ELEŞTİRİ

(Mevlana Manazır Ahsen Gilani ile hangi konularda ayrı görüş taşıyorsam, onları kısaca dipnotlarda anlat­maya çalıştım. Ne var ki, Mevlana Gilani, delillerini usûl ile ilgili hangi meselelere bina etmişse, onların aydınlatıl­ması ve açıklanması için bu dipnotlar yeterli değildir. Do­layısıyla, aşağıda ayrıntılı bir eleştiri yazısı bulacaksınız. Ebu’l A’la Mevdûdî)

 

Mevlana Gilani’nin görüşü şu meselelere dayanmaktadır:

Mevlana Gilani’nin İleri Sürdüğü Görüşün Özeti:

1-İddiasına göre sadece ribânın hürmeti değil, bütün faisit inançlar ve caiz olmayan malî ve ekonomik kaynakların yasaklanmasıyla ilgili emirler de ancak Müslümanlar ile Müslümanlar arasındaki muamelelerle ilgilidir. Başka bir deyişle, diğer milletlerle yapılan muamelelerde haram ve helâl yahut caiz ve caiz olmayan arasında herhangi bir fark gözetilmiyor.

2-Ona göre Şeriat, zimmi olmayan tüm gayri müslimleri “mübah’üd dem ve’lemvâl” (malı ve canı helal olan) kılmıştır. Dolayısıyla, bu tür gayri müslimlerin malları hangi yollarla alınırsa alınsın, caizdir. Yani, bunlar faiz veya kumar yoluyla da olabilir, yahut içki, domuz eti ve ölü hayvanların satışın­dan da ve İslâmiyetin Müslümanlar ile ilgili olarak yasaklamış olduğu diğer gelir şekilleri de. Müslümanlar, onların mallarını nasıl alırlarsa alsınlar, onlar ganimet malı veya fey olacaktır ve onlar için helâl ve tayyıptır.

3-Görüşüne göre, İslâmî hükûmete sahip olmayan her ülke bir Dar’ül Harb ve vatandaşları birer harbî’dir. Kendisi, Dar’ül Küfr’ü Dar’ül Harb ve gayri zimmi kâfiri, harbî ile eşanlamlı saymaktadır. Bu nedenle, gayri-İslâmî hükûmet-lerin yönetimindeki tüm ülkeler, tam anlamıyla Dar’ül Harptır ve orada Müslümanlar için, aynen fıkıh kitapla­rında Dar’ül Harb ile ilgili yer alan emirler sürekli olarak ge­çerli olmalıdır.

4-Mevlana Gilani’ye göre fukahâ-yı mutekaddimin’in Dar’ül Harb ile ilgili belirttikleri tanımlar Hindistan’a uymak­tadır ve bu ülkedeki Müslümanların fıkhî konumu “müste-min”dir. Başka bir deyişle, Müslümanlar bu Dar’ül Harb’te, buranın harbi yönetiminden can güvenlikleri konu­sunda güvence aldıktan sonra yaşamaktadır.

5-Müstemin ile ilgili İslâmî yasa açıktır. Yani, kendisi, can güvenliği konusunda güvencesini aldığı gayri-İslâmî hükûmetin yasalarına aykırı hareket edemez. O halde, Mev­lana’ya göre Hindistan’daki Müslümanlar bir yandan, gayri-İslâmî hükûmetin yasalarına bir santim bile aykırı davran­maları halinde Cehennem azabına müstahak olacak kadar bağlıdırlar ve diğer yandan, Dar’ül Harb’te yaşadıkları için İslâm’ın birçok yasa ve kurallarına uymama özgürlüğüne sahiptirler. Cinayet, yağma, hırsızlık, soygunculuk, dolandırı­cılık ve benzeri diğer yollarla harbi kâfirlere zarar vermek ve mallarını almak, Hindistanlı Müslümanlar için, İslâm Şeriatı­nın haram kıldığından değil, ülke yasalarına göre caiz olma­dığından dolayı caiz değildir. Zira, medeniyet, kültür, eko­nomi ve ahlâkla ilgili pek çok işler açısından Hindistan’da İslâm Şeriatı, burada bir İslâmî hükûmet kuruluncaya kadar geçersizdir. Burada Şeriat yasalarından sadece sözleşme anlaşması Müslümanlar için geçerlidir ve buna göre alışveriş ve kazancın hangi yolları ülke kanunlarına göre caiz değilse, onları benimsemek Hintli Müslümanlar için şer’en haramdır. Bunun aksine, Şeriatın haram kıldığı ve ülke yasalarının helâl saydığı gelir kaynakları, hem kanunen hem şer’en helâl olup, ne dünyada ceza ne de âhirette sorgulama gerektirmektedir.

