EK
FAİZ MESELESİ VE DAR’ÜL HARB
Yazan: Merhum Mevlana Manazır
Ahsen Gilani
(Faiz
ile ilgili bahiste ulemanın bir grubu, Hindistan’ın bir darülharp olduğu ve
darülharp’te savaş halindeki kâfirlerden faizin alınmasının caiz olduğu görüşünü
ileri sürmüştür. Mevlâna Manazır Ahsen Gilâni aşağıdaki makalede bu görüşü
kuvvetle savunmuştur. Biz bu makaleyi, okuyucuların meselenin bu yanını da
bilmeleri gerektiği açısından buraya naklediyoruz. Biz bu konuyu daha sonraki
bölümde enine boyuna tartıştık, ancak bazı noktaları ilgili yerlerde veya
dipnotta da cevap-landırdık. Bunu okurken bu tartışmanın Pakistan’ın kuru-lmasından
önce
Müslüman Olmayan Topraklar İle İlgili İslâmî
Görüş
Müslüman olmayan
topraklar ancak iki türlü olabilir. Ya o topraklarda hiçbir zaman İslâmî bir
hükümet kurulmamış, ya da kurulmuşsa, uluslararası komplo ve çekişmeler nedeniyle
o ülke Müslüman olmayan güçlerin eline geçmiştir. Birinci durumda böyle bir
ülkenin gayri İslâmî bir toprak veya Müslüman olmayan bir sömürge olması hiçbir
şüphe götürmez. Ancak ikinci durum tartışma konusudur. Abbasi devletinin baş
kadısı İmam Ebû Yusuf ve fakihlerinden İman Muhammed Şeybani’nin bu husustaki
fetvaları şöyledir:
“Dar’ül İslâm (İslâmî
devlet) gayri İslâmî (küfr) kanunlarının uygulanmaya başladığı zaman
‘darülküfr’ (Gayri İslâmî Devlet) oluverir.” (el-Bedayi’ ve’s-sanayi,
el-Kasâni, Cilt VII, sayfa
“Fetâva-yi Alemgirî”de “gayri İslâmî”
emirlerin ortaya çıkışı şöyle izah edilmiştir:
“Yani bu yasalar
alenen uygulanır ve o ülkede İslâm ehlinin kanunlarına göre kararlar verilmez.”
Demek ki, hangi ülkede
Allah’ın kelâmı ve Peygamberlerin sonuncusunun buyurduklarından derlenen
kanunlar geçerli değilse, o gayri İslâmî bir ülkedir ve orada bir kanun
geçerli olmasa veya olsa da gayri İslâmî zihinler ve gayri İslâmî kaynaklardan
derlenmişse, oranın hükümeti gayri İslâmî hükümet sayılacaktır. Yani, hangi
ülkede İslâmî hükümetin yasaları etkili değilse ve gayri İslâmî yasalar
geçerli olmuşsa, o ne İslâmî bir devlet ne İslâmî bir hükümet sayılıyor. Bu
genel bir tanımdır. İmam-ı Azam Ebû Hanife رضي
الله عنه buna daha çok açıklık getirmiş ve gayri İslâmî bir ülkeyi şöyle
tanımlamıştır:
“Dar-ül İslâm (İslâm
Devleti) bir Dar-ül Küfr’e (Gayri İslâmî ülke) ancak şu üç durumda dönüşür:
Birincisi, orada Küfr’ün emirleri (Gayri İslâmî Yasalar) zuhur eder
(uygulanır). İkincisi, onun bir Dar-ül Küfr’e (Gayri İslâmî ülke) bitişik olması.
Üçüncüsü, o ülkede bir Müslüman veya Zimminin daha önce sahip olduğu güvenliğe
sahip olmaması.”
Dünyada şu anda daha çok
gayri İslâmî hükümetler vardır. Ancak ben onların gerçek durumunu bilmediğim
gibi, onların bütün özellikleriyle ilgili olarak önümde herhangi bir Şer’î
veriler yoktur. Hindistan’ın durumu ise hepimizce malumdur. (Yani, ikiye
bölünmeden önceki Hindistan). Biz örnek olarak bu ülkeyi ele almalıyız ve İmam
Ebû Hanife’nin tarif ettiği gayri İslâmî ülkenin şartlarının buna ne kadar uyduğuna
bakmalıyız.
Şurası bir gerçektir ki,
burada Şeriat değil, İngiliz Yasaları uygulanmaktadır. Allah’ın kelamı ve
Rasûlullah’ın صلي
الله عليه
وسلم
hadislerinde çıkan İslâmî yasalar burada hiç uygulanmamaktadır.
Aksine, gayri İslâmî zihinler (ister bir tane olsun veya fazla, Hintli olsun
veya başka)in hazırladığı kanunlar bu ülkede geçerlidir. O halde, bunda bir şüphe
yoktur ki, İmam-ı Azam’ın ileri sürdüğü ilk şart buna tamamen uymaktadır.
Aynı şekilde, ikinci şartın
da buna uyduğuna kim şüphe edebilir? Hindistan’ın sınırlarının genellikle gayri
İslâmî ülkelere bitişik olduğu ve araya herhangi bir İslâmî ülkenin girmediğine
ilişkin coğrafi gerçeği kim bilmiyor? Fetava-yi Alemgiri’de şöyle denmiştir:
“Bağlantı veya bitişikliğin
olmayışı, ancak Dar-ül Küfr ile Dar-ül İslâm arasında herhangi bir İslâmî
kentin bulunmayışıyla mümkün olur.”
Hindistan’ın kuzeyinde
ve doğusunda diğer ülkelerin toprakları vardır. Deniz sınırlarına baktığımızda
bunların tamamen gayri İslâmî güçlerin elinde olduğunu görüyoruz. Hatta, onların
izni olmaksızın bu denizlerde başka kimse gemilerini yürütemez. Durum böyle
olmasa bile, toprak bağlantıları, bitişiklik şartını tamamlıyor. Ayrıca, İslâm
fakihlerinin denizlerle ilgili genel kanısı şudur:
“Tuzlu sular, gayri İslâmî
topraklardır”.[1]
(Şami s.
Her neyse, bu şartın da
duruma uyduğunda herhangi bir kuşku yoktur. İman’ın demek istediği şudur: Eğer
dört yanı İslâmî hükümet ve iktidarla çevrili olan bir ülkeyi gayri İslâmî bir
hükümet ele geçirirse, bu işgalin kalıcı olacağı ve orada İslâmî hükümetin
kurulmasının zorlaşacağını düşünmek için herhangi bir neden yoktur. Fakihler
buna açıklık getirmişlerdir ve bu meseleye ilerde yine değineceğiz.
Üçüncü şarta gelince,
burada çeşitli kanunlara göre diğer milletlerin yanı sıra Müslümanlar da her
geçen gün idam edilmektedir ve bu hususta İslâmî kanunların gereklerinin yerine
getirilip getirilmediğine bakılmamaktadır. Aynı şekilde, burada Müslümanların
malları da mahkemelerin kararlarıyla başkalarına verilmekte ve böyle bir şeyin İslâm
yasalarına göre caiz olup olmadığına bakılmamaktadır. Her gün mahkemelerden
faizli alışverişlerle yüz binlerce ve milyonlarca Rupilik kararlar çıkmaktadır.
Sadece faiz değil, diğer konularda da İslâmî Şeriat, Müslümanlara gereken
güvenceyi vermiştir, ancak ülke kanunları bunu hiç göz önünde bulundurmamaktadır.
Can ve mal güvenliğiyle
ilgili durumu gördünüz, şimdi de namus ve haysiyete bir göz atın. Müslümanlar
çeşitli kanun ve maddelere göre hapse atılmakta, sürgüne gönderilmekte, para
cezasına çarptırılmakta, kırbaçlanmakta ve diğer cezalara çarptırılmaktadır. Şimdi
bu hükümlülerin İslâmî yasalara göre de bu cezaları hak edip etmediğine bakılıyor
mu? Ben Hindistan’da Müslümanların can ve namus güvenliğine sahip olmadıklarını
belirtmek istemiyorum. Benim demek istediğim, onların İslâmî güvenliğe sahip
olmamalarıdır. Çünkü bizzat İmam Ebû Hanife güvenlik (eman) kelimesini şöyle
izah etmiştir:
“Yani, Müslümanların
kanuna göre sahip oldukları güvenlik.”
“Fetavaâ-yi Alemgiri”de
buna daha açıklık getirilmiştir:
“Yani, gayri İslâmî
hükümetin egemenliğinden önce Müslümanların çoğunun dinleri nedeniyle ve zimmilerin,
sorumluluk akdiyle sahip oldukları güvenliğin kalmaması.” (Şâmi’den
naklen, cilt
Ve gerçek de budur.
Yani, eğer bir ülkede gayri-İslâmî güçler iktidar olmuş ve orada gayri İslâmî
yasalar uygulanmaya başlanmışsa, ona İslâm Devleti demek veya orada İslâmî bir
hükümetin olduğunu iddia etmek tuhaf kaçıyor. Başkalarının ülkesini başkalarının
hükümetini zoraki bir İslâmî ülke olarak saymasını, dünyanın hangi hükümeti
Müslümanlara izin verebilir? Hatta pek mümkündür ki, onun bir suç olduğunu ilân
etsin.
İslâm fakihleri bu
ülkeye bazen “Dar-ül Harb” derler. Galiba, bu nedenle, bazı
kimseler yanılgıya düşmüştür. Yoksa, geçmişte İslâm uleması bu gibi ülkeler
için “Dar-ül İslâm”ın karşıtı olan “Dar-ül Küf’r” tanımını
kullanıyorlardı. Az önce Beda’yı yazarının ibaresini gördünüz. Kendisi, eserinde
genellikle “Dar-ül Küfr” deyimini kullanmıştır ki, basit ve açık anlamı,
“İslâmî Hükümetin olmadığı belde” demektir. Bir yerde İslâmî
hükümet değil, orada Müslümanlar bile egemen durumda değilse, ona neden Müslümanların
hükümeti veya Müslümanların ülkesi diyelim? Kelimelerden niçin şaşılıyor? Bu
birinci sorunun cevabıydı şimdi de ikinci soruyu dinleyin.
