, ilk önce bütün dikkatimizi yurt içindeki faizi ortadan
kaldırmaya çevirmeliyiz. Ve yurt dışında nerede faiz alışverişinden kurtulmak
mümkün değilse, orada bu âfete, bundan kurtuluş yolu bulununcaya kadar tahammül
edilmelidir. Biz kendi selahiyetlerimizin el verdiği kadar Allah’ın önünde
sorum-luyuz. Eğer biz o kadar günahtan kurtulabilirsek, elimiz kolumuz bağlı
olduğu için affedileceğimizi umabiliriz.
(Tercümanu’l-Kur’ân,
Mayıs-Haziran
[1]
Birinci cilt sayfa
[2]
Birinci cilt sayfa
[3] Birinci cilt sayfa
[4]
Üçüncü cilt sayfa
[5]
Üçüncü cilt sayfa
[6]
Birinci cilt sayfa
[7]
Willy Durant, dördüncü cilt sayfa
[8]
Hicaz’dan Filistin’e ve Suriye’ye giden
Kureyş’in ticaret kervanlarının büyüklüğü ve görkemliği hakkında bir fikir
edinmek için şu örneği verebiliriz ki, Bedir Gazvesi sırasında Ebû Süfyan’ın
önderliğinde Suriye’den Mekke’ye dönmekte olan kervanda
[9]
Cambridge Economic History of Europe
(Cambridge Avrupa Ekonomi Tarihi), cilt
[10]
İbn Cerir, cilt
[11]
İbn
Cerir, cilt
[12] İbn Cerir cilt
[13]
Buhârî, Kitabü’z-Zekât (Bâb-ı Ma Yestehric minel-bahr),
Kitabü’ş-Şurût, Kitabü’l-İstikrâd, Kitabü’l-Kefale, Kitabü’l-Lakita,
Kitabu’l-İstizân ve Kitabu’l- Buyu’(Babu’t-Ticaret fi’l-Bahr).
[14]
Nesaî, Kitabu’l-Lakita
[15]
Belki de, burada, rivâyette “ticaret
amacıyla” kelimesinin kullanılmadığı şeklinde itirazda bulunulabilir. Ancak
bu itiraz bir kaç nedenle yanlıştır. Bir kere, rivayette borç için, “Eslefe
yuslifu” sigası (kipi) kullanılmıştır ki, hemen hemen avans para verme
anlamındadır ve genellikle ticarî işlemler için kullanılır. Ayrıca, alınan
borç da büyük bir meblağ idi, yani bin dinar. Gayet tabii ki, bu kadar para
[16]
Tarih-i Taberi, Hicrî
[17]
Kitabu’l-Buyu’, Bâbu’l-İstikrâz.
[18]
Ebvâbu’l-Ticare : Bâb-ı Hüsnü’l-Kaza
[19]
Muvatta, Kitabu’l-Kırât ve Bâb-ü Siret-i
Ömer bin El Hattab
رضي
الله عنه
[20] Bununla ilgili olarak şöyle denilebilir:
“Hayır. Cahiliyye döneminde olmayıp İslâmiyetten sonra ortaya çıkan bir çok
kavram vardır. Bu kavramda İslâm’dan çok sonra doğan bir kavramdır.”
Eğer biri böyle derse, biz de diyeceğiz ki,
pekâlâ bu İslâm sonrasının bir ürünü olsun ancak bu, Hz. Ömerرضي
الله عنه
zamanında sermaye borç
alarak ticaret yapma geleneğinin başladığını kanıtlamaktadır ve bundan sonra,
daha önce belirttiğimiz gibi İmâm Ebû Hanife zamanına kadar durum öylesine
yadırganmaz hale gelmişti ki,
[21]
Henry Piren, “Economic and Social
History of Medieval Europe” (Orta Çağ Avrupasının Ekonomik ve Sosyal
Tarihi), İng. Tercüme, IV, Butler baskısı, Londra,
[22] “Arabia before Muhammad” (Hz.
Muhammed’in bi’setinden önce Arabistan), sayfa
[23] Bakınız bu kitabın dokuzuncu bölümü: “Düzeltmenin
Pratik Şekilleri”