Yukarıdaki Delillerle İlgili Genel Yorum:

Bence, bunların hiçbiri doğru değildir. Bizzat Hanefî ya­salarına göre ki, Mevlana Gilanî bunun bir temsilcisi olarak bu makaleyi ele almıştır, bunlar doğru değildir. Mevlana, makalesinde İslâmî kanunun öyle bir tablosunu çizmiştir ki, o sadece yanlış değil, aynı zamanda da çok çirkindir. Bun­dan İslâm ve Müslümanlar hakkında hiçbir iyi izlenim alınamaz. Gerçeği bilmeyen bir kişi bu tabloyu görünce İslâmiyeti dünyanın en kötü dini ve Müslümanları çok tehli­keli bir millet sayacak ve gayri müslim bir hükûmetin yasala­rının başka milletleri bu “müsteminler”in ellerinden mahfuz kıldığı, onların can, mal ve namuslarını koruduğuna şükre­decektir. Diğer tarafta, eğer Müslümanlar Hindistan’da Şeri­atın bu tabirini kabul edip ona göre yaşamaya başlarlarsa, herhalde, 50 yıl içinde onlarda İslâm adına hiçbir şey kalma­yacaktır. Hatta, eğer Hindistan’a kâfirlerin egemen olmala­rından beri Müslümanlar bu kurallara göre yaşamış olsalardı, bugün onlarda görülen İslâm’ın izlerine bile rastlanmaz ve aradan geçen 150 yılda Hintli Müslümanlar tanınmaz hale gelecekti. Ama belki de, onların mal ve mülklerinin bir bö­lümüne hiç dokunulmaz ve onlarda da tefecilerin, sermaye­dar ve faiz yiyicilerin bir sınıfı doğacaktı.

Burada ben, Mevlana Gilanî’nin kasten ve bilerek İslâm’ı yanlış yorumladığı ve başka bir şekilde sunmaya çalıştığını kesinlikle ifade etmiyorum. Ben inanıyorum ki, İslâm huku­kunu nasıl anlamışsa, onu iyi niyet, dürüstlük ve samimiyetle dile getirmeye çalışmıştır. Ama, benim itirazım onun benim­sediği kavram ve tanımlamalarıyla ilgilidir. Ben mütevazi olarak İslâm hukukunu ne kadar inceleyebildiysem, ona dayanarak şunu belirtmeye cesaret ediyorum ki, en azından yukarıda belirtilen meselelerde kendisi Şeriat’ın usûllerini ve emirlerini iyi anlamamıştır. Bu yanlışlığın iki nedeni akla gelmektedir:

Birincisi, müçtehit imamların, İslâm Devletinin Anayasa hukuku ve devletler arası hukukuyla ilgili olarak Kitap ve Sünnet’in hükümleri ve bizzat kendi içtihatlarıyla bu yasaları hazırladıkları dönemde fakihlerin konumu sadece öğretmen veya ders veren hocalar gibi değildi, onlar aynı zamanda o devletin hukuk danışmanları ve mahkeme başkanlarıydı. İslâm Devletinde gece gündüz yeni anayasal konular ve uluslararası sorunlar ortaya çıkıyordu ve bunlarla ilgili olarak yine kendilerine başvuruluyordu. Komşu ülkelerle barış ve savaşla ilgili değişik durumlar meydana geliyordu ve bunlarla ilgili olarak ortaya çıkan hukuki sorunları çözümleyenler de kendileriydi. Bu zevât kendi karar ve önerilerinde hangi hu­kuki terimler ve ibareleri kullanıyorlarsa, onların anlam ve kavramlarının belirlenmesi sadece sözel açıklamalara dayanmıyor, onların asıl açıklamaları, bu terim ve ibarelerin uyduğu gerçek olaylardı. Onun için, herhangi bir terim veya ibarede bir belirsizlik olunca, yahut bir şeyin değişik derece­lerinde aynı terim kullanılınca ve görünürdeki sözlerden de­rece farkı anlaşılmayınca veya geniş bir kavramı belirtmek için bir söz söylenince ve sadece ortam ve koşullara göre değişik kavramlar arasında ayırım yapılınca, ondan kanunun fiilen tatbiki ve kullanımında herhangi bir kabahatın mey­dana gelmesi tehlikesi olmazdı. Ayrıca, kanunları bilen bir kişinin, herhangi bir hükmü, sadece kelimelerin iyice anla­şılmaması nedeniyle tamamen değişik duruma uygulama endişesi de yoktu. Zira, o zaman İslâm hukuk terimleri ve özel hukuki ibareler geçerli akçe niteliğinde idi. Onlar pratik olarak uygulanıyordu. Kavramlarının anlaşılması, uygun za­man ve yerlerde kullanılması ve her birinin gerçek sınırlarının belirlenmesinde herhangi bir sorun yoktu. Her hukukçu gece ve gündüz bu dilin kullanıldığı durumlarla doğrudan veya dolaylı biçimde karşı karşıya geliyordu. Ancak bu du­rum bir süreden beri değişmiştir. Ulemanın anayasal sorun­lar ve uluslar arası konularla fiilen ilişkileri kalmamıştır. İslâm Devletleri ortadan kalkmış ve eğer bazıları ayakta kamışsa da, oralarda bu meseleler Şeriat ulemasını ilgilendirmemek­tedir. Pratik olarak da, İslâmî yasaların terim ve deyişleri uzun zamandan beri yürürlükten kalkmıştır. Bunlar geçerli akçe değildir ki, herkes piyasada değerlerini bilsin. Bunlar artık tarihi sikkelerdir ve bunların piyasa değerini bilmek için arşivlere başvurarak bugünkü koşullarla kıyaslamak ve böy­lece asıl değerlerini ortaya çıkarmak gerekir. Bundan dolayı­dır ki, siyasi ve anayasal sorunlar açısından İslâm fıkhının hükümlerini anlamak, nikâh ve veraset v.s. gibi meseleleri anlamaktan daha zordur. Özellikle, fıkıh kitaplarımızda muğlak bir ibare veya birçok terimin bulunması halinde ule­manın o kanunu iyice anlaması ve doğru yorumlaması daha da zorlaşır.[1] Zira, artık onların sadece kelimeleri kalmıştır; yani kitapların metinleri ve açıklamaları da sadece kelimeler­den oluşmaktadır.