Gayri
İslamî Hükümetlerde Müslümanların Hayatının Nizamnamesi
İslâm, Müslümanların
özgür olduğunu belirtir ve özgürlüğün onların doğal ve semavî hakkı olduğunu
ifade eder. Ancak İslâm fakihleri, bir Müslüman’ın gayri-İslâmî hükümetlerden
birinde herhangi bir nedenle bulunma ve yaşama gereğini duyması halinde o
hükümetin insanları ile onun arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğini düşünerek
İslâmî yasalarda gereken düzenlemeyi yapmışlardır. Gayet tabii ki, bunun bir şekli
şu olabilir: O Müslüman o ülkenin hükümetiyle oranın yasalarına uyma sözünü
vermiştir, huzur ve asayişi bozmamaya da yemin etmiştir. Şeriat-i İslâmîyye’de
böyle bir Müslüman, “Müslim-i Müsta’men” denilir. Kur’ân-ı Kerim’de anlaşma
ve sözleşme ile ilgili genel yasa şöyle dile getirilmiştir:
“Onlar ki kendi vaatlerini tutanlardır.”
“Tahhütlerinize bağlı kalın…”
İslâmîyet, “muahede”
veya anlaşmayı kuvvetle sorumluluğa bağlamıştır. Genel anlaşmalarla ilgili İslâm’ın
talimatı budur. Hele uluslararası anlaşmalara bağlı kalınması üzerinde daha
çok durmuştur:
“Müşriklerden anlaşmanız
olup size karşı ahitlerinden bir şey noksan etmeyen ve aleyhinize bir kimseye
yardım etmemiş olanlara ahitlerini müddetine kadar tamamlayın.” (Et-Tevbe:
Ortada anlaşmanın
olmaması veya başka milletlerin anlaşmayı bozmaları ile ilgili emirleri burada
tartışmanın sırası değildir. Burada biz
“Anlaşmayı bozan kişi
için kıyamet gününde bir bayrak dikilecektir;ve ona filana ihanet ettin
denilecektir.” (Ebû Davud) Başka bir rivayete göre: “Ahdi bozan kişinin
yerine kıyamet gününde bir bayrak konacaktır ve bununla kendisi tanınmış
olacaktır.”
Rasûlullah صلي الله
عليه وسلم orduyu sefere yollarken komutana şu nasihatte bulunurdu:
“Bakın, kimseye hıyanet etmeyin ve anlaşmayı
bozmayın.”
Bundan dolayıdır ki, İslâm
âlimleri, anlaşmayı bozmanın icmâ’ya göre haram olduğuna hüküm vermişlerdir. İbn
Humam diyor ki, “İcmâ’ya göre anlaşmayı bozmak haram-dır.”
Müslümanların
Eşsiz Barışçılığı:
Gayet tabii ki, anlaşma
ile ilgili İslâmî yasanın bu ayrıntılarını gördükten sonra gayri-İslâmî bir
hükümetle barış anlaşması yapmak suretiyle bir “müstemin” olarak
kalmakta olan bir Müslüman’ın sorumlulukları bir hayli ağır oluyor. Hidaye’de şöyle
buyurulmuştur:
“Gayri-İslâmî bir
ülkeye (darülharp)e giren bir Müslüman’ın oradaki vatandaşların can ve mallarına
tecavüzde bulunması caiz değildir. Zira, kendisi bunu yapmayacağı konusunda
güvence vermiştir ve ona bu sorumluluk barış anlaşmasıyla yüklenmiştir.”
Bu demektir ki, eğer bir
Müslüman bir hükümetle anlaşıp hudutlarının içine giriyorsa o hükümet vatandaşların
can, mal ve namus güvenliği için hangi kanunları uyguluyorsa onları çiğnemesi
kesinlikle caiz değildir. Gayri İslâmî hükümetin yasa dışı olarak ilân ettiği şeyleri
yapan bir Müslüman
İslâm yasaları çok derin
ve incedir. Nitekim, bazı İslâm âlimleri ücretini ödemeden belli bir ağırlıktaki
mektup veya paketten azıcık daha ağır mektup ve paketi posta ile gönderen ve
trenle belirlenen ağırlıktaki eşyadan daha ağır eşya taşıyan birinin
Uluslararası
Yasa İle İlgili Önemli Bir Soru
Burada açıklanması
gereken uluslararası kanunla ilgili çok önemli bir nokta vardır. Çünkü, bunun
anlaşılmaması nedeniyle insanlarda çeşitli yanlış anlamalara rastlanmaktadır.
Belki de, başka kanunlarla ilgili olarak da bu nokta ortaya atılmıştır. Ancak İslâm
hukuku, bu noktayı, uluslararası yasalar çerçevesinde ortaya atmıştır. Çeşitli
milletler çeşitli zamanlarda fırsat bularak başkalarına saldırmaktadır. Bir
millet başka bir milletin canına, malına topraklarına ve bölgelerine saldırmaktadır.
Şimdi, biz burada bu saldırıların caiz olup olmadığını ve hangi durumlarda caiz
olduğunu tartış-mıyoruz. Burada tartışmak istediğimiz husus, bir ulusun başka
bir ulusa saldırması halinde, ele geçirmiş olduğu mal, mülk ve topraklara
kanunen ve dinen sahip olup olmadığıdır. Yasalara bağlı, koyu dindar bir
Müslüman bu sorunla şu durumlarda karşılaşabiliyor: Bir İngiliz savaşta Alman veya
başka bir milletin malına sahip oldu ve bunu bir Müslüman’a satmak istiyor. Başka
milletler belki bunun inceliklerine girmezler. Ancak bir Müslüman İslâmî yasanın
doğru ve sağlıklı bulmadığı bir mülkü veya malı kabul etmez. Bir Müslüman kendi
şeriatında şu soruların cevabını bulmak zorundadır: O İngiliz, söz konusu
Almanın malına sahip olmuş mudur? Eğer mülkiyetinde herhangi bir kuşku yoksa,
onun bunu satması, benim onu satın almam ve satın aldıktan sonra kullanmam doğru
olur mu? Ne var ki, İngiliz o malı ve mülkü haksızca elde etmiş yani mülkiyeti
yasa dışıysa, onu satma hakkına sahip değildir. Tabi ki, o satma hakkına sahip
değilse, ben onu satın alıp nasıl onun sahibi olabilirim? Ne olursa olsun bu
devletler hukuku veya uluslararası yasaların ilginç bir yönüdür. İslâm
fakîhleri bununla ilgili olarak bölümler üzerine bölümler yazmış ve ayrıntılarına
değinmiştir. Özetle, bu sorunun çeşitli yönleri vardır:
“Eğer Türkler, Rum
(Avrupa) kâfirlerine galip gelir, onları yağmalar ve mallarını alırlarsa, onların
sahipleri olacaktır.” (Cilt
“Ve eğer kâfirler,
Allah göstermesin bizim mallarımızı ele geçirip yurtlarına götürürlerse, onların
sahibi olurlar.” (Hidaye)
Yani,
Masum
Olan ve Olmayanların Mallarının Caiz Olup Olmaması
Burada bahsedilen ikinci
meselede İmâm Şafiî diğer imamlardan farklı bir görüş taşıdığı için fakihler
Kur’ân hadis ve diğer pek çok İslâmî kaynaktan bu yasanın İslâm hukukuna
tamamen uyduğuna ilişkin kesin deliller sunmuşlardır. Ancak bu yazı uzayıp
gittiği için onları buraya nakletmiyoruz ben burada
“Caiz ve mubah mala
kafirler sahip olduğu için, bu mü
Yani, bir Müslüman’ın
malı başka bir Müslüman için gayet tabii ki, “masum” (dokunulmaz) ve
güven içindedir. Her Müslüman bir din kardeşinin malını sebepsiz zaptetmemekle
yükümlüdür. Ancak bu yasa başka milletlere uygulanmıyor. Bu, onlar için mubahtır.
Nitekim, Şâmi’de şöyle denilmiştir:
“Çünkü ismet, İslâmî
bir kanundur. İslâmî olmayan bir ülkenin vatandaşları bu kanun kapsamına
girmiyor. O halde, Müslümanların malı onlar için “masum” değildir. Yani, onlar
için caiz ve mubahtır ve gayrimüslimler onların sahibi olabilir.” (Şâmi c.
Şimdi doğal olarak
üçüncü durum ortaya çıkıyor. Yani, eğer bu şekilde bir Müslüman, Müslüman
olmayanlara ait toprakları ve malları ele geçirirse, onların sahibi olur mu,
yoksa olmaz mı? Bu uluslararası yasanın usulüne göre cevabı açıktır. Bir
gayrimüslim, bir Müslüman’ın malının sahibi olabiliyorsa, bir Müslüman’a bu
hakkı neden dini, dünyevi, ahlâkî ve hukukî açıdan verilmesin? Kesaninin
Bedayi’inde şu ifadeye rastlıyoruz:
“Canı ve malının
sorumluluğu herhangi bir İslâmî hükümete ait olmayan bir gayrimüslimin malı
mubahtır, çünkü böyle bir gayrimüslimin malı masum değildir.”
Ne gariptir, değil mi?
canları ve mallarının sorumluluğunu Müslümanlara vermeyen milletler ve İslâmiyet’in
sorumluluğu ve korumasından kaçınanlar ile ilgili olarak İslâm kendi sorumluluğunu
nasıl yerine getirsin? Eğer siz Allah’tan kendi beraatınızı istiyorsanız,
Allah’ta sizin can ve mal güvenliğinizin sorumluluğundan beraatını neden
istemesin? Onun için Kur’ân buyuruyor ki:
“Şirkte bulunanlara
karşı Allah’ın herhangi bir mesuliyeti yoktur.”
