EK  3

FAİZ MESELESİ VE DAR’ÜL HARB

Yazan: Merhum Mevlana Manazır Ahsen Gilani

 

(Faiz ile ilgili bahiste ulemanın bir grubu, Hindistan’ın bir darülharp olduğu ve darülharp’te savaş halindeki kâ­firlerden faizin alınmasının caiz olduğu görüşünü ileri sürmüştür. Mevlâna Manazır Ahsen Gilâni aşağıdaki ma­kalede bu görüşü kuvvetle savunmuştur. Biz bu makaleyi, okuyucuların meselenin bu yanını da bilmeleri gerektiği açısından buraya naklediyoruz. Biz bu konuyu daha son­raki bölümde enine boyuna tartıştık, ancak bazı noktaları ilgili yerlerde veya dipnotta da cevap-landırdık. Bunu okurken bu tartışmanın Pakistan’ın kuru-lmasından önce 1936-37 yılında yapıldığı göz önünde bulun-durulmalıdır.)

Müslüman Olmayan Topraklar İle İlgili İslâmî Görüş

Müslüman olmayan topraklar ancak iki türlü olabilir. Ya o topraklarda hiçbir zaman İslâmî bir hükümet kurulmamış, ya da kurulmuşsa, uluslararası komplo ve çekişmeler nede­niyle o ülke Müslüman olmayan güçlerin eline geçmiştir. Birinci durumda böyle bir ülkenin gayri İslâmî bir toprak veya Müslüman olmayan bir sömürge olması hiçbir şüphe götürmez. Ancak ikinci durum tartışma konusudur. Abbasi devletinin baş kadısı İmam Ebû Yusuf ve fakihlerinden İman Muhammed Şeybani’nin bu husustaki fetvaları şöyledir:

Dar’ül İslâm (İslâmî devlet) gayri İslâmî (küfr) ka­nunlarının uygulanmaya başladığı zaman ‘darülküfr’ (Gayri İslâmî Devlet) oluverir.” (el-Bedayi’ ve’s-sanayi, el-Kasâni, Cilt VII, sayfa 13)

 Fetâva-yi Alemgirî”de “gayri İslâmî” emirlerin ortaya çıkışı şöyle izah edilmiştir:

Yani bu yasalar alenen uygulanır ve o ülkede İslâm ehlinin kanunlarına göre kararlar verilmez.”

Demek ki, hangi ülkede Allah’ın kelâmı ve Peygamberle­rin sonuncusunun buyurduklarından derlenen kanunlar ge­çerli değilse, o gayri İslâmî bir ülkedir ve orada bir kanun geçerli olmasa veya olsa da gayri İslâmî zihinler ve gayri İslâmî kaynaklardan derlenmişse, oranın hükümeti gayri İslâmî hükümet sayılacaktır. Yani, hangi ülkede İslâmî hü­kümetin yasaları etkili değilse ve gayri İslâmî yasalar geçerli olmuşsa, o ne İslâmî bir devlet ne İslâmî bir hükümet sayılı­yor. Bu genel bir tanımdır. İmam-ı Azam Ebû Hanife رضي الله عنه buna daha çok açıklık getirmiş ve gayri İslâmî bir ülkeyi şöyle tanımlamıştır:

Dar-ül İslâm (İslâm Devleti) bir Dar-ül Küfr’e (Gayri İslâmî ülke) ancak şu üç durumda dönüşür: Birincisi, orada Küfr’ün emirleri (Gayri İslâmî Yasalar) zuhur eder (uygulanır). İkincisi, onun bir Dar-ül Küfr’e (Gayri İslâmî ülke) bitişik olması. Üçüncüsü, o ülkede bir Müslüman veya Zimminin daha önce sahip olduğu güvenliğe sahip olmaması.”

Dünyada şu anda daha çok gayri İslâmî hükümetler vardır. Ancak ben onların gerçek durumunu bilmediğim gibi, onların bütün özellikleriyle ilgili olarak önümde herhangi bir Şer’î veriler yoktur. Hindistan’ın durumu ise hepimizce ma­lumdur. (Yani, ikiye bölünmeden önceki Hindistan). Biz ör­nek olarak bu ülkeyi ele almalıyız ve İmam Ebû Hanife’nin tarif ettiği gayri İslâmî ülkenin şartlarının buna ne kadar uy­duğuna bakmalıyız.

Şurası bir gerçektir ki, burada Şeriat değil, İngiliz Yasa­ları uygulanmaktadır. Allah’ın kelamı ve Rasûlullah’ın صلي الله عليه وسلم hadislerinde çıkan İslâmî yasalar burada hiç uygulan­mamaktadır. Aksine, gayri İslâmî zihinler (ister bir tane olsun veya fazla, Hintli olsun veya başka)in hazırladığı kanunlar bu ülkede geçerlidir. O halde, bunda bir şüphe yoktur ki, İmam-ı Azam’ın ileri sürdüğü ilk şart buna tama­men uymaktadır.

Aynı şekilde, ikinci şartın da buna uyduğuna kim şüphe edebilir? Hindistan’ın sınırlarının genellikle gayri İslâmî ülke­lere bitişik olduğu ve araya herhangi bir İslâmî ülkenin gir­mediğine ilişkin coğrafi gerçeği kim bilmiyor? Fetava-yi Alemgiri’de şöyle denmiştir:

Bağlantı veya bitişikliğin olmayışı, ancak Dar-ül Küfr ile Dar-ül İslâm arasında herhangi bir İslâmî kentin bu­lunmayışıyla mümkün olur.”

Hindistan’ın kuzeyinde ve doğusunda diğer ülkelerin toprakları vardır. Deniz sınırlarına baktığımızda bunların ta­mamen gayri İslâmî güçlerin elinde olduğunu görüyoruz. Hatta, onların izni olmaksızın bu denizlerde başka kimse gemilerini yürütemez. Durum böyle olmasa bile, toprak bağlantıları, bitişiklik şartını tamamlıyor. Ayrıca, İslâm fakihlerinin denizlerle ilgili genel kanısı şudur:

Tuzlu sular, gayri İslâmî topraklardır”.[1] (Şami s. 277)

Her neyse, bu şartın da duruma uyduğunda herhangi bir kuşku yoktur. İman’ın demek istediği şudur: Eğer dört yanı İslâmî hükümet ve iktidarla çevrili olan bir ülkeyi gayri İslâmî bir hükümet ele geçirirse, bu işgalin kalıcı olacağı ve orada İslâmî hükümetin kurulmasının zorlaşacağını düşünmek için herhangi bir neden yoktur. Fakihler buna açıklık getirmişler­dir ve bu meseleye ilerde yine değineceğiz.

Üçüncü şarta gelince, burada çeşitli kanunlara göre di­ğer milletlerin yanı sıra Müslümanlar da her geçen gün idam edilmektedir ve bu hususta İslâmî kanunların gereklerinin yerine getirilip getirilmediğine bakılmamaktadır. Aynı şekilde, burada Müslümanların malları da mahkemelerin kararlarıyla başkalarına verilmekte ve böyle bir şeyin İslâm yasalarına göre caiz olup olmadığına bakılmamaktadır. Her gün mah­kemelerden faizli alışverişlerle yüz binlerce ve milyonlarca Rupilik kararlar çıkmaktadır. Sadece faiz değil, diğer konu­larda da İslâmî Şeriat, Müslümanlara gereken güvenceyi vermiştir, ancak ülke kanunları bunu hiç göz önünde bulun­durmamaktadır.

Can ve mal güvenliğiyle ilgili durumu gördünüz, şimdi de namus ve haysiyete bir göz atın. Müslümanlar çeşitli ka­nun ve maddelere göre hapse atılmakta, sürgüne gönderil­mekte, para cezasına çarptırılmakta, kırbaçlanmakta ve diğer cezalara çarptırılmaktadır. Şimdi bu hükümlülerin İslâmî yasalara göre de bu cezaları hak edip etmediğine bakılıyor mu? Ben Hindistan’da Müslümanların can ve namus güven­liğine sahip olmadıklarını belirtmek istemiyorum. Benim demek istediğim, onların İslâmî güvenliğe sahip olmamala­rıdır. Çünkü bizzat İmam Ebû Hanife güvenlik (eman) keli­mesini şöyle izah etmiştir:

Yani, Müslümanların kanuna göre sahip oldukları güvenlik.”

Fetavaâ-yi Alemgiri”de buna daha açıklık getirilmiştir:

Yani, gayri İslâmî hükümetin egemenliğinden önce Müslümanların çoğunun dinleri nedeniyle ve zimmilerin, sorumluluk akdiyle sahip oldukları güvenliğin kalma­ması.” (Şâmi’den naklen, cilt 3, sayfa 277)

Ve gerçek de budur. Yani, eğer bir ülkede gayri-İslâmî güçler iktidar olmuş ve orada gayri İslâmî yasalar uygulan­maya başlanmışsa, ona İslâm Devleti demek veya orada İslâmî bir hükümetin olduğunu iddia etmek tuhaf kaçıyor. Başkalarının ülkesini başkalarının hükümetini zoraki bir İslâmî ülke olarak saymasını, dünyanın hangi hükümeti Müslümanlara izin verebilir? Hatta pek mümkündür ki, onun bir suç olduğunu ilân etsin.

İslâm fakihleri bu ülkeye bazen “Dar-ül Harb” derler. Galiba, bu nedenle, bazı kimseler yanılgıya düşmüştür. Yoksa, geçmişte İslâm uleması bu gibi ülkeler için “Dar-ül İslâm”ın karşıtı olan “Dar-ül Küf’r” tanımını kullanıyorlardı. Az önce Beda’yı yazarının ibaresini gördünüz. Kendisi, ese­rinde genellikle “Dar-ül Küfr” deyimini kullanmıştır ki, basit ve açık anlamı, “İslâmî Hükümetin olmadığı belde” demek­tir. Bir yerde İslâmî hükümet değil, orada Müslümanlar bile egemen durumda değilse, ona neden Müslümanların hü­kümeti veya Müslümanların ülkesi diyelim? Kelimelerden niçin şaşılıyor? Bu birinci sorunun cevabıydı şimdi de ikinci soruyu dinleyin.

Gayri İslamî Hükümetlerde Müslümanların Hayatı­nın Nizamnamesi

İslâm, Müslümanların özgür olduğunu belirtir ve özgür­lüğün onların doğal ve semavî hakkı olduğunu ifade eder. Ancak İslâm fakihleri, bir Müslüman’ın gayri-İslâmî hükü­metlerden birinde herhangi bir nedenle bulunma ve yaşama gereğini duyması halinde o hükümetin insanları ile onun arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğini düşünerek İslâmî yasalarda gereken düzenlemeyi yapmışlardır. Gayet tabii ki, bunun bir şekli şu olabilir: O Müslüman o ülkenin hüküme­tiyle oranın yasalarına uyma sözünü vermiştir, huzur ve asa­yişi bozmamaya da yemin etmiştir. Şeriat-i İslâmîyye’de böyle bir Müslüman, “Müslim-i Müsta’men” denilir. Kur’ân-ı Kerim’de anlaşma ve sözleşme ile ilgili genel yasa şöyle dile getirilmiştir:

Onlar ki  kendi vaatlerini tutanlardır.”

 Tahhütlerinize bağlı kalın…”

İslâmîyet, “muahede” veya anlaşmayı kuvvetle sorum­luluğa bağlamıştır. Genel anlaşmalarla ilgili İslâm’ın talimatı budur. Hele uluslararası anlaşmalara bağlı kalınması üze­rinde daha çok durmuştur:

Müşriklerden anlaşmanız olup size karşı ahitlerinden bir şey noksan etmeyen ve aleyhinize bir kimseye yardım etmemiş olanlara ahitlerini müddetine kadar tamamla­yın.” (Et-Tevbe: 4)

Ortada anlaşmanın olmaması veya başka milletlerin anlaşmayı bozmaları ile ilgili emirleri burada tartışmanın sırası değildir. Burada biz sadece anlaşma yasasının yalnız Müslümanların bağlı kalmaları gerektiği maddesine değine­ceğiz. Hz. Peygamber صلي الله عليه وسلم anlaşmayı bozan bir Müslüman’ın dini durumunun ne olduğunu da belirlemiştir. Buyruğu şöyledir:

Anlaşmayı bozan kişi için kıyamet gününde bir bay­rak dikilecektir;ve ona filana ihanet ettin denilecektir.” (Ebû Davud) Başka bir rivayete göre: “Ahdi bozan kişinin yerine kıyamet gününde bir bayrak konacaktır ve bununla kendisi tanınmış olacaktır.”

Rasûlullah صلي الله عليه وسلم orduyu sefere yollarken komu­tana şu nasihatte bulunurdu:    

 Bakın, kimseye hıyanet etmeyin ve anlaşmayı boz­mayın.”

Bundan dolayıdır ki, İslâm âlimleri, anlaşmayı bozmanın icmâ’ya göre haram olduğuna hüküm vermişlerdir. İbn Humam diyor ki, “İcmâ’ya göre anlaşmayı bozmak haram-dır.”

Müslümanların Eşsiz Barışçılığı:

Gayet tabii ki, anlaşma ile ilgili İslâmî yasanın bu ayrın­tılarını gördükten sonra gayri-İslâmî bir hükümetle barış an­laşması yapmak suretiyle bir “müstemin” olarak kalmakta olan bir Müslüman’ın sorumlulukları bir hayli ağır oluyor. Hidaye’de şöyle buyurulmuştur:

Gayri-İslâmî bir ülkeye (darülharp)e giren bir Müslü­man’ın oradaki vatandaşların can ve mallarına tecavüzde bulunması caiz değildir. Zira, kendisi bunu yapmayacağı konusunda güvence vermiştir ve ona bu sorumluluk barış anlaşmasıyla yüklenmiştir.”