İkinci nedene ise Mevlana Gilanî de işaret etmiştir. Yani geçen 150 yılda Müslümanlar hangi ekonomik çöküntüye uğramış, nasıl göz göre göre milyarlar ve trilyonlar değerin­deki emlâkları ucuza gitmiş ve çarçur edilmiş ve nasıl Müs­lümanların en hali vakti iyi olan aileleri bir dilim ekmeğe muhtaç olmuşsa, onları gördükten sonra her Müslüman gibi, Mevlana’nın içi de kan ağlamıştır. Ve çok içtenlikle ve içi sızlayarak Şeriatte bu felâketin önlenmesiyle ilgili yollar ara­maya çalışmıştır. İşte bu heyecan ve duygusallık nedeniyle yer yer kalemi, itidal ve bir fakihe yaraşır ihtiyatten uzaklaş­mıştır. Örneğin, Hindistan’da faiz almanın günah olduğu ve fasit akidelerin (bozuk inançlar) yasaklanmasına ilişkin tüm hükümlerin, Müslümanların arasındaki ilişkilerle sınırlı ol­duğu şeklindeki ifadeleri oldukça şaşırtıcıdır. Hint Müslü-manları arasındaki ilişkilerle ilgili olarak durumdan el­bette ki, ızdırap duymayan bir Müslüman yoktur ve bu ezi­yetlerden bir an önce kurtulmalarını istemeyen bir kişi yok­tur. Bu hususta hissiyatlarımız aynıdır. Ancak ben Hindis­tan’da Müslüman-ların bu durumunun dolaylı veya dolaysız bir biçimde faiz yememelerinden olduğunu ve durumlarının değişmesinin, faiz yemelerine bağlı olduğunu katiyen kabul edemem. Hatta, ben şunu da kabul etmiyorum ki, faizin yasaklanması Müslümanların ekonomik gelişmesini zerre kadar engellemiş olsun. “Allah faizi azaltır sadakaları ise çoğaltır.” (El-Bakara: 276) buyuruğuna iman edip bunu ekonomi ve diğer konularda değişmez bir gerçek olarak kabul eden biri hiç bir zaman bu tür kuşkulara kapılmamalı­dır. Eğer Mevlanâ biraz kafa yorarsa, şu gerçeği anlayacaktır ki, Müslümanların ekonomik çöküntüsünün asıl nedeni faiz yememek değil, faiz yedirmek, zekât vermekten kaçınmak ve İslâm ekononik düzenini hiçe saymaktır. Müslümanların, ceremelerini çek-tikleri günahlar işte bunlardır. Eğer bu gü­nahlarından vaz geçmez ve bunlara faiz yiyiciliği de eklerlerse, belki de bir kaç kişi refaha kavuşur ve bundan bir avuç saf Müslüman etkilenir ve aldanır. Ama gerçekte bir millet olarak ekonomik durumlarında hiç bir iyileşme olmaz ve diğer ta­rafta, Müslümanların ahlâki durumu ve onların karşılıklı sevgi, saygı, yardımlaşma, merhamet ve işbirliği gibi duygu ve düşüncelerinde öyle bir çöküş meydana gelecektir ki, buna tahammül edemezler.

Siz faize ister “phao” adını verin ister “maidetun min’es sima” (gökten indirilmiş bir sofra) deyin, gerçeği ve doğal özelliğinde zerre kadar fark meydana gelmeyecektir. Faiz kendi doğasına göre zekâtın tersidir ve bu psikolojik gerçe­ğinde bir ülkenin Dar’ül Harp veya Dar’ül islâm olmasıyla herhangi bir değişiklik meydana gelmez. Aynı ekonomik yaşamda bu iki şeyin bir araya gelmesi nasıl mümkün olabi­lir?Bir yandan, paraları saymak, sayıp sayıp biriktirmek, haf­talar ve aylar hesabıyla artırmak ve artışın hesabını yapmak­tan zevk alan bir zihniyet vardır. Diğer yandan, kendi eliyle kazanmak, kazanıp yemek ve yedirmek ve Allah yolunda harcamaktan zevk alan bir zihniyet vardır. Aklı başında bir kişi bu iki zihniyetin aynı gönül ve beyninde toplanabiliceğini tasavvur edebilir mi?Ya da, bir Müslümanın, faize para ya­tırma ve bunun günden güne artışını hesaplama alışkanlı­ğına sahip olduktan sonra cebinden zekât ve sadakalar için bir tek kuruşun bile çıkabileceği umud edilebilir mi? Bundan sonra Müslümanların durumu, hakkında Kur’ân-ı Kerim’de şu buyruklara yer verilen millet gibi olmayacak mıdır?