Eee, başka ne olabilirdi
ki? Dünyanın bütün ulusları kuvvet ve kudret sahibi olduklarında ve fırsat
buldukça Müslümanların can ve malları ile topraklarını ele geçirirken başka
bir kanun çıkarılabilir miydi? Kur’ân kendisi diyor ki:
“Eğer onlar size
galip gelseler, size düşman olurlar. Size fenalık ile ellerini ve dillerini
uzatırlar. Sizin şükür etmeyenler olmanızı arzu ederler.”
Kur’ân-ı Kerim’in bu
gerçek durum tespitinden sonra, Müslümanların dininin kendilerine mülkiyet izninin
vermemesi halinde bu zulmün yapılmayacağını söyleyebilir misiniz? Eğer bundan
sonra, Kur’ân böyle bir emir vermişse:
“Allah’a iman
etmeyenlerle ve Allah’ın Rasûlünün haram kıldığı şeylere haram saymayanlarla
ve kendilerine kitap inip de hak dini kendilerine bir nizamname ve kanun olarak
seçmeyenlerle savaşın”
Yukarıda
aktardığımız İslâm fakihlerinin tespitlerinden dışarıya mı çıkıyor? Yani nasıl
ki, Müslümanların mal ve toprakları Müslüman olmayanlar ve diğer uluslar için
bizzat İslâmî yasalara göre mubah ise, onların malları ve toprakları da Allah’ın
şeriatı ve kanunlarına göre mubah ve helâldir. Eğer Müslümanlar bunları ele
geçirirse, bunların asıl sahipleri olacaktır ve onları her şekilde kullanmak
ve onlarda tasarruf yapmak konusunda serbest olacaklardır.[3] Bu davranış, akıl, mantık
ve adalete tamamen uygundur. Yoksa, Mevlana’nın belirttiği gibi, eğer her gayri
zimminin malı Müslüman için mubah ise Müslüman ulusu, dünya ulusları arasında “Ümmet-i
Evsat” olmak yerine haydut bir millet oluverecektir. Başka milletlerin
mallarını gasp etmesi, onun mesleği sayılacak ve dünyadaki varlığı büyük bir
belâ olacaktır. Şimdi, gayri Müslimlerin Müslümanların mallarını gasp edip,
sahipleri haline geliyorsa, Müslümanlar da neden onlar gibi onların mallarını
gasp etmesin? sorusuna gelince, bu da savaş durumuyla ilgili bir şeydir. Barış
halinde İslâm, reayasına, kendisiyle savaşmayan milletleri soyma iznini vermez.
Ancak diğer milletlerin fertleri Müslümanları yağmalamaya başlarsa, ikisi
arasında savaş durumu meydana gelir ve bu şartlarda o milletlerin can ve
malları Müslümanlar için mubah olacaktır. Kur’ân-ı Kerim’de nerede müşrikler
için beraat ilanı yapılmışsa, orada açıkça zulmün onlar tarafından başladığı
ifade edilmiştir. O halde, Müslümanlar gasp ve zapt konusunda ilk hareket
edenler olmamalıdır. Aksine, bu işler karşı taraftan başlarsa, anlaşma
şartlarına uysunlar ve anlaşma yoksa savaş ilanına göre hareket etsinler. Bundan
sonra tüm millet savaş halinde sayılacak ve onun tüm can ve malları Müslümanlar
için mubah olacaktır.
Asıl
Meseleye Dönmek
Her neyse, asıl bahis
Müslüman olmayan ülkelerde Müslümanların yaşantılarının nasıl olması ve vatandaşlarıyla
ilişkilerinin niteliğinin nasıl olmasıyla ilgili idi. Arada başka bir meseleyi
konuşuverdik. Mesele çok basitti, ancak düşüncelerin düzeltilmesi ve değiştirilmesi
için asıl konudan biraz uzaklaştım. Şimdi gene asıl konuya dönüyorum.
Daha önce arz ettiğim
gibi, “Müste’men Müslüman”, hangi gayri İslâmî hükümete barış güvencesiyle
girmişse oranının mevcut kanunlarına sıkı sıkıya uyması gereklidir. Herhangi
bir kimsenin can, mal, namus ve haysiyetine saldırarak ilgili kanunları çiğnemesi
“gadr”dır ve gadr, Kur’ân, Hadis ve icma’ açısından haramdır. Kısacası,
zamanın kanunlarına uymak dini bir görevdir. Daha önce belirttiğim gibi, ülke
kanunlarına aykırı olarak bir zarfta bir miligram fazla bir şey koymak veya
tren yolculuğu sırasında izin verilen ağırlıktaki eşyadan
Şimdi gelelim, onun,
ülke kanunlarının izin verdiği ancak dini ve Allah’ının onu bundan alıkoyduğu
başkalarından böyle bir mal alıp almadığı konusuna. Şimdi sorulacak soru şudur:
Kendisi, kanunen olmasa da, İslâm açısından mubah olmayan ve masûm olan bir mal
almış mıdır? Az önce şeriatta, (İslâm hukuku), hatta Kur’ân’da böyle bir malın
Müslüman için dinen gayri masûm ve mubah[4]olduğu görülmüştü. Şimdi,
bir Müslüman ne yapsın? Kur’ân ve dinin gayri masûm ve mubah ilân ettiği bir şeye
o Müslüman dinini görmezlikten gelip masûm ve gayri mubah mı desin? Ne kanunun
caiz olmadığını belirttiği ne de şeriatın haram kıldığı, hatta, onu alma
emrini verdiği bir malın bir Müslüman nasıl caiz olmadığını ve bu helâl şeyin
nasıl haram olduğunu kabul edebilir? Devlet yasalarını mı çiğnesin? Yoksa, şeriatın
emirlerine mi uymasın? Bir Müslüman için bir çaresi yok mudur?
İslâm hukukunun
mecburiyet ve çaresizlikle ilgili bu durumdan dolayıdır ki, İmam Muhammed, “Siyer-i
Kebir”de Şeriat-ı İslâmiyye’nin en dikkatli, hatta bazılarına göre en
sert imamı, İmamların imamı, Kadıların kadısı ve Müctehidi, Ebû Hanife
رضي
الله عنهbu çok açık ve kuşkuya
hiç yer bırakmayan fetvasını nakletmiştir:
“Eğer bir Müslüman, Dar-ül Harb[5](gayri
İslâmî ülke)e bir anlaşma ile girerse, hangi yolla olursa olsun,[6]onun
o ülkenin vatandaşlarının (gayrimüslim) rızasıyla mallarını almasında
bir sakınca yoktur. Mubah bir mal aldığı ve kanunu bozma fiilinden (gadr) uzak
olduğu için bu mal onun için temiz ve tayyıbtır.” (Şami’den naklen, s.
Gayet tabii ki, bu
fetva, Müslümanların esaret hayatını yaşadıkları karanlık bir döneme ait değildir.
İmam Hazretlerinin şeriat’tan bu hukuki hükmü çıkardığı zaman, herhalde,
kimsenin aklına Avrupa’nın egemenliği sırasında Müslümanların inanç, amel ve
geleneklerinde böylesine bir değişikliğin gelebileceği akla gelmemişti.[7] Öyle ki, Salihler, kavm-i
âbidîn’i ibadet kafesine sokabilmek için kendi gavs ve kutûb miraslarından,
herkese merhamet edebilecek aslanları inlerinden çıkarıverdi. Ne var ki,
görevleri ibadet olanlarda hiç merhamet yoktur ve zaten hiçbir yerde yoktur.
Fakîhler bu meseleden bahsederken. Yani İslâm ülkesinde gayri İslâmî bir hükümetin
kurulduğundan söz ederken bir itiraz ifadesi olarak “el iyazu billah” “Allah’a
sığınırım” deyimini kullanırlar.
Kureyşliler ile Allah’ın
Kelâmının verdiği peşin haberin doğru çıkacağı konusunda bahse girip kazanınca
bizzat Hz. Peygamber صلي
الله عليه
وسلم
varılan anlaşmaya göre deve sahiplerinden belirlenen sayıda develerin alınmasını
emretti. (Tirmizi). İslâm fakihleri, Rasûlullah صلي
الله عليه
وسلم’in
bu hareketiyle bu kanunu onayladığına dikkat çekerler. Oysa, böyle bir bahis
açık bir kumardır ki, hürmeti nasla sabittir.[8]
Dar’ül
Harb’te Faiz Değil, Fey Helâldir
İnsanlarda genellikle,
gayri İslâmî hükümetlerde faizin helâl olduğu yolunda garip bir kanı vardır ve
bu asıl meselenin anlaşılmasını engellemektedir. Yoksa, mesele hangi Kur’ân
yasasına dayanıyorsa, ona göre bir zamanlarda haram olan bir şeyin herhangi
bir zaman helâl olabileceğini söylemek tamamen yanlıştır. Gerçek şu ki, helâl
olan bir şey her zaman helâl olmuştur. Yüce Allah neye “helâlen tayyiben”
diyorsa, İmam-ı Azam رضي
الله عنه da ona “tayyıb” demektedir. Yoksa bir Müslüman, Kur’ân’ın
haram kıldığı bir şeyi kendi tasarrufuna göre veya kulaktan duyma rivayetlere dayanarak
helâl kılma hakkına nasıl sahip olabilir? Özellikle, nassa ilâveten zayıf bir
rivayete dayanılarak ters bir hareket yapılamaz. Bundan dolayıdır ki, İmam Ebû
Hanife, mevcut kanunun caiz olarak belirlediği yollarla elde edilen kazanç gibi
genel bir hükmün kapsamına giren
“Eğer o, onlardan (gayrimüslimler) kumar
yoluyla mal kazanırsa, bu kendisi için temiz ve tayyıb olacaktır.”