Bu demektir ki, eğer bir Müslüman bir hükümetle anla­şıp hudutlarının içine giriyorsa o hükümet vatandaşların can, mal ve namus güvenliği için hangi kanunları uyguluyorsa onları çiğnemesi kesinlikle caiz değildir. Gayri İslâmî hükü­metin yasa dışı olarak ilân ettiği şeyleri yapan bir Müslüman sadece kanun açısından bir suçlu olmayacak, aynı zamanda “anlaşma yasası”nı bozma suçunu da işlemiş sayılacaktır. İslâm’ın Kur’ân’ın ve Allah’ın suçlusu olacaktır, bir günahkar olacaktır. Ve öyle bir fiil yapmış olacaktır ki, onun hürmeti Kur’ân, hadis ve icmâ ile sabittir. Şimdi, kendi dininde başka milletlerin anayasa ve yasalarına uyulmasını bu kadar şid­detle isteyen başkası var mıdır? Müslümanlar huzursuzluk çıkarmak ve bozgunculuk yapmakla suçlanıyor. Oysa, bu dünyada kendilerinden daha barışçı hukuka ve yasalara bağlı başka bir millet var mıdır?

İslâm yasaları çok derin ve incedir. Nitekim, bazı İslâm âlimleri ücretini ödemeden belli bir ağırlıktaki mektup veya paketten azıcık daha ağır mektup ve paketi posta ile gönde­ren ve trenle belirlenen ağırlıktaki eşyadan daha ağır eşya taşıyan birinin sadece ülke kanunlarına aykırı davranmadı­ğını, ayrıca, Allah’ın gözünde ve dinin gözünde de suçlu ol­duğunu ifade etmişlerdir.

Uluslararası Yasa İle İlgili Önemli Bir Soru

Burada açıklanması gereken uluslararası kanunla ilgili çok önemli bir nokta vardır. Çünkü, bunun anlaşılmaması nedeniyle insanlarda çeşitli yanlış anlamalara rastlanmakta­dır. Belki de, başka kanunlarla ilgili olarak da bu nokta or­taya atılmıştır. Ancak İslâm hukuku, bu noktayı, uluslararası yasalar çerçevesinde ortaya atmıştır. Çeşitli milletler çeşitli zamanlarda fırsat bularak başkalarına saldırmaktadır. Bir millet başka bir milletin canına, malına topraklarına ve böl­gelerine saldırmaktadır. Şimdi, biz burada bu saldırıların caiz olup olmadığını ve hangi durumlarda caiz olduğunu tartış-mıyoruz. Burada tartışmak istediğimiz husus, bir ulusun başka bir ulusa saldırması halinde, ele geçirmiş olduğu mal, mülk ve topraklara kanunen ve dinen sahip olup olmadığıdır. Yasalara bağlı, koyu dindar bir Müslüman bu sorunla şu durumlarda karşılaşabiliyor: Bir İngiliz savaşta Alman veya başka bir milletin malına sahip oldu ve bunu bir Müslüman’a satmak istiyor. Başka milletler belki bunun inceliklerine gir­mezler. Ancak bir Müslüman İslâmî yasanın doğru ve sağlıklı bulmadığı bir mülkü veya malı kabul etmez. Bir Müslüman kendi şeriatında şu soruların cevabını bulmak zorundadır: O İngiliz, söz konusu Almanın malına sahip olmuş mudur? Eğer mülkiyetinde herhangi bir kuşku yoksa, onun bunu satması, benim onu satın almam ve satın aldıktan sonra kullanmam doğru olur mu? Ne var ki, İngiliz o malı ve mülkü haksızca elde etmiş yani mülkiyeti yasa dışıysa, onu satma hakkına sahip değildir. Tabi ki, o satma hakkına sahip de­ğilse, ben onu satın alıp nasıl onun sahibi olabilirim? Ne olursa olsun bu devletler hukuku veya uluslararası yasaların ilginç bir yönüdür. İslâm fakîhleri bununla ilgili olarak bö­lümler üzerine bölümler yazmış ve ayrıntılarına değinmiştir. Özetle, bu sorunun çeşitli yönleri vardır:

1-Bir kere, eğer Müslüman olmayan[2] bir ulusun toprakla­rına veya mallarına bu şekilde sahip olunmuşsa, İslâm’a göre sahiplik ve mülkiyet caizdir. Yani bir yer feth veya zapt edilmişse zapteden oranın sahibidir. “Feth-ül Ka­dîr”de şöyle denilmiştir:

Eğer Türkler, Rum (Avrupa) kâfirlerine galip gelir, onları yağmalar ve mallarını alırlarsa, onların sahipleri olacaktır.” (Cilt.3, s.154)

2-İkincisi şu ki, Müslüman olmayanlar, Müslümanlara ait toprakları ve malları tam olarak ele geçirirler. Bu durumda, İmâm Mâlik, İmâm Ahmed ve başta Ebû Hanife رضي الله عنهم olmak üzere bizim imamlarımızın fetvası şudur:

Ve eğer kâfirler, Allah göstermesin bizim mallarımızı ele geçirip yurtlarına götürürlerse, onların sahibi olurlar.” (Hidaye)

Yani, sadece Müslüman olanlar, Müslüman olmayanların mallarının meşru sahibi olmuyor, kâfirlerde Müslümanların mallarını müsadere ederse, İslâm bu mülkiyeti doğru bulu­yor ve kâfirlerin o malın meşru sahipleri olduğuna karar veri­yor. Acaba, İslâm’ın toleranssızlığı ve eşitsizliği bu mudur?

Masum Olan ve Olmayanların Mallarının Caiz Olup Olmaması

Burada bahsedilen ikinci meselede İmâm Şafiî diğer imamlardan farklı bir görüş taşıdığı için fakihler Kur’ân hadis ve diğer pek çok İslâmî kaynaktan bu yasanın İslâm huku­kuna tamamen uyduğuna ilişkin kesin deliller sunmuşlardır. Ancak bu yazı uzayıp gittiği için onları buraya nakletmiyoruz ben burada sadece Kur’ân ve hadiste yer alan yasal daya­nakları zikretmekle yetiniyorum:

Caiz ve mubah mala kafirler sahip olduğu için, bu müsadere mülkiyet sebebidir.” (Hidaye s.255)

Yani, bir Müslüman’ın malı başka bir Müslüman için ga­yet tabii ki, “masum” (dokunulmaz) ve güven içindedir. Her Müslüman bir din kardeşinin malını sebepsiz zaptetmemekle yükümlüdür. Ancak bu yasa başka milletlere uygulanmıyor. Bu, onlar için mubahtır. Nitekim, Şâmi’de şöyle denilmiştir:

Çünkü ismet, İslâmî bir kanundur. İslâmî olmayan bir ülkenin vatandaşları bu kanun kapsamına girmiyor. O halde, Müslümanların malı onlar için “masum” değildir. Yani, onlar için caiz ve mubahtır ve gayrimüslimler onların sahibi olabilir.” (Şâmi c. 3, s. 267)

Şimdi doğal olarak üçüncü durum ortaya çıkıyor. Yani, eğer bu şekilde bir Müslüman, Müslüman olmayanlara ait toprakları ve malları ele geçirirse, onların sahibi olur mu, yoksa olmaz mı? Bu uluslararası yasanın usulüne göre ce­vabı açıktır. Bir gayrimüslim, bir Müslüman’ın malının sahibi olabiliyorsa, bir Müslüman’a bu hakkı neden dini, dünyevi, ahlâkî ve hukukî açıdan verilmesin? Kesaninin Bedayi’inde şu ifadeye rastlıyoruz:

Canı ve malının sorumluluğu herhangi bir İslâmî hü­kümete ait olmayan bir gayrimüslimin malı mubahtır, çünkü böyle bir gayrimüslimin malı masum değildir.”

Ne gariptir, değil mi? canları ve mallarının sorumlulu­ğunu Müslümanlara vermeyen milletler ve İslâmiyet’in so­rumluluğu ve korumasından kaçınanlar ile ilgili olarak İslâm kendi sorumluluğunu nasıl yerine getirsin? Eğer siz Allah’tan kendi beraatınızı istiyorsanız, Allah’ta sizin can ve mal güven­liğinizin sorumluluğundan beraatını neden istemesin? Onun için Kur’ân buyuruyor ki:

Şirkte bulunanlara karşı Allah’ın herhangi bir mesuli­yeti yoktur.”

Eee, başka ne olabilirdi ki? Dünyanın bütün ulusları kuv­vet ve kudret sahibi olduklarında ve fırsat buldukça Müslü­manların can ve malları ile topraklarını ele geçirirken başka bir kanun çıkarılabilir miydi? Kur’ân kendisi diyor ki:

Eğer onlar size galip gelseler, size düşman olurlar. Size fenalık ile ellerini ve dillerini uzatırlar. Sizin şükür etmeyenler olmanızı arzu ederler.

Kur’ân-ı Kerim’in bu gerçek durum tespitinden sonra, Müslümanların dininin kendilerine mülkiyet izninin verme­mesi halinde bu zulmün yapılmayacağını söyleyebilir misiniz? Eğer bundan sonra, Kur’ân böyle bir emir vermişse:

Allah’a iman etmeyenlerle ve Allah’ın Rasûlünün ha­ram kıldığı şeylere haram saymayanlarla ve kendilerine kitap inip de hak dini kendilerine bir nizamname ve kanun olarak seçmeyenlerle savaşın

Yukarıda aktardığımız İslâm fakihlerinin tespitlerinden dışarıya mı çıkıyor? Yani nasıl ki, Müslümanların mal ve top­rakları Müslüman olmayanlar ve diğer uluslar için bizzat İslâmî yasalara göre mubah ise, onların malları ve toprakları da Allah’ın şeriatı ve kanunlarına göre mubah ve helâldir. Eğer Müslümanlar bunları ele geçirirse, bunların asıl sahip­leri olacaktır ve onları her şekilde kullanmak ve onlarda ta­sarruf yapmak konusunda serbest olacaklardır.[3] Bu davra­nış, akıl, mantık ve adalete tamamen uygundur. Yoksa, Mevlana’nın belirttiği gibi, eğer her gayri zimminin malı Müslüman için mubah ise Müslüman ulusu, dünya ulusları arasında “Ümmet-i Evsat” olmak yerine haydut bir millet oluverecektir. Başka milletlerin mallarını gasp etmesi, onun mesleği sayılacak ve dünyadaki varlığı büyük bir belâ ola­caktır. Şimdi, gayri Müslimlerin Müslümanların mallarını gasp edip, sahipleri haline geliyorsa, Müslümanlar da neden onlar gibi onların mallarını gasp etmesin? sorusuna gelince, bu da savaş durumuyla ilgili bir şeydir. Barış halinde İslâm, reayasına, kendisiyle savaşmayan milletleri soyma iznini vermez. Ancak diğer milletlerin fertleri Müslümanları yağ­malamaya başlarsa, ikisi arasında savaş durumu meydana gelir ve bu şartlarda o milletlerin can ve malları Müslümanlar için mubah olacaktır. Kur’ân-ı Kerim’de nerede müşrikler için beraat ilanı yapılmışsa, orada açıkça zulmün onlar tara­fından başladığı ifade edilmiştir. O halde, Müslümanlar gasp ve zapt konusunda ilk hareket edenler olmamalıdır. Aksine, bu işler karşı taraftan başlarsa, anlaşma şartlarına uysunlar ve anlaşma yoksa savaş ilanına göre hareket etsinler. Bun­dan sonra tüm millet savaş halinde sayılacak ve onun tüm can ve malları Müslümanlar için mubah olacaktır.

Asıl Meseleye Dönmek

Her neyse, asıl bahis Müslüman olmayan ülkelerde Müslümanların yaşantılarının nasıl olması ve vatandaşlarıyla ilişkilerinin niteliğinin nasıl olmasıyla ilgili idi. Arada başka bir meseleyi konuşuverdik. Mesele çok basitti, ancak düşüncele­rin düzeltilmesi ve değiştirilmesi için asıl konudan biraz uzaklaştım. Şimdi gene asıl konuya dönüyorum.

Daha önce arz ettiğim gibi, “Müste’men Müslüman”, hangi gayri İslâmî hükümete barış güvencesiyle girmişse oranının mevcut kanunlarına sıkı sıkıya uyması gereklidir. Herhangi bir kimsenin can, mal, namus ve haysiyetine saldı­rarak ilgili kanunları çiğnemesi “gadr”dır ve gadr, Kur’ân, Hadis ve icma’ açısından haramdır. Kısacası, zamanın ka­nunlarına uymak dini bir görevdir. Daha önce belirttiğim gibi, ülke kanunlarına aykırı olarak bir zarfta bir miligram fazla bir şey koymak veya tren yolculuğu sırasında izin verilen ağırlıktaki eşyadan 250 gram bile fazla taşımak caiz değildir. Bundan dolayıdır ki, dini açıdan Müslümanlardan daha ba­rışçı, kanuna ve düzene uyan başka bir millet yoktur. Ne var ki, sorun, İslâmî yasalara göre caiz olmayan bir fiille ilgili ortaya çıkar. Örneğin, şu faiz meselesi ki, bu şekilde birinin başkasının parasını ve malını alması kesinlikle haramdır. Oysa, gayri İslâmî yasalara göre bu şekilde mal tahsiline izin vardır ve yalnız reayaya değil, hükümete de izin vardır ve o çok büyük çapta bu işleri yapmaktadır. Bu durumda bir Müslüman ne yapsın? Gayet tabii ki, eğer o “Müste’men Müslüman” bu şekilde o ülkenin bir gayri müslim vatandaşı­nın malını alıyorsa, anlaşmayı veya yasayı bozma, yahut “gadr” eylemini kesinlikle yapmamış oluyor ve dini açıdan da, anlaşmayı bozma suçunu da işlemiyordur.