 Bundan sonra yine kalbleriniz katılaştı, taş gibi ve hatta daha da katı oldu.” (El-Bakara: 74)

“And olsun ki, onları (dünya) hayatına karşı diğer in­sanlardan daha düşkün bulursun.” (Bakara: 96)

Bir avuç Karûn ve para babası oluşturmak için bütün bir millet neden intihar etsin? Ve bu intiharı caiz göstermek için Allah ve Rasûlünün صلي الله عليه وسلم kanununu niçin yanlış tevil edilsin? Ve de İmam-ı Azam Ebû Hanife gibi bir muhte­rem zât niçin böyle bir yükümlülüğün altına sokulsun?

Ben yine diyorum ki, dünyada sadece Müslümanlar 1300 yıldan beri kapitalist düzene muhalefet ilkesiyle oluştu­rulan bir millettir ve fiilen bu fasit sistemi ortadan kaldırmak için çaba harcamıştır. Bu milleti ilelebet kapitalist düzene düşmanlık üzerinde bina eden ve bu düzene karışmaktan koruyan şey zekâtın farz, faizin haram oluşudur. Sosyalistler, komünistler ve nihilistler hepsi kapitalistlerle anlaşabilir; ama, bu iki engel ortada kaldığı sürece Müslümanlar onlarla hiçbir zaman anlaşamazlar. Bundan dolayıdır ki, dinlerinde faizin yasak olduğu tüm milletler kapitalizimde eriyip gittiler; ama, Müslümanlar 1300 yıldan beri karşısında dimdik ayakta durmaktadır. Şimdi dünyalılarda da biraz aydınlanma, biraz akıllanma başlamış ve bu düzeni yıkmak için güçbirliği yap­maya başlamışken, Müslümanların savaş cephesinden çe­kilmeleri ve kendi elleriyle müstahkem kalelerinin burçlarını yıkıp kapitalizme anlaşma ve uzlaşma elini uzatmaları bir bedbahtlık olmaz mı?

Bu gerekli giriş bölümünden sonra şimdi biz asıl hukuki tartışmaya dönüyoruz.

Fasit Akitler Sadece Müslümanlar İçin Mi Yasaktır?

Mevlana Gilanî’nin ilk iddiası şu noktaya dayanmaktadır: Kur’ân-ı Kerim’de nerede mal kazanmanın caiz olmayan yollarından Müslümanların sakınmaları istenmişse, orada “beynekum” (kendi aranızda) kelimesi kullanılmıştır. Bu de­mektir ki, Müslümanlar fasik akitler veya kötü anlaşmalar ve sözleşmeler ile işler yapmasın. Örneğin: “Ey mü’minler, kendi aralarınızda ticaret olmaksızın mallarınızı haram sebeplerle yemeyeniz.” (En-Nisâ: 29).

Faiz, gayet tabii ki, mal kazanmanın caiz olmayan yolla­rından biridir. Onun için, eğer Kur’ân’da (satışı helâl faizi haram kıldı) buyurulmuşsa ve sözcük anlamlarına göre bu da genel bir emir ise, o zaman bu muamele de Müslümanlar arasındaki anlaşma ile sınırlı olmalıdır. Bu görüş, Mekhûl’ün Hz. Peygamber’e dayanarak naklettiği şu hadisle de doğru­lanıyor ki, Harbi ve Müslüman arasında riba yoktur. Yani, bir Müslüman ile bir harbî kâfir arasında tefadıl ile yapılan alışve­riş faiz tanımına girmiyor. Başka bir deyişle, “lâ ribâ” (riba/faiz yoktur) nın anlamı, gayri zimmi kâfirden alınan faiz, faiz değildir. O halde, haram nasıl olabilir?

Mevlana’nın istidlâlının özeti budur. Bunun ilk ve temel yanlışı, Kur’ân’ın genel uslûbüne dikkat etmiş olmasıdır. Bu mukaddes kitap ahlâk ve davranışlarla ilgili olarak emirler verirken sadece Müslümanlara hitap eder ve “sizler böyle yapın veya yapmayın”. Bu hitap şeklinin başka hikmetleri vardır ki, burada onlardan bahsetmenin yeri yoktur. Burada sadece şunu belirtmek istiyoruz ki, bu tür uslûpta ahlâk ve muamelâtla ilgili olarak Allahü Tealâ hangi emirleri vermişse, onları ümmetin fakihlerinden hiçbiri bunu sadece Müslü­manlar arasındaki muamelelerle ilgili olarak saymamıştır. Hiçbir kimse, bir Müslüman ile başka bir Müslüman arasında hangi fiiller haram ise onların bir Müslüman ile bir kâfir ara­sında helâl ve tayyıp olduğunu ifade etmemiştir. Çünkü, eğer böyle olursa İslâm ahlâkı ve İslâm hukuk düzeninin temeli kazılmış olur. Örneğin, Allah’ın bir buyruğu şöyledir:

 Yeminlerinizi aranızda aldatmaya vesile etmeyin.” (En-Nahl: 94)

Bunun anlamını, bir Müslümanın başka bir Müslüman’a yalan yemin etmemeli olarak mı kabul etmeliyiz? Ve de, gayri müslimlere yalan yere yemin etmenin bir sakıncası yok mu­dur? Diyelim?