Faizden bu kadar söz
edilmesinin nedeni, herhalde, İmam Mekhûl (ki, kendisi muhadislere göre en
güvenilir rivayetçilerden biridir) dan naklolunan bir hadistir ki, bu meselenin
lehine sunulmaktadır:
Mekhûl’ün
Rasûlullah’tanصلي
الله عليه
وسلم
naklen kaydettiği bir
rivâyete göre Hz. Peygamber
صلي
الله عليه
وسلم buyurdular, bir harbî (gayrimüslim) ve bir Müslüman’ın arasında
faiz yoktur.” (Beyhaki)
İnsanlar bundan çeşitli
anlam çıkarırlar; oysa, salt sözlerden anlaşılan husus şudur: Bir Müslüman ile
gayri zimmi bir gayri müslim arasında yapılan faizli herhangi bir iş, faizli
olmayıp, Kur’ân’ın “ibahet kanununa” göre söz konusu mal bir Müslüman
için tayyıb ve helâldır.
Gerçek şu ki, İslâm şeriatı,
Kur’ân ve Hadis ile sahabelerin davranışı açısından öyle açık seçik bir kanundur
ki, bunu kimse inkâr edemez. Bazı kimseler, Mekhûl’ün hadisiyle ilgili hüccetin
olup olmadığını tartışırlar ve lehte bazı kanıtlar vermeye çalışırlar. Oysa, bu
gibi malların tayyıb ve helâl olduğuna dair Kur’ân-ı Kerim’in açık ibareleri
vardır. Nitekim, Allâme İbn Humam haklı olarak şöyle demiştir:
“Araştırmaların sonucuna göre Mekhûl’ün
rivayeti ortada olmasaydı bile böyle bir şeye açık izin verildiği anlaşılacaktı.”
(Fethu’l-Kadir, c.
Bidaye yazarı bu temele
dayanarak İmam Ebû Hanife-nin mezhebini çok doğru olarak şöyle yorumlamıştır:
“Ve bu temele dayanan şu mesele var ki, eğer
bir Müslüman veya bir zimmi, Dar-ül Harb’e (gayri İslâmî ülke) barış anlaşması
yaparak girmiş ve bir gayri müslim ile ribâ (faiz) anlaşması veya iş yapmış, ya
da islâmî kanun açısından fasit bir muamele yapmışsa, bu iş caiz olacaktır.”
(s.
Fey ve
“Phao” Deyimleri
Ve bundan dolayıdır ki,
gayri İslâmî hükümetlerde Müslümanların sahip oldukları tüm bu gelirlere
naçizane görüşüme göre “faiz”, “kumar” veya piyango geliri demek
yerine buna özgü olan “fey” adını verebiliriz. Bu da, herhangi bir savaş
veya “kitâl” olmaksızın başka milletlerden barışçı yollarla ve
kanunlara uyularak Müslümanlara geçen mal demektir.[10]Bence, Hintçe’de, bir
nebze kendisine benzeyen “phao” kelimesi vardır. Seçkin
Fey’i
İnkar Etmek Ulusal Bir Suçtur
Gerçek şu ki,
Müslümanların sermayedarları, benim fey veya “phao” dediğim bu helâl
hatta İmam Ebû Hanife’ye göre temiz ve tayyıb ve Kur’ân-ı Kerim’in de açıkça
temiz dediği bu geliri almayarak ulusal bir suç işlememekte ve ulusal intihara
girişmektedirler. Bankalarda Müslümanlara ait olup yatan milyonlarca liralık ”fey”in
kimin işine yaradığını bilmeyen var mıdır? Müslümanlar yanlış yolları izledikleri
için bu büyük meblağ Gayri-İslâmî kuvvetlere gidiyor. Hatta, öğrendiğimize göre
Müslümanların bu “fey” geliri, yine Müslümanların çocuklarını, kadınları
ve fakirlerini başka dinlere yöneltmek ve İslâm’dan uzaklaştırmak için kullanılmaktadır.
Yani açıkça İslâm dininden döndürülmektedirler. Bu kendi milletine ihanet etmek
değilse nedir?[12]
Vah vah Müslümanları arkadan bıçaklıyor. Buna kim izin vermiştir? Allahü Teâla
bunu görmemekte midir? Bu haberler, alemlerin rahmeti, son Peygamber’e صلي الله
عليه وسلم
ulaşmamakta mıdır? Bakın ey milletler,
Ümmet-i Muhammedin haline! Bakın, kendileri kuzey, güney, doğu ve batı’nın
insanları tarafından faiz ağına düşürülüp nasıl avlanıyor. Faiz ödeyin yahut
tarla, emlak, ev verin ya da Arabistan’ın Ümmi Peygamberinin صلي الله
عليه وسلم dergahını terk edin diyorlar. İşte görüyorsunuz, satranç tahtasında
ne biçim oyunlar oynanıyor.
Banka
Faizi
Gerçek şu ki, bankalar
çoğunlukla faiz yiyicilerin düzenli komitelerinin adıdır. Ancak Müslümanlar bu
gibi komitelerin idari yapısı veya yetkili personeli olmalarından alıkonmadığı
için bunun üyeliği söz konusu değildir. Şimdi sorun, insanlara faizle borç
veren bir şirket sorunudur. O halde, Müslümanlar bu temiz feyi almaktan niye
çekiniyorlar? Bu şirket ne yapar? Kimlere borç verir? Kimlerden faiz alır? Bu
onun kendi bileceği iştir ve yeni bir sözleşmesidir ki, bununla bir Müslüman’ın
banka yetkilileriyle yapmış olduğu anlaşmanın herhangi bir ilgisi yoktur. Daha
doğrusu, İslâm’ın yasalarıyla ters düşmeyen uluslararası yasalar göz önünde
bulundurularak bankalarla yapılan bütün muamelelerin doğru olduğu söylenebilir.[13]
Evet, ben daha önce
söylemiştim, şimdi de söylüyorum ve hep söyleyeceğim ki, bunu yapanlar vatanı
korumamaktadırlar. Ne vatandaşlara ne yoksullara ve ne de işçilere iyilik
yapmaktadırlar. Ama ne çare ki, vatanın bekçisi olan, vatandaşların güvenliği
ve bakımıyla görevli hükümet zaten bunları vatanın refahı ve kalkınma yolu
olarak görüyor ve bizzat vatandaşlar da bunu böyle anlıyorsa, Müslümanlar
vatan bağlılıklarını göstermek için kendi milletine isyan mı etsin?[14]Oysa vatan şöyle dursun,
ailevî haklar konusunda da millete isyan etmeleri ve ihanet etmeleri haramdır.
Kur’ân açıkça şunu demektedir:
“Size ne akrabanız ne de çocuklarınız (Allah’ın
azabına karşı) fayda vermez. Allah kıyamet günü aranızı ayıracaktır. Allah işlediğiniz
şeyleri görücüdür.”(El-Mümtehine:
Gayet tabii ki, bize
sabretme emri verilmiştir ve belli bir süreye kadar sabır bizim için iyidir.
Ancak, Kur’ân, sabretme telkiniyle beraber “mucazatun bil’misl” “aynısıyla
karşılık verme” nasihatında bulunmamış mıdır?
“Eğer size haksızlık yapılmışsa, siz de (
Ancak sabrın bir sınırı
vardır. Tahammülün bir sonu vardır. Sabrı telkin eden bize, “kendinizi
kendi elinizle helâk etmeyin” de demiştir. İstanbul’daki sur dibinde
yatmakta olan Hz. Ebû Eyüp Ensari’nin o müthiş tefsirini halk değilse, bazı âlimler
de bilmiyor mu?
Fey’
Almamak Vatana İhanettir
Hatta, bazı kimselere
göre bu fey’i almamak,
“Sizlerden biri kötü
bir şey gördüğünde onu kendi eliyle değiştirmeli; buna gücü yetmiyorsa, diliyle
değiştirmeli;buna da gücü yetmiyorsa, bunu kalbiyle yapsın ki, bu imanın en
zayıf derecesidir.” (Hadis)
Bütün hadis kitaplarını
okuyorsunuz; ama hiçbiriniz, zayıf iman dairesinden çıkma cesaretini
göstermiyor. Özellikle, gücünüz yettiğinde, hükümet de sizden yana iken ve vatandaşlar
da sizi desteklerken ne gibi mazeretiniz kalıyor? Başkalarının yüzüne tokat
atan biri, böyle bir şey kendisine de yapılmadığı sürece, sonucunu bilemez mi?[16] Böyle bir adama aynı şekilde
tokat atılmadığı sürece başka insanlara vurmaya devam mı edecektir?
Pek mümkündür ki, bugün
Müslümanların çektikleri acıyı başkaları da duyunca hükümet bu işe müdahale
eder ve bu işleri kanunen yasaklar. Eğer hükümet böyle yaparsa, ilk önce bu
kanuna uyulması için zorlanacak olan dünyaya daha yüksek ahlâk ve fazileti
göstermek amacıyla gönderilmiş olan Peygamber صلي
الله عليه
وسلم
ümmeti olacaktır: “Biz Müslümanlar, her şeyden önce
iyi ve güzel ahlâk sahipleriyiz” Eğer biz mevcut kanuna aykırı
hareket edersek dinimizin suçlusu olacağız. Eğer hükümet te bir şey yapmazsa,
Müslümanların çektiği acıyı başkaları da duyunca, vatandaşların ağızından
mermi gibi çıkan sözlere, kalemşorların kalemlerinden çıkanlara kahkaha ile
gülmeye devam edeceklerini mi sanıyorsunuz?[17] Eğer onlar bizimle ilerde
bu muamelelere son vermek üzere bir anlaşma imzalasa, Müslümanlara, Allahları şuna
izin vermemiş midir?