Şimdi gelelim, onun, ülke kanunlarının izin verdiği ancak dini ve Allah’ının onu bundan alıkoyduğu başkalarından böyle bir mal alıp almadığı konusuna. Şimdi sorulacak soru şudur: Kendisi, kanunen olmasa da, İslâm açısından mubah olmayan ve masûm olan bir mal almış mıdır? Az önce şeri­atta, (İslâm hukuku), hatta Kur’ân’da böyle bir malın Müs­lüman için dinen gayri masûm ve mubah[4]olduğu görül­müştü. Şimdi, bir Müslüman ne yapsın? Kur’ân ve dinin gayri masûm ve mubah ilân ettiği bir şeye o Müslüman di­nini görmezlikten gelip masûm ve gayri mubah mı desin? Ne kanunun caiz olmadığını belirttiği ne de şeriatın haram kıl­dığı, hatta, onu alma emrini verdiği bir malın bir Müslüman nasıl caiz olmadığını ve bu helâl şeyin nasıl haram olduğunu kabul edebilir? Devlet yasalarını mı çiğnesin? Yoksa, şeriatın emirlerine mi uymasın? Bir Müslüman için bir çaresi yok mudur?

İslâm hukukunun mecburiyet ve çaresizlikle ilgili bu du­rumdan dolayıdır ki, İmam Muhammed, “Siyer-i Kebir”de Şeriat-ı İslâmiyye’nin en dikkatli, hatta bazılarına göre en sert imamı, İmamların imamı, Kadıların kadısı ve Müctehidi, Ebû Hanife  رضي الله عنهbu çok açık ve kuşkuya hiç yer bırakma­yan fetvasını nakletmiştir:

Eğer bir Müslüman, Dar-ül Harb[5](gayri İslâmî ülke)e bir anlaşma ile girerse, hangi yolla olursa olsun,[6]onun o ülkenin vatandaşlarının (gayrimüslim) rızasıyla mallarını almasında bir sakınca yoktur. Mubah bir mal aldığı ve kanunu bozma fiilinden (gadr) uzak olduğu için bu mal onun için temiz ve tayyıbtır.” (Şami’den naklen, s. 210, c. 4, Mısır baskısı)

Gayet tabii ki, bu fetva, Müslümanların esaret hayatını yaşadıkları karanlık bir döneme ait değildir. İmam Hazretleri­nin şeriat’tan bu hukuki hükmü çıkardığı zaman, herhalde, kimsenin aklına Avrupa’nın egemenliği sırasında Müslü­manların inanç, amel ve geleneklerinde böylesine bir deği­şikliğin gelebileceği akla gelmemişti.[7] Öyle ki, Salihler, kavm-i âbidîn’i ibadet kafesine sokabilmek için kendi gavs ve kutûb miraslarından, herkese merhamet edebilecek aslanları inlerinden çıkarıverdi. Ne var ki, görevleri ibadet olanlarda hiç merhamet yoktur ve zaten hiçbir yerde yoktur. Fakîhler bu meseleden bahsederken. Yani İslâm ülkesinde gayri İslâmî bir hükümetin kurulduğundan söz ederken bir itiraz ifadesi olarak “el iyazu billah” “Allah’a sığınırım” deyimini kullanırlar.

Kureyşliler ile Allah’ın Kelâmının verdiği peşin haberin doğru çıkacağı konusunda bahse girip kazanınca bizzat Hz. Peygamber صلي الله عليه وسلم varılan anlaşmaya göre deve sa­hiplerinden belirlenen sayıda develerin alınmasını emretti. (Tirmizi). İslâm fakihleri, Rasûlullah صلي الله عليه وسلم’in bu hare­ketiyle bu kanunu onayladığına dikkat çekerler. Oysa, böyle bir bahis açık bir kumardır ki, hürmeti nasla sabittir.[8]

Dar’ül Harb’te Faiz Değil, Fey Helâldir

İnsanlarda genellikle, gayri İslâmî hükümetlerde faizin helâl olduğu yolunda garip bir kanı vardır ve bu asıl mesele­nin anlaşılmasını engellemektedir. Yoksa, mesele hangi Kur’ân yasasına dayanıyorsa, ona göre bir zamanlarda ha­ram olan bir şeyin herhangi bir zaman helâl olabileceğini söylemek tamamen yanlıştır. Gerçek şu ki, helâl olan bir şey her zaman helâl olmuştur. Yüce Allah neye “helâlen tayyiben” diyorsa, İmam-ı Azam رضي الله عنه da ona “tayyıb” demektedir. Yoksa bir Müslüman, Kur’ân’ın haram kıldığı bir şeyi kendi tasarrufuna göre veya kulaktan duyma rivayetlere dayanarak helâl kılma hakkına nasıl sahip olabilir? Özellikle, nassa ilâveten zayıf bir rivayete dayanılarak ters bir hareket yapılamaz. Bundan dolayıdır ki, İmam Ebû Hanife, mevcut kanunun caiz olarak belirlediği yollarla elde edilen kazanç gibi genel bir hükmün kapsamına giren sadece faiz değil, kumar gelirlerini de tayyıb ilân etmiştir. Örneğin, sigorta, hayat sigortasının kazanç yolu budur.[9] İslâm âlimleri bunu kumar ve faizin bir karışımı olduğuna inanır. Oysa, Siyer-i Kebir’de İmam Muhammed, İmam Ebû Hanife’den şunu nakletmiştir:

 Eğer o, onlardan (gayrimüslimler) kumar yoluyla mal kazanırsa, bu kendisi için temiz ve tayyıb olacaktır.”

Faizden bu kadar söz edilmesinin nedeni, herhalde, İmam Mekhûl (ki, kendisi muhadislere göre en güvenilir riva­yetçilerden biridir) dan naklolunan bir hadistir ki, bu mesele­nin lehine sunulmaktadır:

Mekhûl’ün Rasûlullah’tanصلي الله عليه وسلم  naklen kaydet­tiği bir rivâyete göre Hz. Peygamber صلي الله عليه وسلم buyurdular, bir harbî (gayrimüslim) ve bir Müslüman’ın arasında faiz yoktur.” (Beyhaki)

İnsanlar bundan çeşitli anlam çıkarırlar; oysa, salt söz­lerden anlaşılan husus şudur: Bir Müslüman ile gayri zimmi bir gayri müslim arasında yapılan faizli herhangi bir iş, faizli olmayıp, Kur’ân’ın “ibahet kanununa” göre söz konusu mal bir Müslüman için tayyıb ve helâldır.

Gerçek şu ki, İslâm şeriatı, Kur’ân ve Hadis ile sahabele­rin davranışı açısından öyle açık seçik bir kanundur ki, bunu kimse inkâr edemez. Bazı kimseler, Mekhûl’ün hadisiyle ilgili hüccetin olup olmadığını tartışırlar ve lehte bazı kanıtlar vermeye çalışırlar. Oysa, bu gibi malların tayyıb ve helâl ol­duğuna dair Kur’ân-ı Kerim’in açık ibareleri vardır. Nitekim, Allâme İbn Humam haklı olarak şöyle demiştir:

 Araştırmaların sonucuna göre Mekhûl’ün rivayeti ortada olmasaydı bile böyle bir şeye açık izin verildiği anlaşılacaktı.” (Fethu’l-Kadir, c. 7, s. 178)

Bidaye yazarı bu temele dayanarak İmam Ebû Hanife-nin mezhebini çok doğru olarak şöyle yorumlamıştır:

 Ve bu temele dayanan şu mesele var ki, eğer bir Müslüman veya bir zimmi, Dar-ül Harb’e (gayri İslâmî ülke) barış anlaşması yaparak girmiş ve bir gayri müslim ile ribâ (faiz) anlaşması veya iş yapmış, ya da islâmî ka­nun açısından fasit bir muamele yapmışsa, bu iş caiz ola­caktır.” (s. 132, c. 7)


Fey ve “Phao” Deyimleri

Ve bundan dolayıdır ki, gayri İslâmî hükümetlerde Müs­lümanların sahip oldukları tüm bu gelirlere naçizane görü­şüme göre “faiz”, “kumar” veya piyango geliri demek yerine buna özgü olan “fey” adını verebiliriz. Bu da, herhangi bir savaş veya “kitâl” olmaksızın başka milletlerden barışçı yol­larla ve kanunlara uyularak Müslümanlara geçen mal de­mektir.[10]Bence, Hintçe’de, bir nebze kendisine benzeyen “phao” kelimesi vardır. Seçkin zümreler bu gelirlere “fey” gelirleri diyebilir. Halk veya sıradan insanların dili “fey” keli­mesini söyleyebilmek için dönemiyorsa kolay söyleyebile­cekleri “phao” diyebilirler. Bu terimleri bu şekilde belirleme­nin bir gereği vardır; çünkü İslâmi yasaların tamı tamına uygulanmasını isteyenler burada bir endişe ve tehlikenin bulunduğunu ifada ederler. Onlara göre eğer bu mesele bu şekilde kabul edilmiş olursa pek mümkündür ki, aradan geçen zaman içinde Müslümanlar faiz ve kumar geliri gibi şeylerin haram olduğunu unutmuş olacaklardır. Bu nedenle, ben bu tür gelirlerin adının “fey” konmasından yanayım ki, hiç olmazsa, bu kelime sayesinde Müslümanlar, başka mil­letlerle şeriat ilişkilerinin ne olduğu ve gayri İslâmî hükümet­lerle varmış oldukları barış anlaşması uyarınca şeriatın ne kadarına uymaları gerektiği akıllarında kalsın.[11] Allah’ın razı olmadığı, kanunun ve hükümetin uygun gördüğü, verenlerin ve alanların da memnun olduğu işleri benimserken Müslü­manlar neden korksun?

Fey’i İnkar Etmek Ulusal Bir Suçtur

Gerçek şu ki, Müslümanların sermayedarları, benim fey veya “phao” dediğim bu helâl hatta İmam Ebû Hanife’ye göre temiz ve tayyıb ve Kur’ân-ı Kerim’in de açıkça temiz dediği bu geliri almayarak ulusal bir suç işlememekte ve ulusal intihara girişmektedirler. Bankalarda Müslümanlara ait olup yatan milyonlarca liralık ”fey”in kimin işine yaradığını bilmeyen var mıdır? Müslümanlar yanlış yolları izledikleri için bu büyük meblağ Gayri-İslâmî kuvvetlere gidiyor. Hatta, öğrendiğimize göre Müslümanların bu “fey” geliri, yine Müslümanların çocuklarını, kadınları ve fakirlerini başka din­lere yöneltmek ve İslâm’dan uzaklaştırmak için kullanılmak­tadır. Yani açıkça İslâm dininden döndürülmektedirler. Bu kendi milletine ihanet etmek değilse nedir?[12] Vah vah Müslü­manları arkadan bıçaklıyor. Buna kim izin vermiştir? Allahü Teâla bunu görmemekte midir? Bu haberler, alemlerin rah­meti, son Peygamber’e صلي الله عليه وسلم ulaşmamakta mıdır? Bakın ey milletler, Ümmet-i Muhammedin haline! Bakın, kendileri kuzey, güney, doğu ve batı’nın insanları tarafından faiz ağına düşürülüp nasıl avlanıyor. Faiz ödeyin yahut tarla, emlak, ev verin ya da Arabistan’ın Ümmi Peygamberinin صلي الله عليه وسلم dergahını terk edin diyorlar. İşte görüyorsunuz, satranç tahtasında ne biçim oyunlar oynanıyor.

Banka Faizi

Gerçek şu ki, bankalar çoğunlukla faiz yiyicilerin düzenli komitelerinin adıdır. Ancak Müslümanlar bu gibi komitelerin idari yapısı veya yetkili personeli olmalarından alıkonmadığı için bunun üyeliği söz konusu değildir. Şimdi sorun, insan­lara faizle borç veren bir şirket sorunudur. O halde, Müslü­manlar bu temiz feyi almaktan niye çekiniyorlar? Bu şirket ne yapar? Kimlere borç verir? Kimlerden faiz alır? Bu onun kendi bileceği iştir ve yeni bir sözleşmesidir ki, bununla bir Müslüman’ın banka yetkilileriyle yapmış olduğu anlaşmanın herhangi bir ilgisi yoktur. Daha doğrusu, İslâm’ın yasalarıyla ters düşmeyen uluslararası yasalar göz önünde bulundurula­rak bankalarla yapılan bütün muamelelerin doğru olduğu söylenebilir.[13]

Evet, ben daha önce söylemiştim, şimdi de söylüyorum ve hep söyleyeceğim ki, bunu yapanlar vatanı korumamak­tadırlar. Ne vatandaşlara ne yoksullara ve ne de işçilere iyilik yapmaktadırlar. Ama ne çare ki, vatanın bekçisi olan, vatan­daşların güvenliği ve bakımıyla görevli hükümet zaten bunları vatanın refahı ve kalkınma yolu olarak görüyor ve bizzat va­tandaşlar da bunu böyle anlıyorsa, Müslümanlar vatan bağlı­lıklarını göstermek için kendi milletine isyan mı etsin?[14]Oysa vatan şöyle dursun, ailevî haklar konusunda da millete isyan etmeleri ve ihanet etmeleri haramdır. Kur’ân açıkça şunu demektedir:

 Size ne akrabanız ne de çocuklarınız (Allah’ın aza­bına karşı) fayda vermez. Allah kıyamet günü aranızı ayı­racaktır. Allah işlediğiniz şeyleri görücüdür.”(El-Mümtehine: 3)

Gayet tabii ki, bize sabretme emri verilmiştir ve belli bir süreye kadar sabır bizim için iyidir. Ancak, Kur’ân, sabretme telkiniyle beraber “mucazatun bil’misl“aynısıyla karşılık verme” nasihatında bulunmamış mıdır?