Allah’ın buyurduğu şöyledir:

 Ey Müminler, Allah’a ve Resûlune ve emanetlerinize hıyanet etmeyin.” (Enfal: 27)

Bu şimdi, Müslümanların sadece Müslümanlara ait emanetlere hıyanet etmemeleri ve kâfirlere ait emanetlere hiç çekinmeden hıyanet etmeleri anlamına mı geliyor?

Ve de buyurulmuştur ki:

Birbirinize emanet bırakırsanız, emanet bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah’tan korksun.” (El-Bakara: 283)

Şimdi bu âyetin tevilini, eğer bir kâfir bir Müslüman’a güvenerek ve herhangi bir yazılı anlaşma yapmayarak malını ona emanet etse, o Müslümanın onu “phao” sayıp yiyebile­ceği şeklinde mi yapmalıyız?

Sonra şöyle bir emir verilmiştir:

 Erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun… çağırıldık­ları vakit şahitler gemlemezlik etmesin… (Genellikle) alış-veriş yaptığınızda şahit tutun. Ne yazan ne de şahit zarara uğratılsın.” (El-Bakara: 282)

Şahitliği bildiklerinizi gizlemeyin.” (El-Bakar: 283)

Şimdi, bütün bu emirler sadece Müslümanlar arasındaki muamelelerle mi  ilgilidir? Bir kâfir lehine şahitlik yapmaktan imtina etmek, doğru tanıklığı bırakıp yalan şahitlik yapmak veya yazılı bir metin veya akit olmadığı için gayri müslim kâtibi veya tanığı korkutmak ve zarar vermek caiz hareketler midir?

Sonra şöyle bir emir verilmiştir:

 Müminler arasında, fuhuş ve kötü sözlerin yayılma­sını arzu edenlere (dünya ve ahirette) acıklı bir azab var­dır.” (En-Nûr: 19)

Bundan, başka milletlerde Müslümanların fuhuş ve ah­lâksızlığın yayılmasına sebep olmalarının caiz olduğu anla­mını mı çıkarmalıyız?

Ayrıca, şu da buyurulmuştur:

 Namuslu ve zinadan habersiz mü’min kadınlara, zina isnadı ile iftirada bulunanlara, dünya ve ahirette lânet olundu.” (En-Nûr: 23)

Bundan, kâfir kadınların, iffetine gelişigüzel dil uzatma­nın ve gelişigüzel iftirada bulunmanın iyi bir davranış olduğu tevilini mi yapalım?

Ve şöyle buyurulmuştur:

 Eğer iffetli hayatı isterlerse, cariyelerinizi dünya malı için fuhuşa zorlamayın.” (En-Nûr: 33)

Bunun anlamı, kâfir kadınları fuhuşa zorlamak ve onların geliriyle geçinmek caiz midir? Bu emri böyle tev’il ederek bir Müslümanın Paris’te resmi izinle bir genelev açması doğru mu olacaktır?

Sonra şöyle bir emir vardır:

 Bir kısmınız bir kısmınızı çekiştirmesin. Hiçbiriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? ” (El-Hucurat: 12).

Bunun anlamı sadece Müslümanların bir Müslümanı çe­kiştirmesinin caiz olmadığı mıdır ve bir kâfir’i çekiştirmekte bir sakınca yok mudur?

Eğer bu şekilde Kur’ân ve Sünnetin emirlerini tevile kal­kışsak ve Müslümanlar bunları bu şekilde anlar ve uyarsa, bir düşünün bu millet ne hale gelecektir?

Farz edelim ki, herhangi bir delil olmaksızın yalnız, “ takulu” “yemeyiniz” emri sadece Müslümanlar arasındaki muamele ile ilgilidir ve bu kural başka emirler konusunda uygulanmaz. O zaman sorarım size, zimmi kâfirler faizli alış­verişten neden men’edilmiştir? Ve niçin Hz. Peygamber صلي الله عليه وسلم, gayri müslim topluluklarla, faizli işlemler yapmala­rını durdurmaları, aksi takdirde aralarındaki anlaş­manın bozulacağı şeklinde anlaşmalar yaptı? Ve fıkıh kitapla­rında bir harbî kâfirin can güvenliğine ilişkin söz alıp Dar’ül İslâm’a gelmesi halinde onunla da faizli muamelelerin yapıl­masının haram olduğuna ilişkin açıklamalar niçin yer alıyor?

Le ribâ beyn-ül müslim ve’l harbî” “harbi ve Müslü-man arasında riba yoktur” hadisine gelince, bir kere bunda “harbî” kelimesinden gayri zimmi kâfir değil, savaş halindeki bir milletin ferdi kastedilmiştir. Nitekim, bizzat Ha­nefi fıkhının fakihlerinin bu konudaki açıklamaları bunu doğ­rulamaktadır ve bunları daha sonra göreceğiz.