“Sizinle din hususunda muharebe etmeyen ve
sizi diyarınızdan çıkarmayanlara iyilik ve ihsan etmekten, onlara adaletle muamele
etmekten Allah sizi menetmez. Allah adalet yapanları sever” (El-Mümtehine:
Bu gibi anlaşmaları
imzalayan ilk ümmet, bütün dünya insanları için hayırlı olarak gösterilen ümmet
olacaktır. Biz hem içimizden bu muameleleri kötü sayacağız, hem dilimiz döndüğü
kadar bunda ısrar edeceğiz ve de hükümetin de ve vatandaşların da dikkatini
buna çekeceğiz. Bugüne kadar söylediğimiz gibi, bundan sonra da bunu söyleyeceğiz
ve daha gür bir sesle söyleyeceğiz: Bizi yurdumuzdan ve yuvamızdan çıkarmak
için ne kadar ısrar ederseniz edin, biz sizin için hep iyi düşüneceğiz ve sizin
için hayırlı şeyler dileyeceğiz. Ve bu iyilikseverliğin bir parçası olarak
elimizle de “nehy’i an’el münker” (kötü şeylerden menetmek) ve “emr’i
bi’lmarûf” (iyi ve bilinen şeylere emretmek) hususundaki semavî görevi
yerine getireceğiz, ta ki, vatandaşların hepsi ve komşularımız bunun kötülüğü
ve zararı üzerine ittifak edinceye kadar. Kırık kalpler işte böyle bir araya
gelecek ve bir gün inşaallah birleşeceklerdir.
İslâmi
Hükümetler ve Devletlerle İlgili Hüküm
Meseleyi bitirmeden
önce, değinilmeyen birkaç nokta daha kalmıştır. Onları niye bırakalım? İslâmî
yasalar bize her koşulda yol göstermeye ve yardım etmeye hazırken, şer’î
kanunun herhangi bir sebepten yürürlükten kaldırmış olduğu İslâm devletleriyle
ilgili emirlerin ne olduğuna niçin bak-mıyoruz? Oranın hükümdarları, hakimleri[18] ve yöneticileri nasıl
olsa Müslüman’dır. Şami’de bu hususta bir fetva yer almaktadır. Deniliyor ki:
“Eğer bir ülkede oranın hükümdar veya yöneticileri İslâmî yasaları uygulamak
gücüne sahip olmalarına rağmen uygulamıyorlarsa, o yine Dar-ül İslâm sayılacaktır.”
“Bundan anlaşılıyor ki, Cebel-i Duruz
olarak da adlandırılan Suriye’deki Cebel-i Teymullah bölgesi ve buna bağlı diğer
bütün şehirler Dar-ül İslâm’dır. Zira, orada Dürzilerin veya Hıristiyanların
kanunu geçerlidir ve onların hakim ve savcıları da onların dinindendir. Onların
bazısı Müslümanlara ve İslâm’a alenen söverler. Ancak İslâm Devletine bağlı
oldukları ve bölgeleri her yönden İslâm ülkesiyle kuşatılmış için Müslüman
hakim veya yönetici isterse orada bizim kanunlarımızı (yani İslâmî yasayı)
uygulayabilir.” (Şami, s.
Bu demektir ki, hangi ülkelerde Müslüman hükümdar veya
yöneticiler niyet ve iradelerine rağmen İslâmî yasaları uygulayamıyorsa, onlar
Dar-ül İslâm olarak kalamaz.[19] “Vallahü a’lam’u
bis’savâb” (En doğrusunu en iyi Allah bilir).
Bu tür gayri-İslâmî
ülkelerde cuma, bayram v.s. namazlarının nasıl düzenlenmesi gerektiği sorusuna
gelince, Şami’de bununla ilgili olarak şöyle yazılmıştır:
“Hangi şehrin yöneticisi kâfirlerin izniyle
göreve gelmişse, onun tarafından Cuma ve Bayram namazlarının kıldırılması,
haraç toplanması, mahkeme kâdılarının atanması, ayrıca, dulların
evlendirilmesi caizdir.” (Cami’ el-fusulin, s.
Ancak Müslüman olmayan
bir ülkede gayri-İslâmî hükümetin atamış olduğu herhangi bir baş yönetici
yoksa, onunla ilgili hüküm şöyledir.
“Yöneticileri kâfir olan bir ülkede
Müslümanların kendi cuma ve bayram namazlarını kıldırmaları ve aralarında danışarak
kâdı atamaları caizdir; ancak Müslüman bir baş yönetici aramaları vâciptir.”
(Cami’ el-fusulin, s.
Bundan şu da anlaşıldı
ki, “Kâmil din” hangi konularda Müslümanlar şer’î meselelere ve
mahkemelere başvurmak istiyorsa, onlarla ilgili olarak Müslüman olmayan ülkelerde
onların ne gibi hareket etmeleri gerektiğini belirlemiştir. Ve herhalde, bu ayrıntılardan
sonra, çağımızdaki Müslüman ve Müslüman olmayan ülkelerle ilgili hükümler de açıklık
kazanmış oluyor.
(Mevlana Gilanî yukarıdaki makalenin yayınlamasından
sonra ilim çevreleri tarafından yapılan itirazlar üzerine kendisi aşağıdaki yazıyı
kaleme almıştır.-derleyen).
“Ve eğer bu muamele Dar-ül Harb’te
(Müslüman olmayan ülke) barış ve güven anlaşmasıyla oturmakta olan veya esir
olan iki Müslüman arasında yapılmışsa, bu tamamen bâtıl ve merdûddur.
Zira ikisi de her yerde İslâm yasalarına uymakla yükümlüdür.[20]” (Siyer-i Kebir, c.
Bir esir için fıkıh açısından
cezaevinde olması illâ gerekmiyor; aksine, bir ülkeden başka bir ülkeye izinsiz
veya pasaportsuz giremeyen herkes esir veya mahkumdur.[21]
İlk nokta konusunda ben
Hindistanlı birçok ulemâ, araştırmacı ve takvâ sahibinin görüş birliği içinde
olduğunu gördüm. İkincisiyle ilgili olarak kendilerine pek danışmadığım doğrudur.
Sizin bahsettiğiniz isimlerin çoğu bendenizin hoca veya büyükleridir. Ben
“Allah, size, ele
geçireceğiniz bir çok ganimetleri söz verdi.” (El-Fetih:
Bunun anlamı,
Müslümanların bu malları satın almaları mıdır, yahut verâset olarak almaları mıdır,
veya onlara biri hibe mi edecektir? Ayrıca, zorla değil parasız ve zor kullanılmadan
alınan mallarla ilgili de açıklama vardır ki, şöyledir:
“Allah’ın kendi peygamberlerine onlardan
(alıp verdiği) ganimete karşı siz ne at sürdünüz, ne deve yürüttünüz. Ama
Allah, peygamberlerini dilediği kimselerin üzerine gönderip O’na üstünlük sağlar.”
(El-Haşr:
Bu şey
“Allah, iki gruptan birinin size sizin
olacağını va’dde bulunduğu zaman.”
(El-Enfal:
Kim bilmez ki, bu
taifelerden
biri
ticaret kafilesiydi; vaat de bulunulan buydu. Ve ne vaat edilmiştir? (O sizin
içindir). Müslümanlara onlar nasıl vaat edilmişti? Bey’ veya satışla mı
yoksa; ticaret, hibe,verâset, hediye,
“Vallahi, Kureyş’in bir kafilesinin
Suriye’ye doğru gitmekte olduğunu öğrenince yolunu keser ve kafiledekileri
katledip mallarını gasp ederdiler.”
Bundan daha çok açıklamaya
gerek var mıdır? Kur’ân-ı Kerim’de
“Ondan yasaklandıkları halde faiz almaları
ve insanları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri nedeniyledir.” (En-Nisa:
Şimdi, kendilerine
ganimet malları haram olan Yahudilere, faiz niçin helâl olsun?[24] Ve bu da, onların
Bunda malların asıl
sahiplerine geri verildiği belirtilmemiş,
Ribâ kanununun ne zaman
çıktığı tartışılır.Faizi kat kat yemeyiniz ayeti çok önceden inmişti “Faizi
kat kat artırarak yemeyiniz” (Al-i İmran:
Bu demektir ki, Dar-ül İslâm’da
bu kanun hicrî
Gayet tabii ki, ribâ
anlaşmasının metniyle faiz alma hakkına sahip olan biri faiz yiyici sayılıyorsa,
tanınmış haklar neden kaldırılıyor biçiminde bir itiraz yapılabilirdi. Ne var
ki, meselenin temeli ribâ hakkının doğması üzerinde değildir; ibahet emri devam
edecektir. Ülke bir İslâm devleti haline gelirse, gayri masûm, masûm olacaktır.
O zaman bu masûma nasıl gayri masûm diyebiliriz?[28] Ve bundan dolayıdır ki,
Necrân sakinleri İslâmî hükümete tabi olduklarını açıkladıktan sonra onlara bu
faizli işlere son verme emri verildi. Çünkü güvenlikleri güvence altına alınınca
malları da masûm olmuştu.
Şimdi, bazı kimseler,
sahabilerin gayri müslimlerle ribâ ile ilgili bazı özel işler yaptıklarına dair
bazı kanıtların bulunup bulunmadığını sormaktadır. İmam Muhammed bu sorulara
cevap vermek üzere “Siyer-i Kebir’de” Hz. Abbas’ın رضي الله
عنه
örneğini vermiş ve kendisinin, Mekke fethinden önce bu işler
için Medine’den o zaman henüz Dar-ül İslâm olmayan Mekke’ye gittiğini yazmıştır.[29] Aynı şekilde, Hz. Ebû Bekir’in
رضي الله
عنه ribâ değilse
de, kumar işleri yaptığı ve Bedir savaşından önce gelirleri aldığı hadislerden
sabittir. Bu fiilinin[30] meysir ve kumar’ın inişinden
önceye ait olduğunu söylemek çok zordur. Zirâ, İran’ın Bizanslılara yenilme
günleri Kureyşli kâfirlerin Müslümanlara mağlup olma dönemine rastlıyordu. Bu
muamelede Hz. Ebû Bekr’in عنه
رضي
الله
karşı tarafı, Bedir’de ölen Ümeyye bin Halef’ti. Bahis
Mekhûl’e göre Hz.