 Eğer size haksızlık yapılmışsa, siz de (sadece) size yapılan kadar haksızlık yapın. Ve eğer sabrederseniz, bu sizin için daha iyidir.” (En-Nahl: 126)

Ancak sabrın bir sınırı vardır. Tahammülün bir sonu var­dır. Sabrı telkin eden bize, “kendinizi kendi elinizle helâk etmeyin” de demiştir. İstanbul’daki sur dibinde yatmakta olan Hz. Ebû Eyüp Ensari’nin o müthiş tefsirini halk değilse, bazı âlimler de bilmiyor mu?

Fey’ Almamak Vatana İhanettir

Hatta, bazı kimselere göre bu fey’i almamak, sadece kendi milletine ihanet değil, vatandaşlarına da bir husumet­tir. Zehri içmekte olan birini görüp sadece üzülmek, gerçek bir yardımseverlik midir? Yoksa, onun elinden o zehiri alıp bir tarafa atmak mı bir yardımseverliktir?[15]

Sizlerden biri kötü bir şey gördüğünde onu kendi eliyle değiştirmeli; buna gücü yetmiyorsa, diliyle değiş­tirmeli;buna da gücü yetmiyorsa, bunu kalbiyle yapsın ki, bu imanın en zayıf derecesidir.” (Hadis)

Bütün hadis kitaplarını okuyorsunuz; ama hiçbiriniz, za­yıf iman dairesinden çıkma cesaretini göstermiyor. Özellikle, gücünüz yettiğinde, hükümet de sizden yana iken ve vatan­daşlar da sizi desteklerken ne gibi mazeretiniz kalıyor? Baş­kalarının yüzüne tokat atan biri, böyle bir şey kendisine de yapılmadığı sürece, sonucunu bilemez mi?[16] Böyle bir adama aynı şekilde tokat atılmadığı sürece başka insanlara vurmaya devam mı edecektir?

Pek mümkündür ki, bugün Müslümanların çektikleri acıyı başkaları da duyunca hükümet bu işe müdahale eder ve bu işleri kanunen yasaklar. Eğer hükümet böyle yaparsa, ilk önce bu kanuna uyulması için zorlanacak olan dünyaya daha yüksek ahlâk ve fazileti göstermek amacıyla gönderil­miş olan Peygamber صلي الله عليه وسلم ümmeti olacaktır: “Biz Müslümanlar, her şeyden önce iyi ve güzel ahlâk sahiple­riyiz” Eğer biz mevcut kanuna aykırı hareket edersek dinimi­zin suçlusu olacağız. Eğer hükümet te bir şey yapmazsa, Müslümanların çektiği acıyı başkaları da duyunca, vatan­daşların ağızından mermi gibi çıkan sözlere, kalemşorların kalemlerinden çıkanlara kahkaha ile gülmeye devam ede­ceklerini mi sanıyorsunuz?[17] Eğer onlar bizimle ilerde bu muamelelere son vermek üzere bir anlaşma imzalasa, Müs­lümanlara, Allahları şuna izin vermemiş midir?

 Sizinle din hususunda muharebe etmeyen ve sizi di­yarınızdan çıkarmayanlara iyilik ve ihsan etmekten, on­lara adaletle muamele etmekten Allah sizi menetmez. Al­lah adalet yapanları sever” (El-Mümtehine: 8).

Bu gibi anlaşmaları imzalayan ilk ümmet, bütün dünya insanları için hayırlı olarak gösterilen ümmet olacaktır. Biz hem içimizden bu muameleleri kötü sayacağız, hem dilimiz döndüğü kadar bunda ısrar edeceğiz ve de hükümetin de ve vatandaşların da dikkatini buna çekeceğiz. Bugüne kadar söylediğimiz gibi, bundan sonra da bunu söyleyeceğiz ve daha gür bir sesle söyleyeceğiz: Bizi yurdumuzdan ve yuva­mızdan çıkarmak için ne kadar ısrar ederseniz edin, biz sizin için hep iyi düşüneceğiz ve sizin için hayırlı şeyler dileyeceğiz. Ve bu iyilikseverliğin bir parçası olarak elimizle de “nehy’i an’el münker” (kötü şeylerden menetmek) ve “emr’i bi’lmarûf” (iyi ve bilinen şeylere emretmek) hususundaki semavî görevi yerine getireceğiz, ta ki, vatandaşların hepsi ve komşularımız bunun kötülüğü ve zararı üzerine ittifak edin­ceye kadar. Kırık kalpler işte böyle bir araya gelecek ve bir gün inşaallah birleşeceklerdir.

İslâmi Hükümetler ve Devletlerle İlgili Hüküm

Meseleyi bitirmeden önce, değinilmeyen birkaç nokta daha kalmıştır. Onları niye bırakalım? İslâmî yasalar bize her koşulda yol göstermeye ve yardım etmeye hazırken, şer’î kanunun herhangi bir sebepten yürürlükten kaldırmış olduğu İslâm devletleriyle ilgili emirlerin ne olduğuna niçin bak-mıyoruz? Oranın hükümdarları, hakimleri[18] ve yöneticileri nasıl olsa Müslüman’dır. Şami’de bu hususta bir fetva yer almaktadır. Deniliyor ki: “Eğer bir ülkede oranın hükümdar veya yöneticileri İslâmî yasaları uygulamak gücüne sahip olmalarına rağmen uygulamıyorlarsa, o yine Dar-ül İslâm sayılacaktır.”

 Bundan anlaşılıyor ki, Cebel-i Duruz olarak da ad­landırılan Suriye’deki Cebel-i Teymullah bölgesi ve buna bağlı diğer bütün şehirler Dar-ül İslâm’dır. Zira, orada Dür­zilerin veya Hıristiyanların kanunu geçerlidir ve onların hakim ve savcıları da onların dinindendir. Onların bazısı Müslümanlara ve İslâm’a alenen söverler. Ancak İslâm Devletine bağlı oldukları ve bölgeleri her yönden İslâm ülkesiyle kuşatılmış için Müslüman hakim veya yönetici isterse orada bizim kanunlarımızı (yani İslâmî yasayı) uygulayabilir.” (Şami, s. 277, c. 3)

Bu demektir ki, hangi ülkelerde Müslüman hükümdar veya yöneticiler niyet ve iradelerine rağmen İslâmî yasaları uygulayamıyorsa, onlar Dar-ül İslâm olarak kalamaz.[19]Vallahü a’lam’u bis’savâb” (En doğrusunu en iyi Allah bilir).

Bu tür gayri-İslâmî ülkelerde cuma, bayram v.s. namaz­larının nasıl düzenlenmesi gerektiği sorusuna gelince, Şami’de bununla ilgili olarak şöyle yazılmıştır:

 Hangi şehrin yöneticisi kâfirlerin izniyle göreve gel­mişse, onun tarafından Cuma ve Bayram namazlarının kıldırılması, haraç toplanması, mahkeme kâdılarının atanması, ayrıca, dulların evlendirilmesi caizdir.” (Cami’ el-fusulin, s. 277, c. 3)

Ancak Müslüman olmayan bir ülkede gayri-İslâmî hü­kümetin atamış olduğu herhangi bir baş yönetici yoksa, onunla ilgili hüküm şöyledir.

 Yöneticileri kâfir olan bir ülkede Müslümanların kendi cuma ve bayram namazlarını kıldırmaları ve arala­rında danışarak kâdı atamaları caizdir; ancak Müslüman bir baş yönetici aramaları vâciptir.” (Cami’ el-fusulin, s. 277, c. 3)

Bundan şu da anlaşıldı ki, “Kâmil din” hangi konularda Müslümanlar şer’î meselelere ve mahkemelere başvurmak istiyorsa, onlarla ilgili olarak Müslüman olmayan ülkelerde onların ne gibi hareket etmeleri gerektiğini belirlemiştir. Ve herhalde, bu ayrıntılardan sonra, çağımızdaki Müslüman ve Müslüman olmayan ülkelerle ilgili hükümler de açıklık ka­zanmış oluyor.

 (Mevlana Gilanî yukarıdaki makalenin yayınlamasından sonra ilim çevreleri tarafından yapılan itirazlar üzerine kendisi aşağıdaki yazıyı kaleme almıştır.-derleyen).

1-Meselenin anlaşılmasında gayet tabii ki, bazı zorluklar meydana gelmiştir ve sanırım bu bazı yanlış anlamalara yol açabilir. Yazılanlar şundan ibarettir: “Müslüman olmayan bir hükümetin yönetiminde riba riba olmaktan kalkar. Bu da şu görüşe yer veriyor ki, Hanefi fıkhında, ister Müslüman olsun ister gayrimüslim, herkesle bu tür muameleler caiz­dir ve malları masûm değil, mubah olur. Oysa, amaç bu değildir. Aksine, bu hüküm sadece gayrimüslim milletler, örneğin, Yahudi, Hıristiyan, Mecusî ve Hindular gibi so­rumluluklarını herhangi bir İslâmî hükümetin üstlenmediği kimselere yöneliktir.” Aslında ben kendi görüşümü savun­mak için İmam Muhammed’in “Siyer-i Kebir”inde yer alan meşhur fetvasını nakletmiştim. Şimdi o fetvanın (kanunun) şu maddesini de onları tatmin etmek için naklediyorum:

 Ve eğer bu muamele Dar-ül Harb’te (Müslüman ol­mayan ülke) barış ve güven anlaşmasıyla oturmakta olan veya esir olan iki Müslüman arasında yapılmışsa, bu ta­mamen bâtıl ve merdûddur. Zira ikisi de her yerde İslâm yasalarına uymakla yükümlüdür.[20]” (Siyer-i Kebir, c. 3, s. 226)

Bir esir için fıkıh açısından cezaevinde olması illâ gerekmiyor; aksine, bir ülkeden başka bir ülkeye izinsiz veya pasaportsuz giremeyen herkes esir veya mahkumdur.[21]

2-İkincisi şu ki, şüphesiz, ben biraz aceleci davranarak makalemi başkalarına danışmadan yayınlattım. Bu hatalı ve âciz kul bu kusurunu kabul etmektedir. Ne var ki, ben bu yazıyı duygularımla ve heyecan içinde kaleme almıştım ve bunu Âlemlerin Rabbi çok iyi bilmektedir. Gerçek şu ki, bu mesele iki temel üzerinde bina edilmiştir. Birincisi, Hindistan bir Dar-ül Küfr’dür. İkincisi, Dar-ül Küfr’de İslâm’daki fasit akitler yoluyla masûm olmayan malların alınması mubahtır.

İlk nokta konusunda ben Hindistanlı birçok ulemâ, araştırmacı ve takvâ sahibinin görüş birliği içinde olduğunu gördüm. İkincisiyle ilgili olarak kendilerine pek danışmadı­ğım doğrudur. Sizin bahsettiğiniz isimlerin çoğu bendenizin hoca veya büyükleridir. Ben sadece Eşref Ali Thanvi Hz.nin görüşünü biliyordum. Onun bu konuda Hanefi fıkhının bazı ayrıntılarından tatmin olmadığını anlıyordum. Kendisi fetva­larında ve tefsirlerinde özellikle, giriş bölümünde hadislerden ve usullerden söz etmiştir. Ancak bendenizin görüşüne göre, İmam Ebû Hanife’nin tutumu Kitab ve Sünnet’le bağdaşır durumdadır. İmama göre, nasıl ki, “kendi canınızı öldürme­yin” yolundaki mensûs ve görünürde genel bir emir sadece Müslümanlarla sınırlıdır ve aksi takdirde cihad kanunu an­lamsız kalır. “Siz kendi mallarınızı aralarınızda caiz olma­yan yollarla yemeyin” ve bunun bir ayrıntısı olarak, “faiz yemeyin”le ilgili genel emir de sadece Müslümanlara özgü­dür.[22] Özellikle, “emvâl-ı muharreme” (haram kılınan mallar) ile ilgili nehiy emrinde “beynekûm” (aranızda) açıklaması da yer aldığı için, bu katl kanununun genel olmaktan daha özel hale gelmiş oluyor. Elbette ki, “ribâ” kanunu çok serttir. Ama katlden de mi daha serttir? Kur’ân bir kişinin katlini bütün bir insanlığın katli olduğunu belirtmiş ve cezasının cehennem azabı ve daimi şerefsizlik olduğunu ifade etmiştir. Ama kim bilmez ki, İslâm bu kanunun bir yönünü (yani, İmam Ebû Hanife’nin emvâl ile ilgili sahip olduğu görüşün yönü) sevap, hatta büyük sevap olarak nitelendirmiştir? Za­ten İmam hazretleri başka ne yapacaktı ki? Kur’ân’da şöyle buyurulmuştur:

 Allah, size, ele geçireceğiniz bir çok ganimetleri söz verdi.” (El-Fetih: 20)

Bunun anlamı, Müslümanların bu malları satın almaları mıdır, yahut verâset olarak almaları mıdır, veya onlara biri hibe mi edecektir? Ayrıca, zorla değil parasız ve zor kullanıl­madan alınan mallarla ilgili de açıklama vardır ki, şöyledir:

 Allah’ın kendi peygamberlerine onlardan (alıp ver­diği) ganimete karşı siz ne at sürdünüz, ne deve yürüttü­nüz. Ama Allah, peygamberlerini dilediği kimselerin üze­rine gönderip O’na üstünlük sağlar.” (El-Haşr:6)

Bu şey sadace savaş zamanı için vaat edilmemiştir, ak­sine herkes bilir ki,

 “Allah, iki gruptan birinin size sizin olacağını va’dde bulunduğu zaman.” (El-Enfal: 7)

Kim bilmez ki, bu taifelerden biri ticaret kafilesiydi; vaat de bulunulan buydu. Ve ne vaat edilmiştir? (O sizin için­dir). Müslümanlara onlar nasıl vaat edilmişti? Bey’ veya sa­tışla mı yoksa; ticaret, hibe,verâset, hediye, sadaka, olarak mı? Nasıl?[23] Eğer bu yol, Müslümanların mal tahsil etme yolu olarak kabul edilirse, o yol bâtıl mı olacaktır veya, “haksız yere birbirinizin mallarını yemeyiniz” kapsamına mı gire­cektir? Buhari’de yer alan bir hadise göre, Ebû Basir adlı sahabi Hudeybiye Anlaşması uyarınca Medine’de oturma iznini alamayınca bazı arkadaşlarıyla beraber deniz kenarına yerleşti. Ve onun geçim yolu neydi? Yine İmam Buhari’den dinleyelim:

 Vallahi, Kureyş’in bir kafilesinin Suriye’ye doğru git­mekte olduğunu öğrenince yolunu keser ve kafiledekileri katledip mallarını gasp ederdiler.”