İkincisi, “lâ ribâ”(riba yoktur)nın anlamı, harbî kâfirden alınan faizin faiz olmadığı değildir, aksine, anlamı, görünürde ve gerçekte faiz olmasına rağmen ilgili kanunda yapılan iş­lemin hürmetten müstesna hale getirildiği ve konumunun, sanki faiz olmadığı gibi olduğudur. Yoksa, bir faizin faiz ol­madığını söylemek öylesine saçma ve anlamsız bir sözdür ki, bunu Hz. Peygamber صلي الله عليه وسلم’e maletmeyi ben günah sayıyorum. Gayet tabii ki, belli bir durumda faizi ceza huku­kundan ve hürmetten çıkarmak makûl bir olgudur. Zaten Kur’ân-ı Kerim’de, bazı âcil ve mecburi durumlarda ölünün, domuzun ve benzeri şeylerin yenmesi ve içilmesi müstesna saymıştır. Oysa, faiz gerçeği ortada dururken bir yerde buna ribâ demek ve başka bir yerde bunu yok saymak çok tutarsız ve saçma bir şeydir. Böyle giderse, biz her haram fiili, sadece bir isim değişikliğiyle helâl yapabiliriz. İstediğiniz ihanete iha­net demeyin, istediğiniz yalanı yalan kapsamından çıkarın, canınız hangi gıybet, fuhuş ve haram yiyiciliğini yapmak istiyorsa, onun adını değiştirerek yapın ve kendi kendinize bunun böyle olduğuna inanın. Rasûlullâh صلي الله عليه وسلم mübarek zâtı bu tür kelime oyunlarını ümmetine öğretmek­ten çok yüce idi!

Üçüncüsü, bu hadiste beyan olunan emir sadece bir ruhsat ve riayet şeklindedir, Müslümanlar bunu genel bir direktif veya davranış biçimi olarak görmemelidir. Ben bu hadisin hangi derecede olduğu şeklindeki bahsi gereksiz sayıyorum. Zira, hadislerin reddi veya kabulü ile ilgili olarak fakîhlerin ilkeleri, muhaddisinkinden biraz farklı oluyor. İmam-ı Azam ve İmam Muhammed gibi güzide müçtehid imamların senedi güvenilir saydıkları bir hadisi tamamen güvenilmez saymak doğru değildir. Ancak bu kısa ve belirsiz ve aynı zamanda, tartışılmalı[2]haber-i vâhid’i de bu kadar büyütmek ve yaymak doğru değildir. Yani, bir yanda Kur’ân-ı Kerim’in ve sahabilerin üzerinde ittifak ettikleri bir emir ve olay varken, diğer yanda, tek bu hadis vardır ve bu hadisin tevilini, yukarıda saydığımız kaynaklara göre yapmak yerine, hepsinin buna göre değiştirilmesi isteniyor. Kur’ân ve bütün sahih hadislerde ribâ kesinlikle haram olarak kabul edilmiş­tir. Bu demektir ki, Müslümanlar ne aralarında ne de başka milletlerle işlerinde faizli iş yapabilirler. Hz. Peygamberin عليه وسلم صلي الله Necrânlı Yahudilerle vardığı anlaşmadan açıkça anlaşılıyor ki, Müslümanlar sadece aralarındaki işler de değil, emirlerindeki gayri müslimlerle de faizli işlemler yapmamalı­dır. Müslümanlar faizli işlemleri hem aralarında yasaklamalı, hem emirlerindeki gayri müslimleri de bundan menetmelidir. Ribâ’nın haram kılınmasından sonra tek bir olay meydana gelmemiştir ki, Rasûlullah’ın عليه وسلم صلي الله bilgisi ve izniyle hiç bir Müslüman herhangi bir zimmi veya gayri zimmi kâfir ile faizli muamele yapmamıştır. Râşid halifeler döneminde de böyle bir vak’aya rastlanmamaktadır. Ve bu iş sadece faizle sınırlı değildir. Tahrim hükmünün inmesinden sonra Rasûlullah عليه وسلم  صلي اللهhiçbir fasit akdin yapılmasına izin vermemiştir. Meselâ, teorik ve ilkesel olarak savaş halindeki­ler şöyle dursun, fiilen savaş halinde olanlar tam çarpışmalar sırasında Hz. Peygamber عليه وسلم صلي الله ile bir fasit akit yap­mak istedi ve bunun için büyük rakamlar da önerdiler, ancak kendisi bunu kabul etmedi.[3] Evet, bir tarafta, Kur’ân âyet­leri, Rasûlullah’ın عليه وسلم صلي الله çeşitli açık ve doğru sözleri ve Peygamber عليه وسلم  صلي اللهdönemindeki davranışları var­dır ki, bunlar Müslümanlar için sadece faiz değil, tüm kötü anlaşmaların da kesinlikle caiz olmadığını ve bundan Müs­lüman ile gayri müslim harbi veya zimmi arasında herhangi bir fark gözetilmediğini gösteriyor. Diğer tarafta bir mürsel hadis var ki, bütün bunların aksine, harbi ve Müslüman ara­sında sadece faizin helâl olduğunu ifade ediyor. Şimdi, Mev­lana Gilanî bu hadise o kadar önem vermiş ki, buna dayana­rak yalnız faizi değil, gayri zimmi kâfirlerle varılan tüm fasit akitleri helâl kılıvermiştir. Biz ise, bu hadisi doğru sayıp bun­dan sadece şu hükmü çıkarıyoruz ki, savaştaki çaresiz du­rumlarda eğer bir Müslüman, bir veya birkaç düşman kişiyle faiz alır veya başka herhangi bir fasit akitle muamele ya­parsa, onun hesabını o kendisi vermekle yükümlüdür.