Peygamber’in صلي
الله عليه
وسلم
şöyle buyurduğu naklolunur: “Bir Müslüman ile bir
harbî arasında ribâ yoktur.”
Bu rivayetin “mürsel”
olduğunu kabul ediyorum, ancak sahabilerden örnek aramakta olanlar için bu tatmin
edici bir rivayet değil midir? Çok tuhaftır, İbn Saad veya İsabe’den herhangi
bir örnek verildiğinde buna insanlar çok değer veriyor. Ama İmam Ebû Hanife
bir merfu’ mürsel hadisi sunduğu zaman buna “mürsel” deyip bir yana bırakıyorlar.
Bu rivayet ile ilgili şu da deniliyor ki, bu haber-i vâhiddir ve bundan nassın
hükmünü çıkarmak caiz değildir. Ancak en azından nass bununla doğrulanmıyor
mu? Bu, sahabilerden naklolunan bir örnek kadar değer taşımıyor mu? Herhalde,
bu ayrıntılardan sonra bu
Bunun yanı sıra, Şâh
Abdülaziz fetvalarında bir çok yerde bununla ilgili açık fetvalar vermiştir. Eğer
onun fetvalarına da itiraz edilirse, Hindistan’da hadisler mahfûz kalabilir
mi? Cemiyet-ül Ulema’nın gazetesi, “El-Cemiyet”te de bu fetva yayınlanmıştır.
Dar’ül Ulûm, Devbend’in müftüsü her ne sebepten olursa olsun, banka faizlerinin
alınmasına dair fetva vermiştir. Kim haram mal alıp
Ama doğrusunu
isterseniz, ben şahsen, sizin belirttiğiniz şüphe yüzünden bunu kaleme almak
konusunda mütereddid idim. Sonra, bilemiyorum, hangi haksız zulümlerden sonra
sabrım taştı. Müslümanlar yakıldı, soyuldu, evsiz barksız kaldı ve hala yapılmaktadır.[31] Ben bunları görünce
kendimi zaptedemedim. Başka bir çare görülmü-yordu. Malî savunma veya malî saldırı
şekli önümde idi, sunulu ve bu nedenle, ben buna fey dedim. Zira Şami’de şöyle
bir ifade vardır:
“Ve onlardan savaşsız veya onları yenmeksizin
sulh malı gibi ne alınırsa o ne ganimettir ne de fey; ama bununla ilgili
hüküm, fey hükmüdür.” (s.
Şimdi, fey hükmünde,
yani kapsamında olan bir şeye mecazen fey demenin ne sakıncası vardır? Ve izin
verilirse, şunu arz edeyim ki, “zina” ihtimâli nedeniyle nikahı terk
etme fetvası verilebilir mi? Ve eğer Müslümanlarda daha sonraki dönemlerde
kavgalar başladıysa, bunlar kital kanununun bir sonucu muydu? Bu gibi ihtimal
ve tehlikeler gerçekten var mıdır?
Ancak bununla birlikte
ben, hükümetin sona ermesinden sonra ufak ufak meseleler için küfr fetvası
veren, nikahın feshi ve evlatlara gerek olmadığına ilişkin hüküm veren cahil
hocalardan korkuyorum. Bu işler böyle giderse pek mümkündür ki, her Müslüman
başka bir Müslüman’ı kâfir ilan edecektir ve sonra, birbirine küfr etiketi yapıştırmaya
çalışanlar aralarında öyle muamelelere başlayacaklardır ki, sonu kesinlikle
cehennem azabı olacaktır. Keşke, bu mollalar bu çirkin hareketlerinden
vazgeçse. Çünkü herkes kendi niyetinden ve yaptıklarından kendi sorumludur:
“Herkes için niyeti önemlidir. Nitekim, kim
Allah’a ve Resûl’e hicret niyeti ettiyse ve kim dünya nimetleri için hicret
niyeti ettiyse ve kim bir kadın için hicret niyeti ettiyse, onların her
birinin hicreti, niyet ettiği şeye olacaktır.”
Bakarsanız, namaz da
Cehennemin anahtarı oluverir. Ve insanlar gelişigüzel fetva verip birbirinin
boynunu uçurmaya başlarsa, cihad’ın hürmetiyle ilgili kanun çıkarmak doğru mu
olacaktır?
Bir şüphe de şudur: Bazı
tasarruf bankalarında değil, ama genel bankalarda ve kooperatiflerde yönetici
ve sahiplerin isimleri arasında Müslümanlarınkine de rastlanmaktadır. Bu
durumda ne olacak? İnsanların alışveriş yaptığı banka personelinin çoğu
genellikle gayri müslim olduğu doğrudur. Ama onların sahipleri arasında Müslümanlar
da bulunuyorsa, o zaman ne yapmalıyız?
Keşke, ulema biraz kafa
yorsa. Örneğin, fakihler, “Mesele-yi Cevâiz-üs Selatin”de neler yazmışlardır?
Neyse, bunda benim bir çıkarım yoktur. Amacım
“Öyleyse kim size saldırırsa, onun saldırdığı
gibi siz de ona saldırın.” (El-Bakara:
Benim diyeceğim
“Onların mallarının ve çocuklarının
(bolluğu) seni imrendirmesin. Allah bunlarla dünya hayatında onla azap etmek ve
kâfir oldukları halde canlarının çıkmasını istiyor.” (Et-Tevbe:
Ve şimdi de, biz
Müslümanlar için bu emirde güç ve etki vardır. Biz ümmet fertleri şöyle dursun,
efendimiz ve önderimiz Hz. Peygamber’e
صلي
الله عليه
وسلمbile şöyle emredilmiştir:
“Ve kendi gözlerini, benim dünya hayatının
çiçekleri olan eşler verdiğim kimselere yükseltme. Ben onları bunlarla sınıyorum.
Rabbinin rızkı senin için daha iyi ve kalıcıdır.”
Bugün Avrupa’nın tanrılarına
bakıp, “bizim de böyle ilâhlarımız olmalı” diye bangır bangır bağıranlara
hatırlatmayalım mı ki, ümmeti için ağladığınız zât yemin ederek buyurmuştur:
“Allah’a and olsun
ki, ben sizin için fakirlik korkmuyorum.
Ancak dünyanın sizden öncekilere olduğu gibi geniş nimetler sunup ta sizlerin
de onun için onlar gibi birbirinizle rekabet etmenizden ve yine onlar gibi sizi
oyalamasından korkarım.” (Buhari)
Siz diyorsunuz ki,
Müslümanlarda para yoktur, altın yoktur, iyi ceketler yoktur, güzel elbiseler
yoktur, şu yoktur, bu yoktur. Ama, Müslümanlar kiminse, bakın o ne demiştir: “Aptallar,
siz cahillersiniz”. Bûhari’de şöyle buyurduğu anlatılmıştır:
“İster altın sikke sahipleri, ister gümüş
sikke sahipleri, ister dantelli elbiseliler veya kara cübbeliler olsun bunlara
taparcasına önem verenlerin hepsi düştü ve helâk oldu.”
Siz diyorsunuz ki,
millet iflas etmiş, ölmüş, batmıştır. Oysa, bu millet kime aitse o diyor ki, asıl
ölenler ve yok olanlar dirhem ve dinar hesabını yapanlardı. Siz şimdi bana
söyleyin, Müslümanlar ne yapsın? Kimi dinlesin? Vallahi, gençek şu ki, yoksul
olduğu ve iflas ettiği söylenen bu milletin sermayedârları faiz yedikçe yemiş
ve
“Eğer insanoğlunda iki vâdi mal varsa,
üçüncüsünü isterdi ve ademoğlunun karnını (ikinci bir rivayette gözünü)
topraktan başka bir şey dolduramaz.” (Buhâri)
Vallahi, Müslümanlar
için bundan
“Ey Allahım ahiret hayatından başka bir hayat
yoktur.”
(Tercüman’ül Kur’ân, Şaban
[1] İslâm
fakihlerinin bu fetvası, denizlerde korsanların kol gezdiği
ve İslâmî hükümetin, deniz yollarına hakim olabilecek kadar güçlü olmadığı
döneme aittir. Bunu genel emir veya daimi bir hüküm olarak görmek yanlıştır. Bugün
eğer bir İslâm Devleti, diyelim ki, İngilizler gibi okyanuslara hükmediyorsa,
o suların darül harp olduğuna karar veremeyiz. (Mevdudi)
[2]
Dikkat buyurulursa, bundan böyle ben “Gayri
Müslîm” veya Müslüman olmayanlardan, İslâmiyetin dışındakileri ve
herhangi bir İslâmi hükümetin onların
can ve mallarını koruma sorumluluğunu üstlenmediği kimseleri kastediyorum
(Gilâni)
[3] Beraat
ve savaşla ilgili emrin “kitâli” ve “musâfih” olan gayrimüslimlerle
sınırlı olduğu, Müslümanlarla savaşmayan gayrimüslimler için ise bunun geçerli
olmadığını düşünmek Kur’ân ve Hadis’ten habersiz olmanın sonucudur. Allahü
Teâla, “ye’dikum ihda ettaifetin” “iki gruptan birini size vaat ediyor” gayrimüsâfih
tüccar kafilesiyle ilgili söz vermiş miydi? Sahabelerin niyeti de buydu. Eğer
bunu yapmak haram idiyse, Kur’ân bununla ilgili uyarıda bulunmalıydı. Hudeybiye
Anlaşmasıyla ilgili olarak da, Ebû Basir adlı sahabi ve arkadaşları
ولانعلم
احدا من
الفقهاء يحظر
(يمنع) قتال من اعتزل
قتالنا من
المشركين
Mevdûdî’nin Notu:
Burada Mevlana Gilanî büyük bir hataya düşmüştür. Kendisi “muharib”
(savaşan) ve gayrimuharib (savaşmayan) taraflar arasındaki farkı göz
ardı etmiştir. “Muharib”, Müslümanlarla savaşmakta olan bir millettir.