Bundan daha çok açıklamaya gerek var mıdır? Kur’ân-ı Kerim’de sadece “kafile” sözü vardı, oysa burada bu gerçekleşmiştir. Bu kanun, Hanefi fıkhının mıdır, yoksa “Nusus-u Beyyine”yi mi gerektirmektedir? Tuhaf olan şu ki, hangi kanunla ilgili olarak İmam hazretleri bu madde ve ay­rıntıyı (yani ganimet kanunu) ortaya koymuşsa, o sadece Ümmet-i Muhammediyye için rivayetlere göre doğru sayıl­maktadır. Ama yine de, insanlar, ribâ işi başka milletlerle caiz olsaydı, Allah-ü Teâla, Yahudilerle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de şöyle niye buyururdu diye sormaya devam ederler:

 Ondan yasaklandıkları halde faiz almaları ve insan­ları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri nedeniy­ledir.” (En-Nisa: 161)

Şimdi, kendilerine ganimet malları haram olan Yahudi­lere, faiz niçin helâl olsun?[24] Ve bu da, onların sadece başka milletlerle bu işi yaptıklarının kanıtlanmasından sonra.[25] Mev­lana Şibli, siyerinde Ebû Davud’un rivayetini birkaç kez nak­letmiştir. Bunda yanılgıya düşmeyelim. Zira bu şiddetin te­meli “ğulûl meselesi” (yani ganimet mallarında dağıtılma­dan önce tasarruf yapılması) ne dayanmaktadır. Nitekim bizzat Hz. Semre bin Cündeb “Kabil” savaşında bununla ilgili açıklamayı yapmıştır. Ebû Lebid diyor ki, kendileri Kabil’de Semre bin Cündeb ile beraberdi. Adamlar ganimet mallarını bulur bulmaz yağma etmeye başladı. Bunun üzerine Hz. Semre kalkıp bir konuşma yaptı. Ve dedi ki, “Ben Hz. Pey­gamber’den  صلي الله عليه وسلم  onun “riba”yı yasakladığını duydum.” Bunun üzerine arkadaşlar mallarını geri verdi. Daha sonra Hz. Semre şer’i hükümlere göre dağıtımını yaptı. (Mecm’e-ül Fevaid)

Bunda malların asıl sahiplerine geri verildiği belirtilme­miş, sadece dağıtımdan önce yani “ğulûl”un yasaklandığı ifade edilmiştir.

Ribâ kanununun ne zaman çıktığı tartışılır.Faizi kat kat yemeyiniz ayeti çok önceden inmişti “Faizi kat kat artırarak yemeyiniz” (Al-i İmran: 130) ancak buna içki gibi aşamalı belirsiz emir diyebiliriz. Ancak ribâ’nın cüz’i alımına ilişkin hürmet Müslümanlarda hicrî 7.ci yılda başlamıştı. İmam Malik’in Muvattâ’sında Hz. Peygamber’in صلي الله عليه وسلم   Hayber’de bir gümüş tencerenin satışıyla ilgili olarak “siz ikiniz ribâ muamelesi yaptınız” dediği ve dolayısıyla bu satışın gerçekleşmediği kaydedilmiştir.

Bu demektir ki, Dar-ül İslâm’da bu kanun hicrî 7. yılda uygulanmaya başlamıştı. Fakat, tüm Arabistan’da ne zaman uygulanmaya başladı? Herkes biliyor ki, bu uygulama genel fetih sırasında değil, Veda Haccı sırasında başlamış “riba el cahiliyye” (cahiliyye faizi) kaldırıldığı Hz. Peygamber صلي الله عليه وسلم  tarafından açıklanmıştı. Bu göstermiyor mu ki, bir ülkede eğer İslâmî iktidar yoksa, bu işlerin niteliği, İslâmî iktidardan sonra değişiverir mi?[26] Yoksa, en azından Hz. Abbas رضي الله عنه ki, Veda haccından çok önce Müslüman olmuştu. Ve ribâ’yı almaktan, veda haccında değil, Hicrî 7. yıldan önce kesinlikle vazgeçmeliydi.[27] Şaşılacak husus şu­dur ki, bazı önde gelen âlimler bu Veda haccı rivayetinden dolayı İslâm öncesi alınan faiz bakiyesini Peygamberصلي الله عليه وسلم  niçin kaldırmadı? Gibi bir şüpheye ve tereddüde düşmüşlerdir.

Gayet tabii ki, ribâ anlaşmasının metniyle faiz alma hak­kına sahip olan biri faiz yiyici sayılıyorsa, tanınmış haklar neden kaldırılıyor biçiminde bir itiraz yapılabilirdi. Ne var ki, meselenin temeli ribâ hakkının doğması üzerinde değildir; ibahet emri devam edecektir. Ülke bir İslâm devleti haline gelirse, gayri masûm, masûm olacaktır. O zaman bu ma­sûma nasıl gayri masûm diyebiliriz?[28] Ve bundan dolayıdır ki, Necrân sakinleri İslâmî hükümete tabi olduklarını açıkladık­tan sonra onlara bu faizli işlere son verme emri verildi. Çünkü güvenlikleri güvence altına alınınca malları  da ma­sûm olmuştu.

Şimdi, bazı kimseler, sahabilerin gayri müslimlerle ribâ ile ilgili bazı özel işler yaptıklarına dair bazı kanıtların bulunup bulunmadığını sormaktadır. İmam Muhammed bu sorulara cevap vermek üzere “Siyer-i Kebir’de” Hz. Abbas’ın  رضي الله عنه örneğini vermiş ve kendisinin, Mekke fethinden önce bu işler için Medine’den o zaman henüz Dar-ül İslâm olmayan Mekke’ye gittiğini yazmıştır.[29] Aynı şekilde, Hz. Ebû Bekir’in رضي الله عنه ribâ değilse de, kumar işleri yaptığı ve Bedir sava­şından önce gelirleri aldığı hadislerden sabittir. Bu fiilinin[30] meysir ve kumar’ın inişinden önceye ait olduğunu söylemek çok zordur. Zirâ, İran’ın Bizanslılara yenilme günleri Kureyşli kâfirlerin Müslümanlara mağlup olma dönemine rastlıyordu. Bu muamelede Hz. Ebû Bekr’in عنه رضي الله karşı tarafı, Bedir’de ölen Ümeyye bin Halef’ti. Bahis 100 deve üzerine oynanmıştı. Hz. Ebû Bekr, عنه رضي الله hakkını varislerinden istedi, hakkı kabul edildi ve 100 deveyi aldı. Bu develer Me­dine’ye ulaştı. Bunların Bedir’den kaç yıl sonra Medine’ye geldiği bilinmiyor. Ama öfke ve üzüntü içindeki Kureyş’in Bedir’den hemen sonra insafa gelerek Umeyye’nin varisle­rinden Hz. Ebû Bekr’e عنه رضي الله  100 deve vermesi şartını yerine getirmelerini istediğini sanmak yanlış olur. Açıkça görülen husus şu ki, bu mesele, Hudeybiye Anlaşmasından sonra hallolmuş; hamr (içki) ve meysir (kumar)in hürmetiyle ilgili emir Uhud savaşı dolaylarında inmişti. Buhari de bu­nunla ilgili rivayetler vardır. O halde, galip ihtimal şu ki, bu olay, kumarın yasaklanmasından sonra meydana gelmiştir. Eğer bir kimse bu olayların tarih açısından incelenmesini istiyorsa, özellikle arapça bilmeyenler Mevlana Şibli’nin “Siret-ün Nebi” adlı eserine bakabilir.. Ne olursa olsun Siyer veya başka eserlerde böyle bir kayıt olmasa dahi bunlardan daha önemli Hz. Peygamber’in صلي الله عليه وسلم buyrukları ve hareketleridir ve bunu başka kimse değil; bizzat Hz. İmam Ebû Hanife nakletmiştir. İmam Şafiî, Kadı Ebû Yusuf’a daya­narak Hz. Ebû Hanife’den naklen şu rivayeti anlatmıştır:

Mekhûl’e göre Hz. Peygamber’in صلي الله عليه وسلم şöyle bu­yurduğu naklolunur: “Bir Müslüman ile bir harbî ara­sında ribâ yoktur.”

Bu rivayetin “mürsel” olduğunu kabul ediyorum, ancak sahabilerden örnek aramakta olanlar için bu tatmin edici bir rivayet değil midir? Çok tuhaftır, İbn Saad veya İsabe’den herhangi bir örnek verildiğinde buna insanlar çok değer veri­yor. Ama İmam Ebû Hanife bir merfu’ mürsel hadisi sun­duğu zaman buna “mürsel” deyip bir yana bırakıyorlar. Bu rivayet ile ilgili şu da deniliyor ki, bu haber-i vâhiddir ve bun­dan nassın hükmünü çıkarmak caiz değildir. Ancak en azın­dan nass bununla doğrulanmıyor mu? Bu, sahabilerden naklolunan bir örnek kadar değer taşımıyor mu? Herhalde, bu ayrıntılardan sonra bu sadece hânefi fıkhının bir meselesi olarak kalmıyor. Ben daha da ayrıntılara girebilirdim, ama zamanım yeterli değil. Ben İmam-ı Azam’ın bu konuyla ilgili fetvasını önemsemeye çalışanların bundan sonra ne yapa­caklarını beklemeyi yeğliyorum.

Bunun yanı sıra, Şâh Abdülaziz fetvalarında bir çok yerde bununla ilgili açık fetvalar vermiştir. Eğer onun fetvala­rına da itiraz edilirse, Hindistan’da hadisler mahfûz kalabilir mi? Cemiyet-ül Ulema’nın gazetesi, “El-Cemiyet”te de bu fetva yayınlanmıştır. Dar’ül Ulûm, Devbend’in müftüsü her ne sebepten olursa olsun, banka faizlerinin alınmasına dair fetva vermiştir. Kim haram mal alıp sadaka verme iznini ve­rebilir? Bana kalırsa, kendisi meselenin geniş kapsamlı oldu­ğunu biliyordu. Aksi takdirde ben bu fetvayı savunmaktan acizim. Mevlana Abdül Hayy da fetvalarında, Hindistan’ın adını anmadan, Dar-ül Küfr’de bunun gerekliliğine dair bir çok defa hükümler vermiştir. Benim bildiğim kadarıyla Bareli ve Badayun ulemasının da bu konuda herhangi bir itirazları yoktur. Bu nedenlerden dolayı ben makalemde fetva türün­den ifadeler kullanmamaya özen gösterdim ve mümkün olduğu kadar meseleyi açmaya çalıştım ve ulemadan Hin­distan’da bu meseleyi uygulama vaktinin gelip gelmediğini sordum.

Ama doğrusunu isterseniz, ben şahsen, sizin belirttiğiniz şüphe yüzünden bunu kaleme almak konusunda mütereddid idim. Sonra, bilemiyorum, hangi haksız zulüm­lerden sonra sabrım taştı. Müslümanlar yakıldı, soyuldu, evsiz barksız kaldı ve hala yapılmaktadır.[31] Ben bunları gö­rünce kendimi zaptedemedim. Başka bir çare görülmü-yordu. Malî savunma veya malî saldırı şekli önümde idi, sunulu ve bu nedenle, ben buna fey dedim. Zira Şami’de şöyle bir ifade vardır:

 Ve onlardan savaşsız veya onları yenmeksizin sulh malı gibi ne alınırsa o ne ganimettir ne de fey; ama bu­nunla ilgili hüküm, fey hükmüdür.” (s. 250, c. 3)

Şimdi, fey hükmünde, yani kapsamında olan bir şeye mecazen fey demenin ne sakıncası vardır? Ve izin verilirse, şunu arz edeyim ki, “zina” ihtimâli nedeniyle nikahı terk etme fetvası verilebilir mi? Ve eğer Müslümanlarda daha sonraki dönemlerde kavgalar başladıysa, bunlar kital kanu­nunun bir sonucu muydu? Bu gibi ihtimal ve tehlikeler ger­çekten var mıdır?

Ancak bununla birlikte ben, hükümetin sona ermesin­den sonra ufak ufak meseleler için küfr fetvası veren, nikahın feshi ve evlatlara gerek olmadığına ilişkin hüküm veren cahil hocalardan korkuyorum. Bu işler böyle giderse pek müm­kündür ki, her Müslüman başka bir Müslüman’ı kâfir ilan edecektir ve sonra, birbirine küfr etiketi yapıştırmaya çalı­şanlar aralarında öyle muamelelere başlayacaklardır ki, sonu kesinlikle cehennem azabı olacaktır. Keşke, bu mollalar bu çirkin hareketlerinden vazgeçse. Çünkü herkes kendi niye­tinden ve yaptıklarından kendi sorumludur:

 Herkes için niyeti önemlidir. Nitekim, kim Allah’a ve Resûl’e hicret niyeti ettiyse ve kim dünya nimetleri için hicret niyeti ettiyse ve kim bir kadın için hicret niyeti et­tiyse, onların her birinin hicreti, niyet ettiği şeye olacaktır.”