Bu sadece bir ruhsat ve istisnaî bir izindir, öyle bir izin ki, bunu dürüst ve azimli Müslümanlar hiçbir zaman kullanma­mıştır. İslâmî gurur, bir Müslüman’ın hangi durumda olursa olsun tek bir haram kuruş almamasını gerektiriyor. Özellikle, kâfirlere ve düşmanlara karşı iman gücünü, ulusal ahlâk ve faziletini daha iyi göstermesi gerekiyor. Savaş top ve tüfek­lerle değil, aslında ilke, kural ve ahlâkla yapılır. Müslü­man’ın amacı, mal ve mülk elde etmek değil, dünyada imanı ve inancı yaymaktır. Şimdi eğer bir Müslüman dünyaya yay­mak istediği yüksek ahlâk ve fazileti kendisi unutur, bunun ilkelerine aykırı davranırsa, başka milletler üzerindeki üstün­lüğü kalır mı? Neden dolayı o başkalarına galip gelecek ve hangi güçle kalpleri ve ruhları feth edecektir?

Dar’ül Harb Bahsi

Şimdi biz başka bir konuya değineceğiz ki, o da Dar’ül Harb ile Dar’ül İslâm arasındaki farkın faiz ve tüm fasit akit­lerle ilgili emirler arasında bir fark oluşup oluşturmadığıdır. Yani, tüm gayri zimmi kâfirlerin, mübah’üddem ve’l-emvâl (malı ve kanı mübah) oldukları için, onların mallarının hangi şekilde olursa olsun, alınmasının caiz olduğu biçimindeki ifadenin aslı nedir? Ve Dar’ül Harb ıstılâhına uygun olan bir ülkenin vatandaşlarına, Dar’ül Harb’le ilgili tüm emirlerin kalıcı bir biçimde uygulanmasıyla ilgili önerinin Şeriat’ta bir yeri var mıdır?

İslâm Hukukunun Üç Dalı

Bu hususta şu gerçek unutulmamalıdır ki, Şeriat, yani İslâm Hukukunun üç dalı vadır:

1-İtikâd Hukuku ki, genellikle tüm Müslümanlarla ilgili­dir.

2-Anayasa Hukuku ki, İslâm Devletiyle ilgilidir.

3-Devletler Hukuku, uluslararası yasalar veya daha doğ­rusu, Müslümanlar ile diğer milletler arasındaki ilişkileri dü­zenleyen dış ilişkiler yasası.

Bizim fıkıh kitaplarımızda bu kanunlar ayrı ayrı zikredil­memiştir ve kendilerine ayrı isimlerde verilmemiştir. Ancak Kur’ân ve Hadiste öyle açık işaretler vardır ki onlardan İslâm Hukuku üç ayrı ve belirgin yöne doğru yol alıyor. Bu işaret­leri Allah vergisi basireti, hukukî dehası, ince eleyip sık do­kuma özelliğiyle anlayan, bu anlayışına dayanarak hukukun bu üç dalını birbirinden ayıran ve en karmaşık konularda bile aralarındaki farkı gözetebilen en büyük fakîh, İmam-ı Azam Ebû Hanife Hazretleriydi. İslâm fakîhlerinden kimse bu ko­nuda onunla boy ölçüşemez. Hatta İmam Ebû Yusuf gibi olgun ve değerli bir fakîh bile onun mertebesine ulaşmamış­tır İmam-ı Azam’ın dehası ve üstünlüğünün küçük bir ispatı da şudur ki, 1200 yıl önce Kur’ân ve Sünnetten anayasa hukuku ve uluslararası yasalarla ilgili olarak hangi emir, yasa ve kuralları hazırlamış ve derlemişse, o noktalardan dünyanın hukuk anlayışı bir santim bile ileriye gidememiştir. Hatta, şunu diyebiliriz ki, dünyanın hukuk düşünceleri ve kavram­ları, 12 y.y. önce Küfe’nin esnaf ve tüccarın çizdiği çizgide gelişmiştir. Hanefi fıkhı ile çağımızın kanunları arasındaki ve görünürdeki gelişme bir dereceye kadar uygarlık ve toplum­lardaki değişiklik ve daha çok uluslar arası anlaşmaların so­nucudur. Ancak, ilke olarak çağımızın kanunları önemli öl­çüde Hanefi fıkhının kopyalarıdır ve onların incelenmesiyle Hanefi fıkhının anlaşılması kolaylaşmaktadır.

İtikâd Hukuku:

İtikâd Hukuku veya inanç yasasına göre dünya iki millete ayrılmıştır: İslâm ve Küfr. Tüm Müslümanlar bir millettir ve tüm kâfirler başka bir millet. İslâm’ı kabul edenlerin hepsi bir milletin bireyleridir ve din kardeşliği nedeniyle birbirleri üze­rinde hakları vardır:

Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık sizin din kardeşlerinizdirler.” (Tevbe:11).

Bir Müslümanın canı ve malı ve başka bir Müslüman için haramdır.