Böyle bir milletin bir ferdi ister onunla aramızda bir anlaşma olsun veya
olmasın, malı mubahtır. Biz bunların ticaret kafilelerini esir alabiliriz. Bu
milletin bireylerinin elimize geçmesi halinde, onları yakalayabilir ve mallarına
el koyabiliriz. Mevlana Gilaninin verdiği örneklerin hepsi bu türdendir. Ancak
bizimle savaş halinde olmayan bir milletin malları, ister onunla aramızda bir
anlaşma olsun veya olmasın, bizim için mubah değildir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle
buyurulmuştur:
“Sizinle
din hususunda muharebe etmeyen ve sizi diyarınızdan çıkarmayanlara iyilik ve
ihsan etmekten, onlara adaletle muamele etmekten Allah sizi menetmez.”
(El-Mümtehine:
[4]
Eğer Mevlana Manazır Hasan Gilani’nin
bu hukuki yorumunu kabul edersek, bu demektir ki, eğer Hindistan’da bir gayri
müslimin malını gasp eden, çalan veya rüşvet ve hıyanetle alan bir Müslüman
[5]
“Dar-ül Harb”ten kasıt,
Müslümanlarla savaşmakta olan, kendisiyle İslâmî hükümetin herhangi bir
anlaşması olmayan ve oraya İslâm devletininin Müslüman reayasının (fertlerinin)
savaş halindeyken düşmanca olmayan işler ve ticaret için gittiği bir ülkedir.
Hanefî mezhebinin bu maddesi, bir Müslüman topluluğunun, reaya olarak yaşadığı
ve kendi imkanlarına göre kendi medeni kanununu uygulama hakkına sahip olduğu
bir Dar-ül Küfr’e tatbik edilemez. Mevlana Gilani’nin görüşündeki temel
yanlışlık şudur ki, kendisi her gayri zimmi kâfiri “düşman” ve her gayri
müslim beldeyi bir “düşman ülke” zannediyor. Bu, İslâm’ın, Devletler
Hukukunun tamamen yanlış yorumudur. Bir gayri müslimin malı ve kanı,
[6]
Buradaki genelleme dikkate değerdir.
İmam Muhammed’in böyle yazdığı doğrudur. Ancak bu, kayıtsız şartsız kabul
edilemez. Ayrıca, bir Müslüman’ın Dar-ül Harb’e gidip içki satışına başlaması,
yahut bir genelev açması, ya da, Müslüman bir kadının fahişeliğe başlaması da
caiz olamaz. (Mevdûdî)
[7]
Böyle bir şey galiba, İmam Ebû Hanife
Hz.’lerinin aklına da gelmemişti ki, düşman bir ülkeye eman sözüyle varıp
faaliyet gösteren Müslüman tüccar ve ziyaretçiler ile ilgili olarak açıkladığı
kanun hükmünün, gayri İslâmî sömürgelerde ve topraklarda daimi ikamet etmekte
olan ve gayri müslim bir hükümetin yönetiminde hiç olmasa, İslâm’ın ekonomik ve
medeni kanunlarına göre yaşayabilme özgürlüğüne sahip olan on milyonlarca Müslüman’a
uygulanabilecektir. İmam Hz.’lerinin beyan etmiş olduğu kanun sadece, bir
Müslüman’ın ticaret veya iş amacıyla can güvenliği güvencesiyle gittiği Dar-ül
Harb (savaş halindeki bir ülke) ile ilgilidir. Onun anlatmak istediği, gayri
müslim bir hükümetin yönetiminde daimi ikamet ettikleri bir ülkede
Müslümanların, İslâm’ın ekonomik ve malî yasalara uymaları gerekmediği veya
malî açıdan, İslâm’ın yasaklamış olduğu ve haram kıldığı her şeyi yapabileceği
kesinlikle değildi. Böyle bir yerde, Müslümanların mümkün olduğu kadar
[8] Tirmizi’de
yapılan açıklamaya göre bu bahis, “tahrim-i
rihan”
(yani, bahsin haram kılınması) ile ilgili emrin gelmesinden önce oynanmıştı.
Tefsir-i İbn Cerir’de böyle bir açıklama yer almıştır. Ayrıca, Tefsir-i
Beydavi’de şu sözlere rastlanmaktadır: Hz. Ebû Bekr
رضي
الله عنه bu bahiste kazandığı malı Ubeyy bin Halef’in
رضي
الله عنه mirasçılarından alıp Rasûlullah
صلي
الله عليه
وسلم’a teslim etti. Rasûlullah
صلي
الله عليه
وسلمbunun
[9]
Hanefi fıkhında savaş halinde olduğumuz
bir ülke (darülharp) ile ilgili yer alan hüküm ve yasal noktaları Hindistan’a
göre yorumlamak ve buranın şartlarına uygulamak suretiyle Mevlana Gilanî büyük
bir yanlışlık yapmaktadır. Ona kalırsa, Hindistan’da kumar, piyango ve at
yarışı gibi şans oyunlarıyla Müslümanlar büyük paralar kazanabilir. Çünkü onlar
için bu temiz bir gelirdir. Bu fetvayı kabul edersek ekonomik açıdan
Müslümanlar ile gayri müslimler arasında herhangi bir fark kalmayacak ve
ekonomik yaşantıları bakımından tüm Hintli Müslümanlar, gayri müslim
olacaktır. Mevlana’nın esas hatası, bir İslâm devletinin, sorumluluğunu
üstlenmiş olduğu her gayri müslimin malını mubah saymasıdır. Kur’ân ve
Hadis’in herhangi bir hükmü bu yönde değildir. İkiinci hatası, aslında İslâmî
terim açısından Dar-ül Harb olmayan bir Dar-ül Küfr’ü, Dar-ül Harb saymasıdır.
Bu
[10]
Şami’de şöyle denilmiştir: “Ve
onlardan herhangi bir savaş veya zor olmaksızın alınan şeyler, yani haraç veya
barış malı gibi, bu ne fey ne de ganimettir, aksine bunun için “fey” emri
(hükmü) uygulanır.” (s.
Fethu’l-Kadir’de şöyle
buyurulmuştur: “Bu iktisâb-ı mübah olanlardandır, örneğin, odun toplamak ve
balık tutmak gibi.”
Fey’in tanımı, “Sübül
el-selam”da şöyle yapılmıştır: “Müslümanlara, kâfir-lerin mallarından
savaş veya cihat olmaksızın geçen mal”
Ve Kur’ân-ı Kerim’de Benî
El-Nazir topraklarıyla ilgili şu sözlere rastlamak-tayız: “Üzerinde ne atlar
nede develerle gitmediğiniz ve uğraşmadığınız (topraklar).
Tüm hadis kitaplarında bu
fey geliriyle, Ehl-i Beyt’in kişisel masraflarının karşılandığı kaydedilmiştir.
(Gilani)
[11] Kur’ân-ı Kerim’in dilinde “fey”
[12]
Titiz
ulemâ, faizli paranın bankaya bırakılmasının kafirlerin gücüne güç katacağı
düşüncesiyle faizin bankadan alınıp fakir Müslümanlara
[13] Banka faizleriyle ilgili bir kerahet sorunu da şudur ki, bankaya
emanet olarak yatırdığımız paraları banka yöneticileri ve yetkilileri diğer
işlerin yanı sıra faizli borç işlerine de yatırıyor ve kimlere bu faizli borç
veriliyorsa, onlarda Müslümanlar ve gayrimüslim hepsi yer alıyor. Bu şekilde,
bizim bankadan tahsil ettiğimiz faiz
[14] Burada aslında vatana bağlılık veya millete ihanet gibi bir sorun
kesinlikle yoktur. İman sahipleri
[15] Zehiri alıp bir kenara atmak elbette ki, yardımseverliktir; ama
zehiri başka-sından alıp ta iksir sanarak kendi içmek ne yardımseverliktir ne
de akıllılık. (Mevdûdi)
[16] Hindu, Yahudi ve Hıristiyan hepsi birbirinin yüzüne tokat atmaktadır
ve bu işi yüzyıllardan beri yapmaktadırlar. Ne var ki, tokadın acısını
duymalarına rağmen sonuç ve etkilerini anlamaktan âcizdirler. O halde,
Müslümanların bazı hafif tokatların, onları (Hindu, Yahudi ve Hıristiyanları)
bu suçu işlemekten vazgeçecekleri kadar uyarabileceğini nasıl umabiliriz?
Mevlana Gilanî herhalde sanıyor ki, faiz verenler
[17] Vallahi, onların kahkahaları o zaman da durmayacaktır, hatta, bir
kahkaha daha atacaklardır ve diyeceklerdir ki, ekonomik ve malî konularda
İslâm’ın kurallarının uygulanamayacağı bir kez daha kanıtlanmıştır ve faizin
pratik hayatımızda yasaklanması mümkün değildir. Nasıl ki, boşanma, verâset ve
nikah gibi konularda onların dini yasalarındaki değişikliğe itiraz ettiğimiz
gibi, onlar da İslâm’ın “zaaf”ını dünyaya anlatmaya çalışacak ve sizin
değişik tavrınızı örnek olarak göstereceklerdir.(Mevdûdi)
[18] “Emr’i bi’lmaruf ve nehy’i an’il münker’in bu çok garip yöntemidir
ki, başkalarını menettiğimiz kötülüğe kendimiz müptela olalım. Bu tıpkı şöyledir.