Bakarsanız, namaz da Cehennemin anahtarı oluverir. Ve insanlar gelişigüzel fetva verip birbirinin boynunu uçurmaya başlarsa, cihad’ın hürmetiyle ilgili kanun çıkarmak doğru mu olacaktır?

Bir şüphe de şudur: Bazı tasarruf bankalarında değil, ama genel bankalarda ve kooperatiflerde yönetici ve sahiple­rin isimleri arasında Müslümanlarınkine de rastlanmaktadır. Bu durumda ne olacak? İnsanların alışveriş yaptığı banka personelinin çoğu genellikle gayri müslim olduğu doğrudur. Ama onların sahipleri arasında Müslümanlar da bulunuyorsa, o zaman ne yapmalıyız?

Keşke, ulema biraz kafa yorsa. Örneğin, fakihler, “Me­sele-yi Cevâiz-üs Selatin”de neler yazmışlardır? Neyse, bunda benim bir çıkarım yoktur. Amacım sadece ulemayı bir konuda uyarmaktır. Ya faizin kaldırılması için kötülüklerle savaşan bir toplum gibi ses çıkarsınlar, ya da en azından, kanunların sınırında kalarak “inekliler” (Hindular) gibi yap­sınlar. Belki hükümet dikkat eder, ya da vatandaşlar mer­hamet eder. Belki de, faiz, inek kurban etmekten vazgeç­meye karşılık kaldırılır. Yahut sermaye sahibi Müslümanlar bir teşkilat kurup, başka milletlerin fakir ve zavallı Müslü­manlara yaptıkları muameleyi başka milletlere yaparlar.

 “Öyleyse kim size saldırırsa, onun saldırdığı gibi siz de ona saldırın.” (El-Bakara: 194)

Benim diyeceğim sadece budur. Yoksa, kendi çıkarları ve servetlerine servet katmak amacıyla bu mesele için ge­rekçeler aramakta ve bunun telaşı içinde yanlış ya da doğru, Kur’ân-ı Kerim’in mensûs bir emrini bozmak için deli divane olanlar şunu bilsinler ki, İslâmiyetin temeli para ve servet üzerinde kurulmamış, fakr veya fakirlik üzerine atılmıştır. Yükseklik ve yücelik ancak imanla olur. Para ve servet sa­hipleri eskiden de vardı ve şimdi de vardır. Kur’ân’ın emri o zaman da aynıydı:

 Onların mallarının ve çocuklarının (bolluğu) seni imrendirmesin. Allah bunlarla dünya hayatında onla azap etmek ve kâfir oldukları halde canlarının çıkmasını istiyor.” (Et-Tevbe: 55)

Ve şimdi de, biz Müslümanlar için bu emirde güç ve etki vardır. Biz ümmet fertleri şöyle dursun, efendimiz ve önde­rimiz Hz. Peygamber’e  صلي الله عليه وسلمbile şöyle emredilmiş­tir:

 Ve kendi gözlerini, benim dünya hayatının çiçekleri olan eşler verdiğim kimselere yükseltme. Ben onları bun­larla sınıyorum. Rabbinin rızkı senin için daha iyi ve kalı­cıdır.”

Bugün Avrupa’nın tanrılarına bakıp, “bizim de böyle ilâhlarımız olmalı” diye bangır bangır bağıranlara hatırlat­mayalım mı ki, ümmeti için ağladığınız zât yemin ederek buyurmuştur:

Allah’a and olsun ki, ben sizin için  fakirlik korkmuyorum. Ancak dünyanın sizden öncekilere olduğu gibi geniş nimetler sunup ta sizlerin de onun için onlar gibi birbirinizle rekabet etmenizden ve yine onlar gibi sizi oyalamasından korkarım.” (Buhari)

Siz diyorsunuz ki, Müslümanlarda para yoktur, altın yoktur, iyi ceketler yoktur, güzel elbiseler yoktur, şu yoktur, bu yoktur. Ama, Müslümanlar kiminse, bakın o ne demiştir: “Aptallar, siz cahillersiniz”. Bûhari’de şöyle buyurduğu an­latılmıştır:

 İster altın sikke sahipleri, ister gümüş sikke sahipleri, ister dantelli elbiseliler veya kara cübbeliler olsun bunlara taparcasına önem verenlerin hepsi düştü ve helâk oldu.”

Siz diyorsunuz ki, millet iflas etmiş, ölmüş, batmıştır. Oysa, bu millet kime aitse o diyor ki, asıl ölenler ve yok olanlar dirhem ve dinar hesabını yapanlardı. Siz şimdi bana söyleyin, Müslümanlar ne yapsın? Kimi dinlesin? Vallahi, gençek şu ki, yoksul olduğu ve iflas ettiği söylenen bu mille­tin sermayedârları faiz yedikçe yemiş ve 13 yıllık süre içinde 22 Rupi’yi 22 milyon Rupi yapmıştır. Böylelerinin yasını tutan çok olur. Size soruyorum, bu milletin bütün ferdi günde iki öğün yemek yiyebiliyor mu ki, faiz için birbiriyle yarışmakta­dır? Fert başına geliri bizimki kadar düşük olan başka bir millet var mıdır? Bunları bir yana bırakalım. Devlete sırtlarını dayandırmış faiz yemekte olanların işçilerinin durumlarını gazetelerde okumuyor musunuz? Peygamber صلي الله عليه وسلم ne kadar doğru söylemiştir:

 Eğer insanoğlunda iki vâdi mal varsa, üçüncüsünü isterdi ve ademoğlunun karnını (ikinci bir rivayette gö­zünü) topraktan başka bir şey dolduramaz.” (Buhâri)

Vallahi, Müslümanlar için bundan 1300 yıl önce söyle­nen nağme kâfidir:

 Ey Allahım ahiret hayatından başka bir hayat yok­tur.

(Tercüman’ül Kur’ân, Şaban 1355-Ramazan 1355; Ka­sım 1936-Aralık 1936).

 


 



[1]    İslâm fakihlerinin bu fetvası, denizlerde korsanların kol gezdiği ve İslâmî hükü­metin, deniz yollarına hakim olabilecek kadar güçlü olmadığı döneme aittir. Bunu genel emir veya daimi bir hüküm olarak görmek yanlıştır. Bu­gün eğer bir İslâm Devleti, diyelim ki, İngilizler gibi okyanuslara hükmedi­yorsa, o suların darül harp olduğuna karar veremeyiz. (Mevdudi)

[2]    Dikkat buyurulursa, bundan böyle ben “Gayri Müslîm” veya Müslüman olma­yanlardan, İslâmiyetin dışındakileri ve herhangi  bir İslâmi hükümetin onların can ve mallarını koruma sorumluluğunu üstlenmediği kimseleri kastediyorum (Gilâni)

[3]    Beraat ve savaşla ilgili emrin “kitâli” ve “musâfih” olan gayrimüslimlerle sınırlı olduğu, Müslümanlarla savaşmayan gayrimüslimler için ise bunun geçerli olmadığını düşünmek Kur’ân ve Hadis’ten habersiz olmanın sonu­cudur. Allahü Teâla, “ye’dikum ihda ettaifetin” “iki gruptan birini size vaat ediyor” gayrimüsâfih tüccar kafilesiyle ilgili söz vermiş miydi? Sahabelerin niyeti de buydu. Eğer bunu yapmak haram idiyse, Kur’ân bununla ilgili uyarıda bulunmalıydı. Hudeybiye Anlaşmasıyla ilgili olarak da, Ebû Basir adlı sahabi ve arkadaşları sadece ticaret kafilesi­nin mâsum olmayan mallarına el koymuşlardı. Hz. Ebû Zerr رضي الله عنه  de bir zamanlarda bunu diyordu. Neyse, ister kitâli ister gayrikitâli olsun, veya olmasın, gayri zimmi kâfirler “mübah’üddem ve’lemvâl”dır (malları ve canları mubahtır). Ebû Bekr el-Cessas tefsirinde şöyle demektedir:

ولانعلم احدا من الفقهاء يحظر (يمنع) قتال من اعتزل قتالنا من المشركين

Mevdûdî’nin Notu: Burada Mevlana Gilanî büyük bir hataya düşmüştür. Ken­disi “muharib” (savaşan) ve gayrimuharib (savaşmayan) taraflar arasın­daki farkı göz ardı etmiştir. “Muharib”, Müslümanlarla savaşmakta olan bir millettir. Böyle bir milletin bir ferdi ister onunla aramızda bir anlaşma olsun veya olmasın, malı mubahtır. Biz bunların ticaret kafilelerini esir alabiliriz. Bu milletin bireylerinin elimize geçmesi halinde, onları yakalayabilir ve mallarına el koyabiliriz. Mevlana Gilaninin verdiği örneklerin hepsi bu türdendir. Ancak bizimle savaş halinde olmayan bir milletin mal­ları, ister onunla aramızda bir anlaşma olsun veya olmasın, bizim için mu­bah değildir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:

      Sizinle din hususunda muharebe etmeyen ve sizi diyarınızdan çıkarma­yanlara iyilik ve ihsan etmekten, onlara adaletle muamele etmekten Allah sizi menetmez.” (El-Mümtehine: 8)

[4]    Eğer Mevlana Manazır Hasan Gilani’nin bu hukuki yorumunu kabul edersek, bu demektir ki, eğer Hindistan’da bir gayri müslimin malını gasp eden, çalan veya rüşvet ve hıyanetle alan bir Müslüman sadece ülke yasaları uya­rınca suçlu sayılacaktır. Ve dinen sadece anlaşmayı bozma fiilinden dolayı günahkar sayılacaktır. Yani, böyle bir kişi, bizzat haram kılınan İslâm Huku­kunun ilgili fiillerine göre hiçbir yükümlülük taşımayacaktır. Ayrıca, gayri müslim bir hükümette Müslüman bir kadın meslek olarak fuhuşu seçer ve gayri müslimlerden zina ücreti alırsa, aldığı kazanç ta helâl sayılacaktır. Zira, gayri müslim hükümetin kanunları bu mesleğini caiz kılıyor ve kendi­sine fahişelik yapma ruhsatı veriyorsa, o anlaşmayı bozma suçunu işle­memiş olacaktır. Ve İslâm Şeriatı, ne şekilde alınırsa alınsın, gayri zimmi kâfirin malını mubah kılıyorsa, o kadın Şeriat açısından da haram yeme suçunu işlememiş olacaktır. Belki de, Mevlana Gilani çıkan bu sonucu ka­bul etmez, ama onun istidlâl şeklinin mantıksal sonucu budur. (Mevdûdî)

[5]    Dar-ül Harb”ten kasıt, Müslümanlarla savaşmakta olan, kendisiyle İslâmî hükümetin herhangi bir anlaşması olmayan ve oraya İslâm devletininin Müslüman reayasının (fertlerinin) savaş halindeyken düşmanca olmayan işler ve ticaret için gittiği bir ülkedir. Hanefî mezhebinin bu maddesi, bir Müslüman topluluğunun, reaya olarak yaşadığı ve kendi imkanlarına göre kendi medeni kanununu uygulama hakkına sahip olduğu bir Dar-ül Küfr’e tatbik edilemez. Mevlana Gilani’nin görüşündeki temel yanlışlık şudur ki, kendisi her gayri zimmi kâfiri “düşman” ve her gayri müslim beldeyi bir “düşman ülke” zannediyor. Bu, İslâm’ın, Devletler Hukukunun tamamen yanlış yorumudur. Bir gayri müslimin malı ve kanı, sadece savaş halinde mubahtır, ve o da, İslâm Devleti için, yoksa, “düşman” ilan ettiğiniz gayri müslim hükümetin Müslüman reayası için değil. Hanefî mezhebinin gayesi sadece şudur ki, eğer bir Müslüman, düşmanın ülkesine can güvenliğiyle gittiği zaman, orada fasit akitlerle bey’ ve şirâ yapabilir. Bu izin iki nedene dayanıyor: Birincisi, düşmanın malı aslında mubahtır. Bu mal cebirle alı­nabileceği için fasit akitlerle alınması tabi ki, daha da caizdir. İkincisi, savaş hali, çaresiz ve zorunlu bir durumdur ve bu durumda haram, helâl oluverir. (Mevdûdî)

[6]    Buradaki genelleme dikkate değerdir. İmam Muhammed’in böyle yazdığı doğrudur. Ancak bu, kayıtsız şartsız kabul edilemez. Ayrıca, bir Müslü­man’ın Dar-ül Harb’e gidip içki satışına başlaması, yahut bir genelev aç­ması, ya da, Müslüman bir kadının fahişeliğe başlaması da caiz olamaz. (Mevdûdî)

[7]    Böyle bir şey galiba, İmam Ebû Hanife Hz.’lerinin aklına da gelmemişti ki, düşman bir ülkeye eman sözüyle varıp faaliyet gösteren Müslüman tüccar ve ziyaretçiler ile ilgili olarak açıkladığı kanun hükmünün, gayri İslâmî sö­mürgelerde ve topraklarda daimi ikamet etmekte olan ve gayri müslim bir hükümetin yönetiminde hiç olmasa, İslâm’ın ekonomik ve medeni kanun­larına göre yaşayabilme özgürlüğüne sahip olan on milyonlarca Müslü­man’a uygulanabilecektir. İmam Hz.’lerinin beyan etmiş olduğu kanun sa­dece, bir Müslüman’ın ticaret veya iş amacıyla can güvenliği güvencesiyle gittiği Dar-ül Harb (savaş halindeki bir ülke) ile ilgilidir. Onun anlatmak is­tediği, gayri müslim bir hükümetin yönetiminde daimi ikamet ettikleri bir ülkede Müslümanların, İslâm’ın ekonomik ve malî yasalara uymaları ge­rekmediği veya malî açıdan, İslâm’ın yasaklamış olduğu ve haram kıldığı her şeyi yapabileceği kesinlikle değildi. Böyle bir yerde, Müslümanların mümkün olduğu kadar sadece gayri İslâmî ekonomiden kaçınmaları değil, aynı zamanda, bu düzeni değiştirmek ve yerine İslâmî bir düzen kurmak için ellerinden geleni yapmaları farzdır. Oysa, Mevlana Gilani’nin İslâmî ya­sayla ilgili yorumunun sonucu, Hindistan’da yaşayan on milyonlarca Müs­lüman ülkenin ekonomik ve medeni düzenini değiştirmek için bütün güç­lerini kullanmaktan vazgeçecek ve bu fasit sistemin bir parçası haline gele­ceklerdir. (Mevdûdî)