Bir kişi içki içip kavga ediyor ve içki içmemekle ilgili nasihatleri bir tarafa
atıyor ve biz ona inat kendimiz içki içiyoruz, olay çıkarıyoruz ve kavga
ediyoruz ve kendisine diyoruz ki: “Bak, içince böyle hayvanlaşıyorsun ve
başkalarını rahatsız ediyorsun. Şimdi bize söz vereceksin, bundan sonra içki
içmek yok. Yoksa, biz de senin gibi içip senden daha çok gürültü çıkaracağız.”
Böyle bir nasihat şekli içki içmeme anlaşması için yararlı olmayabilir. Ancak
akşamcılar meyhanenin kapısında âbid ve dindar bir kişiyi görünce şöyle bir
nara atabilirler: “Meyhanecilerin arasına şeyhin gelişi mübarek olsun.”
(Mevdûdi).
[19] Mevlana Gilanî herhalde, demek istiyor ki, Hindistan’daki Müslüman
Devletçikler de Dar-ül Harb kapsamına giriyor ve gayrimüslim reayaları da, malları
mübah olan “harbî”dir. Oysa, böyle bir içtihadın en azından Hanefî fıkhında
hiçbir yeri yoktur. Bu hususta fakihlerin açıklamalarına bakılabilir. El-Muhtar
et’Tahtavi’nin zeylinde, Fetava Bezzaziye’de: “Bir yerle ilgili olarak eğer
tüm şartlar mevcut bulunursa orası darülharp olur deliller ve şartlar yetersiz
olursa olduğu gibi bırakılır ya da ihtiyati olarak darüleslam olduğuna dair
hüküm tercih edilir.” ve Hazane’t’ül Muftîn’de buna dair açık emirler
vardır. Bu açıklamalardan sonra kim Hayderabad, Bhupal ve Junagadh devletçiklerinin
Dar-ül Harb ve gayrimüslim reayasının “harbî” olduğunu söyleyebilir?
Fıkh-i İslâmî’de Dar-ül Harb’ın, Dar-ül İbahe’nin (Bazı haramların mubah olabildiği
yer/ülke) ikinci adı olduğunu ve burada İslâmî yasaların çoğunun geçici olarak
gevşetildiğini herhalde, Mevlana Gilanî bilmektedir. Eğer bu geçici mubahlar
kalıcı hale getirilirse, Müslümanların Müslüman kalması mümkün değildir.
Örneğin, Lord Wolsely’nin önerdiği ittifaka Hayderabad’ın katılmasına İslâm
uleması bunun Dar-ül Harb ve aynı zamanda Dar-ül İbahe olduğunu ilan
etmişlerdir. Eğer bu gerçekleşseydi
[20] Bundan
“Dar’ül Harb’te Müslüman olan bir kişi
oradan hicret etmese Harbîler gibidir. Çünkü onun malı Ebû Hanife’nin
mezhebine göre masum değildir. Müslüman’ın onunla beraber faiz yapması caizdir.”
(Cilt
Böylece, Mevlana Gilani’nin yorumuna göre eğer Hindistan bir
Dar-ül Harb ise Serhad’ın patanlarının Hindistan’da
[21] Eğer esirin tanımı
“Esiri eğer kendi arzularıyla serbest bırakırlarsa başkalarına
tecavüzü mubah olur. Çünkü, o gayri müstemen bir kişidir. O da hırsızlık gibidir.
Öyle birinin kadınlara tecavüz hariç kişileri öldürmek ve hırsızlık gibi işleri
yapması caizdir.” (Cilt,
Eğer kanunun amaçları bir yana bırakılarak
[22] Mevlana Gilanî’nin bu açıklamasından öyle anlaşılıyor ki, kana
saygı, mal kazanmada haram ile helâl arasındaki ayırım ve faizin hürmeti güya
hepsi Müslümanlara mahsustur. İslâm’ın dışında gayrimüslim insanların kanının
ne bir değeri vardır, ne de onlarla malî işlerde helâl ile haram farkına riayet
gerekmektedir. Bence, İslâmî yasaların bundan daha yanlış ve kötü yorumu olamaz.
Kur’ân-ı Kerim’de açıkça buyurulduğu gibi:
“Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere
öldürmeyin..” (En’âm:
Her insanın canı hürmete layıktır. Helâl
olabilmesinin tek yolu, ona dair bir haklılık isnad etmektir. Cihad’da bu
haram, tıpkı kısasta bir Müslüman’ın haram kanının helâl olduğu gibi, “hak”
için helâl oluverir. Eğer İslâm usûlen kâfir-i gayri zimmi’yi “harbî”
ilan etmişse, bu demek değildir ki, her Müslüman, imam ve cemaatten ayrılıp
istediği zaman her gayri zimmi kâfir üzerine “hak” iddia ederek onu
soysun veya katletsin. İş bu raddeye gelirse, bir Müslüman ile bir anarşist
arasında ne fark kalır? Gerçek şu ki, İslâmiyet bu tür mal kazanma ve harcama
yollarını kesinlikle haram kılmıştır. Ve bunlar böyle kabul edilmelidir. Bir
Müslüman’dan mal almanın hangi türü haramsa, bir kâfirden o tür almak helâl
olamaz. (…Birbirinizin mallarını haksız yere yemeyiniz…) Bu emirlerden hangisi
[23] Bu savaş halindeki bir milletin ticaret kafilesiydi. Gerçi bu kafile
fiilen savaşa katılmıyordu. Fakat savaş yasasına göre düşmanın ticaretini
engellemek, ticarî gemi veya kafilelerinin yollarını kesmek, onlara el koymak
ve mallarını zaptetmek tamamen caizdir. Mevlana Gilanî, Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in kendi döneminde, savaş hali yokken gayri zimmi kâfirlerin
mallarını mubah kıldığı ve Müslüman’ın istediği gayri zimmiyi soyabileceğine
dair bir emir verdiğini söyleyebilir mi? (Mevdûdî)
[24] Yahudiler için ganimetin helâl olup olmadığını bilmiyoruz, ancak
fey’in helâl olduğunu biliyoruz. Kur’ân, onlara Yüce Allah’ın bütün bir
memleket verme vaadinde bulunduğunu ispatlamaktadır. Gayet tabii ki o
memleketin tüm malları onlar için feydi, yoksa vaat edilen toprakların
mallarının Yahudiler tarafından zapt edilmesinin nasıl caiz olduğu bize
anlatılsın. Yani bey’ (satma) ve şira’ (satın alma) ile mi? Çünkü bu ne hibe,
ne sadaka ne de hediye idi. (Mevdûdi)
[25] Bunu ispatlamaya ne gerek vardır? Kur’ân’da kesinlikle “emval-ün
nâs” (insanların malları) ifadesi
kullanılmıştır. Bizzat sizin beyan ettiğiniz kural yani, “emvaluhum beynehum”
(kendi aralarında birbirlerinin mallarını)
denmediği için, demektir ki, o Yahudiler ve
diğer milletler hepsi bugün olduğu gibi, faiz yiyiyordu. (Mevdûdi)
[26] Bundan
[27] Hz. Abbas’ın, İslâmîyeti kabul ettikten sonra Mekke’ye döndüğü ve
Müslüman olduktan sonra faizli işler yaptığına ilişkin ayrıntıları Hz.
Peygamberin
صلي
الله عليه
وسلم
‘in
bilmediğini hepimiz biliyoruz
(Bkz. Mebsût, Sarahsi, c.
[28] Kur’ân’ın emriyle ilgili bu yorum doğru değildir. İbahet meselesinin
bu mesele ile ne ilgisi vardır? Kur’ân’da denilen şudur: “Kim ki, Allah’ın
nasihatını dinleyip faiz yemekten vazgeçer, daha önce yemiş olduğu faiz ona muaftır
ve bu ondan geri alınmayacaktır.” “Ve artık senin insanlardan alacağın
faizleri bırak.” “Eğer bu emre uymazsanız, Allah ve Resûlü ile savaşmaya
hazır olun.” Bu emirler ve politika tamamen hikmet doluydu ve her hükümet
herhangi bir yasağı koyarken böyle hareket eder. Kanunun çıkmasından önce
alınan ve verilen faizinin geri verilmesi istenseydi, bitmez tükenmez davalar
ortaya çıkardı. Ve bu açıklamadan sonra birikmiş faizlerin alınmasına izin
verilseydi, kanun etkisiz ve geçersiz olur, ve bakiyelerin ödenmesinin ne
zaman biteceği bilinmezdi. Demek ki, faiz ve bununla ilgili muameleleri bıçak
gibi kesmek hikmet-i teşri’ açısından etkin bir yöntemdi. (Mevdûdi)
[29] Hz. Abbas’ın
عنه
رضي
الله bu faizli ticaretinin,
Hz. Peygamber
صلي
الله عليه
وسلم ’in
bilgisi dahilinde ve izniyle
yapıldığını varsaysak, Arabistan’ın genel fethinden önce Mekke ve çevresindeki
tüm kabilelerin Müslümanlarla savaş halinde olduğu bir gerçektir. Fetihten
sonra elbette ki, Mekke İslâm Devletinin yönetimi ancak çevresinde yaşayan
müşriklerle hala savaşıyordu. Onun için, bu örnek en fazla şunu kanıtlayabilir
ki, savaş halinde düşman ile olan fasit anlaşmalar uygulanabilir. (Mevdûdi)
[30] “Bu fiil”den ne demek isteniyor? Bu fiilin iki bölümü vardır.
Biri bahis oynamak ve ikincisi, bahiste kazanılan malı almak. İlk bölümü
elbette ki, “meysir ve kumar”ın hürmetiyle ilgili âyetin inişinden
önceki bir olaydır ve Hicretten
[31] Mevlana Gilanî daha sonra bu sorusunu kendi cevaplamıştır.
(Mevdûdi)