[8]    Tirmizi’de yapılan açıklamaya göre bu bahis, “tahrim-i rihan” (yani, bahsin haram kılınması) ile ilgili emrin gelmesinden önce oynanmıştı. Tefsir-i İbn Cerir’de böyle bir açıklama yer almıştır. Ayrıca, Tefsir-i Beydavi’de şu söz­lere rastlanmaktadır: Hz. Ebû Bekr رضي الله عنه bu bahiste kazandığı malı Ubeyy bin Halef’in رضي الله عنه mirasçılarından alıp Rasûlullah صلي الله عليه وسلم’a teslim etti. Rasûlullah  صلي الله عليه وسلمbunun sadaka verilmesini is­tedi. Demek ki, bu mekrûh bir maldı; düşmandan alınmıştı, ama şahsen kullanıl-mamıştı. (Mevdûdî)

[9]    Hanefi fıkhında savaş halinde olduğumuz bir ülke (darülharp) ile ilgili yer alan hüküm ve yasal noktaları Hindistan’a göre yorumlamak ve buranın şartlarına uygulamak suretiyle Mevlana Gilanî büyük bir yanlışlık yapmak­tadır. Ona kalırsa, Hindistan’da kumar, piyango ve at yarışı gibi şans oyunlarıyla Müslümanlar büyük paralar kazanabilir. Çünkü onlar için bu temiz bir gelirdir. Bu fetvayı kabul edersek ekonomik açıdan Müslümanlar ile gayri müslimler arasında herhangi bir fark kalmayacak ve ekonomik ya­şantıları bakımından tüm Hintli Müslümanlar, gayri müslim olacaktır. Mevlana’nın esas hatası, bir İslâm devletinin, sorumluluğunu üstlenmiş ol­duğu her gayri müslimin malını mubah saymasıdır. Kur’ân ve Hadis’in herhangi bir hükmü bu yönde değildir. İkiinci hatası, aslında İslâmî terim açısından Dar-ül Harb olmayan bir Dar-ül Küfr’ü, Dar-ül Harb saymasıdır. Bu sadece yanlış bir yorumlama değil, aynı zamanda, sonuçları açısından Müslümanların ulusal yaşantısı için de öldürücüdür. Hindistan, elbette ki, İngiliz İmparatorluğu buranın İslâmî yönetimini yok ederken bir Dar-ül Harb idi. O zaman, Müslümanların görevi ya bu İslâmî yönetimi korumak için canlarını feda etmeleri ya da bunda başarısız ol­maları halinde burayı terk etmeleri idi. Ne var ki, yenilgiye uğramaları, İngi­liz egemenliğinin kurulması ve Müslümanların kendi medeni kanunlarına göre serbestçe yaşamayı kabul etmelerinden sonra bu ülke artık bir Dar-ül Harb değildir. Aksine, bu öyle bir Dar-ül Küfr olmuştur ki, burada Müslü­manlar reaya olarak yaşamakta, ülke kanunları çerçevesinde ve kendi din­lerine göre hayat sürmekte serbesttirler. Böyle bir ülkeyi Dar-ül Harb ilan etmek ve sadece Dar-ül Harb’ın zorluğu nedeniyle tanınan kolaylıklara uymak İslâm hukukunun ilkelerine aykırıdır ve aynı zamanda çok tehlikeli­dir. Bunun sonucunda Müslümanların bu ülkede sahip oldukları bazı İslâmî yasalara uyma özgürlüğünden kendi kendilerine vazgeçmesi de­mektir. Onların varlığını korumakta olan şeriatın geri kalan hududu da kalmayacak ve Müslümanlar tamamıyla gayri İslâmî bir düzende erimiş olacaklardır. Çaresizlik halinde, toplumsal herhangi bir güç veya etkiye sa­hip olmayan ve düşmanlarla çevrili olan Müslümanların dağınık bireyleri için İslâmîyet bazı yasal yükümlülüklerini hafifletiyor ve kolaylıklar sağlıyor. Ayrıca, Müslüman-ların böyle bir diyarda kalmamalarını ve en kısa zamanda Dar-ül İslâm’a dönmelerini emrediyor. Mevlana Gilanî ise bu istisna ve ko­laylıkları, on milyonlarca sayıda bulunan ve daimi olarak bu ülkede ikamet etmekte olan büyük bir topluluğa yaymaktadır. Dar-ül Harb’ın emirleri böylesine büyük bir topluluk veya millete yönelik değildir. Böyle bir millet aslında mümkün olduğu kadar en fazla İslâmî kurallara uymaya çalışmalı ve aynı zamanda, bu Dar-ül Küfr’ü bir Dar-ül İslâm yapmak için bütün gü­cünü kullanmalıdır. (Mevdûdî)

[10]   Şami’de şöyle denilmiştir: “Ve onlardan herhangi bir savaş veya zor olmaksızın alınan şeyler, yani haraç veya barış malı gibi, bu ne fey ne de ganimettir, aksine bunun için “fey” emri (hükmü)  uygulanır.” (s. 25)

Fethu’l-Kadir’de şöyle buyurulmuştur: “Bu iktisâb-ı mübah olanlardandır, örneğin, odun toplamak ve balık tutmak gibi.”

Fey’in tanımı, “Sübül el-selam”da şöyle yapılmıştır: “Müslümanlara, kâfir-lerin mallarından savaş veya cihat olmaksızın geçen  mal

Ve Kur’ân-ı Kerim’de Benî El-Nazir topraklarıyla ilgili şu sözlere rastlamak-tayız: “Üzerinde ne atlar nede develerle gitmediğiniz ve uğraşmadığınız (top­raklar).

Tüm hadis kitaplarında bu fey geliriyle, Ehl-i Beyt’in kişisel masraflarının karşı­landığı kaydedilmiştir. (Gilani)

[11]   Kur’ân-ı Kerim’in dilinde “fey sadece savaş halindeki bir ulustan “kitâl” olmaksızın alınan mala denir. Haşr sûresini okuyun. Hep savaş halinden söz edilmiştir. Benî El-Nazir’e sefer düzenlendi. Henüz savaş başlamadan onlar teslimiyet bayrağını çekti ve sürgüne gitmeyi kabul etti. Bu şartlarda Müslümanların eline geçen mala “fey” denildi. Bu terim, barış halinde kendileriyle savaşılmayan kâfirlerden kumar, piyango, faiz ve diğer benzeri şekilde gayri-İslâmî yollarla alınan gelirlere nasıl tatbak edilebilir? Ayrıca, buna “fey” desek de, Müslümanlar halkın bireyleri bunları tek tek nasıl kullanabilir? Fey mallarıyla ilgili Kur’ân’ın emri açıktır, bunlar devlet hazine­sine yatırılmalıdır ve hayır işleri için kullanılmalıdır:  Allah’ın, memleketler halkından, peygamberine (fey olarak) verdiği gani­metler; Allah’a Rasûlu-ne, akrabasına, yetimlere, fakirlere ve yolda ka­lanlara aittir.” (El-Haşr: 7) (Mevdûdi)

[12] Titiz ulemâ, faizli paranın bankaya bırakılmasının kafirlerin gücüne güç katacağı düşüncesiyle faizin bankadan alınıp fakir Müslümanlara sadaka verilmesi veya Müslümanların refahı için kullanılması hakkında fetva ver­mişlerdir. Bu fetva çok yerindedir fıkıhta mahsurlu mallarla ilgili böyle bir hüküm vardır. Yani eğer yanlışlıkla böyle bir mal alınmış veya herhangi bir mecburiyet veya maslahat için alınmışsa, sadaka verilmelidir. Kısacası, Mevlana Gilanî’nin bahsettiği zarardan kurtulmak için illâ faizi, fey yapmak gerekmemektedir. (Mevdûdi)

[13]   Banka faizleriyle ilgili bir kerahet sorunu da şudur ki, bankaya emanet olarak yatırdığımız paraları banka yöneticileri ve yetkilileri diğer işlerin yanı sıra fa­izli borç işlerine de yatırıyor ve kimlere bu faizli borç veriliyorsa, onlarda Müslümanlar ve gayrimüslim hepsi yer alıyor. Bu şekilde, bizim bankadan tahsil ettiğimiz faiz sadece gayrimüslimlerin ceplerinden değil aynı za­manda Müslümanların da ceplerinden çıkıyor. Başka bir deyişle, biz Müs­lümanlardan doğrudan değil, banka aracılığıyla faiz yiyoruz. Mevlana Gilanî bu itirazı şu istidlâlle reddediyor: “Harbî” bankacı bizzat bizim emanetimiz­den herhangi bir Müslüman’a borç para vermiş ve ondan faiz aldıysa, bu faiz parası caiz olarak onun malı olacaktır. Şimdi, bundan sonra eğer biz kendi emanetimizden faiz aldıysak biz güya Harbi’nin (bizim için tayyıb ve helâl olan) malını gasp ettik demektir. Şimdi sorun şudur: Bu kafir harbî bizzat bizim verdiğimiz silahla Müslümanları boğazlıyor ve daha sonra onla­rın etinden bize de pay veriyorsa, biz kendi silahımızı ona niye verelim? Gilani bey buna dikkat etmemiştir (Mevdûdi)

[14]   Burada aslında vatana bağlılık veya millete ihanet gibi bir sorun kesinlikle yoktur. İman sahipleri sadece Allah tarafından kesinlikle haram kılındığı için faiz almaktan kaçınırlar. Siz bu engeli bir kaldırın göreceksiniz başka bir delile gerek kalmayacaktır. O zaman Serhadlı Patanlar gibi Hintli Müs­lümanlar da faiz yiyiciliği konusunda Marvarilerden (Hindistan da Yahudiler gibi faiz yiyicilikleri ve tefecilikleri açısından ün yapmış olan gayrimüslim bir topluluk) on adım ileride olacaklardır. (Mevdûdi)

[15]   Zehiri alıp bir kenara atmak elbette ki, yardımseverliktir; ama zehiri başka-sın­dan alıp ta iksir sanarak kendi içmek ne yardımseverliktir ne de akıllılık. (Mevdûdi)

[16]   Hindu, Yahudi ve Hıristiyan hepsi birbirinin yüzüne tokat atmaktadır ve bu işi yüzyıllardan beri yapmaktadırlar. Ne var ki, tokadın acısını duymalarına rağmen sonuç ve etkilerini anlamaktan âcizdirler. O halde, Müslümanların bazı hafif tokatların, onları (Hindu, Yahudi ve Hıristiyanları) bu suçu işle­mekten vazgeçecekleri kadar uyarabileceğini nasıl umabiliriz? Mevlana Gilanî herhalde sanıyor ki, faiz verenler sadece Müslümanlardır; Müslüman olmayanlar ise faiz alır ama vermezler. Onun için diyor ki, Müslümanlar da faiz almaya başlayınca, faiz yiyici gayrimüslimler telaşlanacak ve nihayet, Hindistan hükümeti faizli alışverişi yasaklayacaktır. Ancak gerçek böyle de­ğildir. Tüm gayrimüslim milletler hem faiz alır, hem verir. Müslümanlar onlardan faiz alıp onlara yeni bir şeyi tattırmayacaktır. Aksine, kendileri yeni bir şey tadacaklardır ve bundan mest olup “phao” ile “phaosuz” ara­sındaki farkı unutacaklardır. Ayrıca, Müslümanlarda öyle büyük tefeciler de yoktur ki, onlar bu işe soyununca diğer bütün tefeciler telaşlanıp faizin ya­saklanmasıyla ilgili kanunun çıkmasını isteyeceklerdir.

[17]   Vallahi, onların kahkahaları o zaman da durmayacaktır, hatta, bir kahkaha daha atacaklardır ve diyeceklerdir ki, ekonomik ve malî konularda İslâm’ın kurallarının uygulanamayacağı bir kez daha kanıtlanmıştır ve faizin pratik hayatımızda yasaklanması mümkün değildir. Nasıl ki, boşanma, verâset ve nikah gibi konularda onların dini yasalarındaki değişikliğe itiraz ettiğimiz gibi, onlar da İslâm’ın “zaaf”ını dünyaya anlatmaya çalışacak ve sizin deği­şik tavrınızı örnek olarak göstereceklerdir.(Mevdûdi)

[18]   “Emr’i bi’lmaruf ve nehy’i an’il münker’in bu çok garip yöntemidir ki, başkala­rını menettiğimiz kötülüğe kendimiz müptela olalım. Bu tıpkı şöy­ledir. Bir kişi içki içip kavga ediyor ve içki içmemekle ilgili nasihatleri bir ta­rafa atıyor ve biz ona inat kendimiz içki içiyoruz, olay çıkarıyoruz ve kavga ediyoruz ve kendisine diyoruz ki: “Bak, içince böyle hayvanlaşıyorsun ve başkalarını rahatsız ediyorsun. Şimdi bize söz vereceksin, bundan sonra içki içmek yok. Yoksa, biz de senin gibi içip senden daha çok gürültü çıkaracağız.” Böyle bir nasihat şekli içki içmeme anlaşması için yararlı ol­mayabilir. Ancak akşamcılar meyhanenin kapısında âbid ve dindar bir ki­şiyi görünce şöyle bir nara atabilirler: “Meyhanecilerin arasına şeyhin ge­lişi mübarek olsun.” (Mevdûdi).

[19]   Mevlana Gilanî herhalde, demek istiyor ki, Hindistan’daki Müslüman Devlet­çikler de Dar-ül Harb kapsamına giriyor ve gayrimüslim reayaları da, mal­ları mübah olan “harbî”dir. Oysa, böyle bir içtihadın en azından Hanefî fık­hında hiçbir yeri yoktur. Bu hususta fakihlerin açıklamalarına bakılabilir. El-Muhtar et’Tahtavi’nin zeylinde, Fetava Bezzaziye’de: “Bir yerle ilgili olarak eğer tüm şartlar mevcut bulunursa orası darülharp olur deliller ve şartlar yetersiz olursa olduğu gibi bırakılır ya da ihtiyati olarak darüleslam ol­duğuna dair hüküm tercih edilir.” ve Hazane’t’ül Muftîn’de buna dair açık emirler vardır. Bu açıklamalardan sonra kim Hayderabad, Bhupal ve Junagadh devletçiklerinin Dar-ül Harb ve gayrimüslim reayasının “harbî” olduğunu söyleyebilir? Fıkh-i İslâmî’de Dar-ül Harb’ın, Dar-ül İbahe’nin (Bazı haramların mubah olabildiği yer/ülke) ikinci adı olduğunu ve burada İslâmî yasaların çoğunun geçici olarak gevşetildiğini herhalde, Mevlana Gilanî bilmektedir. Eğer bu geçici mubahlar kalıcı hale getirilirse, Müslü­manların Müslüman kalması mümkün değildir. Örneğin, Lord Wolsely’nin önerdiği ittifaka Hayderabad’ın katılmasına İslâm uleması bunun Dar-ül Harb ve aynı zamanda Dar-ül İbahe olduğunu ilan etmişlerdir. Eğer bu gerçekleşseydi 136 yıl içinde bu devletçiğin Müslümanlarının kimliği öyle­sine bozuldu ki, bugün İslâm ülkelerinin hiçbir vatandaş onların Müslüman olduğuna inanamaz. (Mevdûdi)

[20] Bundan sadece İslâm Devletinin iki vatandaşının başka bir ülkede birbirin­den faiz alamayacakları kanıtlanmaktadır. Ancak Dar-ül İslâm’ın reayasın­dan Müslüman bir birey can güvenliği anlaşmasıyla Dar-ül Harb’e girerse, oranın Müslüman vatandaşlarından faiz alabilir. Çünkü, Hanefi fıkhında bir “kâfir-i harbi” gibi o Müslüman’ın malı da masûm değildir. Bahru’r-Raik’te şöyle denilmiştir:

     Dar’ül Harb’te Müslüman olan bir kişi oradan hicret etmese Harbîler gibi­dir. Çünkü onun malı Ebû Hanife’nin mezhebine göre masum değildir. Müslüman’ın onunla beraber faiz yapması caizdir.” (Cilt 6, s. 147)

Böylece, Mevlana Gilani’nin yorumuna göre eğer Hindistan bir Dar-ül Harb ise Serhad’ın patanlarının Hindistan’da sadece Hindular değil, Müslümanlar­dan da faiz alması helâl ve tayyıb olacaktır. Sadece bu değil, buna göre, buranın Müslümanları kumar da oynayabilir ve haram şeyler de satabilirler. (Kemani El-Fetih, c. 5, s. 300) (Mevdûdi)

[21]   Eğer esirin tanımı sadece buysa, Hindistan’daki tüm Müslümanlar, “müste’min” değil, esir ve mahkûm sayılacaktır ve esirle ilgili hükümler müste’mininkinden çok farklıdır. Savaş esiri için ülke kanunlarına uymak da gerekli değildir. Hırsızlık, katl ve rüşvet verme hakkına da sahiptir. Bahru’r-Raik’te şöyle denilmiştir:

Esiri eğer kendi arzularıyla serbest bırakırlarsa başkalarına tecavüzü mu­bah olur. Çünkü, o gayri müstemen bir kişidir. O da hırsızlık gibidir. Öyle birinin kadınlara tecavüz hariç kişileri öldürmek ve hırsızlık gibi işleri yapması caizdir.” (Cilt, 5. s, 107).

Eğer kanunun amaçları bir yana bırakılarak sadece sözlerine bakarsak özgür­lüğün daha çok imkanları bulunabilir. (Mevdûdi)

[22]  Mevlana Gilanî’nin bu açıklamasından öyle anlaşılıyor ki, kana saygı, mal kazanmada haram ile helâl arasındaki ayırım ve faizin hürmeti güya hepsi Müslümanlara mahsustur. İslâm’ın dışında gayrimüslim insanların kanının ne bir değeri vardır, ne de onlarla malî işlerde helâl ile haram farkına riayet gerekmektedir. Bence, İslâmî yasaların bundan daha yanlış ve kötü yo­rumu olamaz. Kur’ân-ı Kerim’de açıkça buyurulduğu gibi:

     Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin..” (En’âm: 151)

     Her insanın canı hürmete layıktır. Helâl olabilmesinin tek yolu, ona dair bir haklılık isnad etmektir. Cihad’da bu haram, tıpkı kısasta bir Müslüman’ın haram kanının helâl olduğu gibi, “hak” için helâl oluverir. Eğer İslâm usû­len kâfir-i gayri zimmi’yi “harbî” ilan etmişse, bu demek değildir ki, her Müslüman, imam ve cemaatten ayrılıp istediği zaman her gayri zimmi kâfir üzerine “hak” iddia ederek onu soysun veya katletsin. İş bu raddeye ge­lirse, bir Müslüman ile bir anarşist arasında ne fark kalır? Gerçek şu ki, İs­lâmiyet bu tür mal kazanma ve harcama yollarını kesinlikle haram kılmıştır. Ve bunlar böyle kabul edilmelidir. Bir Müslüman’dan mal almanın hangi türü haramsa, bir kâfirden o tür almak helâl olamaz. (…Birbirinizin malla­rını haksız yere yemeyiniz…) Bu emirlerden hangisi sadece Müslümanlar arasındaki işlerle sınırlı kılınabilir? Eğer Müslümanlar böyle bir davranışın içine girerse, yani bir yandan içkiye haram dese ve diğer yandan kâfirlere içki satsa, kumara haram dese ve gayrimüslimlerle kumar oynasa, domu­zun haram olduğunu söylese ve bunu domuz yiyenlere satsa ve bir yan­dan, gayri müslim kavimlerle faizli alışverişe helâl ve tayyıb dese, İslâm dini gülünç olup çıkar ve aklı başında kimse bu dini kabul etmeye razı olmaz. Maalesef, Sayın Gilanî bu yanlış telakkiyi İmam Ebû Hanife’ye mal etmek­tedir. Oysa, İmam Ebû Hanife’nin bu genel emirlerle ilgili olarak koyduğu istisnalar sadece savaş halinde ve savaşın gerektirdiği durumlarda geçerli­dir. Kendisi hiçbir zaman, bütün bir Müslüman topluluğunun daimi olarak gayri müslimlerle ticarî ve malî işlerde helâl ile haram arasındaki farkı kal­dırıp kuşaktan kuşağa ve yıllar yılı böyle bir haram yiyicilikle yaşamalarına izin vermemiştir.

[23] Bu savaş halindeki bir milletin ticaret kafilesiydi. Gerçi bu kafile fiilen savaşa katılmıyordu. Fakat savaş yasasına göre düşmanın ticaretini engellemek, ticarî gemi veya kafilelerinin yollarını kesmek, onlara el koymak ve malla­rını zaptetmek tamamen caizdir. Mevlana Gilanî, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in kendi döneminde, savaş hali yokken gayri zimmi kâfirle­rin mallarını mubah kıldığı ve Müslüman’ın istediği gayri zimmiyi soyabile­ceğine dair bir emir verdiğini söyleyebilir mi? (Mevdûdî)

[24] Yahudiler için ganimetin helâl olup olmadığını bilmiyoruz, ancak fey’in helâl olduğunu biliyoruz. Kur’ân, onlara Yüce Allah’ın bütün bir memleket verme vaadinde bulunduğunu ispatlamaktadır. Gayet tabii ki o memleketin tüm malları onlar için feydi, yoksa vaat edilen toprakların mallarının Yahu­diler tarafından zapt edilmesinin nasıl caiz olduğu bize anlatılsın. Yani bey’ (satma) ve şira’ (satın alma) ile mi? Çünkü bu ne hibe, ne sa­daka ne de hediye idi. (Mevdûdi)

[25] Bunu ispatlamaya ne gerek vardır? Kur’ân’da kesinlikle “emval-ün nâs  (insanların malları) ifadesi kullanılmıştır. Bizzat sizin beyan ettiğiniz kural yani, “emvaluhum beynehum (kendi aralarında birbirlerinin mallarını) denmediği için, demektir ki, o Yahudiler ve diğer milletler hepsi bugün ol­duğu gibi, faiz yiyiyordu. (Mevdûdi)

[26] Bundan sadece bir ülkede faizli muamelelerin yasaklanmasıyla ilgili genel emri, Müslümanların o ülkenin yönetiminde söz sahibi oldukları ve kendi emirlerini gayri müslimlere de uygulama gücünde oldukları halde verebil­dikleri sabit olmaktadır. Aklı başında olan herkes, bir ülkeye hakim olma­dan herhangi bir kanunu uygulayacak durumda olmadığını anlar. Şimdi, Rasûlullah  صلي الله عليه وسلم   riba el cahiliyye”nin kaldırıldığına ilişkin emri, aslında ribel cahiliyye’yi alan ve verenlere hakim olmadan nasıl verebilirdi? Onun için görüyoruz ki, tüm Arabistan’da faizli işlere son verilmeden önce Rasûlullahصلي الله عليه وسلم  kendi emrindekilerin (Müslümanların) faizli alışve­riş yapmalarını yasaklamıştı.(Mevdûdi)

[27] Hz. Abbas’ın, İslâmîyeti kabul ettikten sonra Mekke’ye döndüğü ve Müslü­man olduktan sonra faizli işler yaptığına ilişkin ayrıntıları Hz. Peygamberin صلي الله عليه وسلم  ‘in bilmediğini hepimiz biliyoruz (Bkz. Mebsût, Sarahsi, c. 14, s. 57). Ve Rasûlullah’ın  صلي الله عليه وسلم  bundan ne zaman haberdar ol­duğu da bilinmiyor. Her neyse, Rasûlullah, صلي الله عليه وسلم  Veda haccı sıra­sında Allah’ın emrine göre ribâ’nın genel yasağını açıklayınca herkesle beraber, Hz. Abbas’ın رضي الله عنه faizli bakiyeleri de kaldırıldı. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Hz. Peygamber’in صلي الله عليه وسلم   Hz. Abbas’aرضي الله عنه   fa­izli alışverişler yapmasına izin verdiğine ilişkin kesin bir kanıt yoktur. (Mevdûdi)

[28] Kur’ân’ın emriyle ilgili bu yorum doğru değildir. İbahet meselesinin bu me­sele ile ne ilgisi vardır? Kur’ân’da denilen şudur: “Kim ki, Allah’ın nasihatını dinleyip faiz yemekten vazgeçer, daha önce yemiş olduğu faiz ona muaftır ve bu ondan geri alınmayacaktır.” “Ve artık senin in­sanlardan alacağın faizleri bırak.” “Eğer bu emre uymazsanız, Allah ve Resûlü ile savaşmaya hazır olun.” Bu emirler ve politika tamamen hik­met doluydu ve her hükümet herhangi bir yasağı koyarken böyle hareket eder. Kanunun çıkmasından önce alınan ve verilen faizinin geri verilmesi istenseydi, bitmez tükenmez davalar ortaya çıkardı. Ve bu açıklamadan sonra birikmiş faizlerin alınmasına izin verilseydi, kanun etki­siz ve geçersiz olur, ve bakiyelerin ödenmesinin ne zaman biteceği bilinmezdi. Demek ki, faiz ve bununla ilgili muameleleri bıçak gibi kesmek hikmet-i teşri’ açısından etkin bir yöntemdi. (Mevdûdi)                                          

[29] Hz. Abbas’ın عنه رضي الله bu faizli ticaretinin, Hz. Peygamber صلي الله عليه وسلم ’in bilgisi dahilinde ve izniyle yapıldığını varsaysak, Arabistan’ın genel fethin­den önce Mekke ve çevresindeki tüm kabilelerin Müslümanlarla savaş ha­linde olduğu bir gerçektir. Fetihten sonra elbette ki, Mekke İslâm Devleti­nin yönetimi ancak çevresinde yaşayan müşriklerle hala savaşıyordu. Onun için, bu örnek en fazla şunu kanıtlayabilir ki, savaş halinde düşman ile olan fasit anlaşmalar uygulanabilir. (Mevdûdi)

[30]Bu fiil”den ne demek isteniyor? Bu fiilin iki bölümü vardır. Biri bahis oyna­mak ve ikincisi, bahiste kazanılan malı almak. İlk bölümü elbette ki, “meysir ve kumar”ın hürmetiyle ilgili âyetin inişinden önceki bir olaydır ve Hicretten 6-7 yıl önce meydana gelmiştir. İkinci bölüme, yani develerin alınmasına gelince, bu Bedr savaşından sonraki bir olaydır ve galiba, ku­marın haram kılınmasından sonra meydana gelmiştir. Ancak, Hz. Pey­gamber’in صلي الله عليه وسلم Hz. Ebû Bekr’e رضي الله عنه bu malı kendine alma izni vermediği ve sadaka olarak vermesini istediği hakkında ne demeli? (Mevdûdi).

[31]   Mevlana Gilanî daha sonra bu sorusunu kendi cevaplamıştır. (Mevdûdi)