“Birbirinize kanlarınız ve mallarınız haram kılınmıştır.” (Veda Hûtbesi)

İslâm’ın bütün emirlerine itaat etmek her Müslümana vaciptir. Dünyanın hangi köşesinde yaşıyorsa yaşasın, bun­dan müstesna olamaz. Farz kılınan herkes için farzdır, helâl da öyle haram kılınan da herkes için haramdır. Zira, tüm emirlerin muhatapları “ellezine amenu” (iman edenler)dur ve herhangi bir durum veya yer sınırı yoktur. Buna karşılık küfr ayrı bir millettir. Bu millet ile farkımız usûl, itikâd ve mil­let farkıdır. Bu fark yüzünden onlarla bizim aramızda temelde bir savaş vardır;[4] ama, onlarla ateşkes veya barış anlaşması yapılmışsa durum değişmektedir. O halde, aslında İslâm ve Küfr yahut Müslüman ve Kâfir arasında barış değil, savaş vardır ve aralarındaki barış da geçici olmaktadır. Ancak bu savaş fiilen değil, teorik ve ilkesel olarak vardır. Bu şu de­mektir: Onlarla bizim milliyetimiz farklı olduğu için onlarla bizim aramızda gerçek ve kalıcı barış ve dostluk sağlanamaz. İbrahim kâfirlere dedi ki:

 Biz, sizden ve Allah’tan başka taptığınız şeylerden uzağız. Sizi inkâr ettik. Siz, sadece  Allah’a iman edinceye kadar daima bizimle sizin aranızda düşmanlık ve buğz belirmiştir.” (El-Mümtehine:4).

Rasûlullah bu konuyu kısa bir hadiste açıkça ifade et­miştir:

 İnsanlarla, Allah’tan başka bir mabûd yoktur ve Mu­hammed O’nun kulu ve Resûlüdür diye şahitlik edinceye, kıblemize doğru yüz çevirinceye, bizim kestiğimizi (hay­vanları) yiyinceye ve bizim gibi namaz kılıncaya kadar savaşmam emredilmiştir. Ancak onlar bunları yapınca, herhangi bir hakla alınmasının dışında kanları ve malları bize haram olacaktır. Hakları, Müslümanların ki gibi ve farzları da Müslümanlarınki gibi olacaktır.” (Ebû Davûd, Bâb’ı ala ma yukâtil’ül müşrikin)

Bu İtikâd Hukukuna göre İslâm ile Küfr arasında ebedi bir savaş vardır, ama bu savaş teorik bir savaştır. Her kâfir harbî (düşman)dır. Ama şu anlamda ki, onun ve bizim milli­yetimiz farklı oldukça ve onunla bizim aramızdaki temel an­laşmazlık devam ettiği sürece. Her Dar’ül Küfr, Dar’ül Harb’tır, ama şu anlamda ki, o Dar’ül Küfr, savaş yeri olduğu sürece. Başka bir deyişle, “harbiyet”in tamamen ortadan kalkması ancak milliyet farkının kalkmasıyla mümkün olabi­lir. Bu kanun, Müslümanlar için kesin bir ideoloji, ilke ve kural ortaya koymuştur ve buna göre davranmaları gerek­mektedir. Haklar, vâcibler ve savaş ile barışın fiili sorunlarına gelince, bunların bu kanunla bir ilgisi yoktur. Bunlar Anayasa ve uluslararası hukukla ilgilidir.

Anayasa Hukuku

Anayasa Hukuku açısından İslâm, dünyayı ikiye ayırır: Biri Dar’ül İslâm ve diğeri Dar’ül Küfr. Dar’ül İslâm, Müslü­manların hükûmetinin bulunduğu, onun fiilen İslâmî yasaları uyguladığı veya yöneticilerinde bu yasaları uygulayacak güç ve nüfuzun olduğu bir ülkeye veya bölgeye denir.[5] Buna karşılık, Müslümanların yönetimi bulunmayan ve İslâmî ya­saların geçerli olmadığı bir ülke veya belde Dar’ül Küfr’dür. Bu tıpkı, Britanya İmparatorluğuna bağlı olan tüm İngiliz sömürgeleri ve toprakları gibidir. İslâm yönetimi, İslâmî ya­saları ancak kendi yetki alanındaki ve egemenliğindeki böl­gelerin insanlarına uygulayabilir. Aynı şekilde, kendi yönetimi ve sömürgelerinde olan malları, toprakları ve nüfusu koruya­bilir. Egemenliği ve yetki alanın dışındaki topraklarda olup bitenlerden ise sorumlu değildir.

Bu yasa uyarınca, Dar’ül Küfr’de İslâmî hükûmetin ko­ruması altında bulunmayan tüm can, mal ve namuslar, ister bir Müslüman veya kâfire ait olsun gayri masûm ve koruma dışındadır. “Koruma dışında”nın anlamı şudur: Onun canı, malı veya namusuna herhangi bir tecavüzde bulunulması halinde İslâmî hükûmet bunun için sorguya çekilmez. Çünkü, bu fiiller onun yetki alanının dışında meydana gel­miştir. Allah nezdinde ise bu fiilin günah olup olmadığı veya orada bunun için sorguyu çekilip çekilmeyeceği apayrı bir konudur. Demek ki, bir şeyin gayri masûm veya koruma dışı olması, onun mubah olmasını gerektirmez. Aynı şekilde, masûm olmaması, ona zarar vermenin ve onun ele geçiril­mesinin Allah nezdinde caiz ve helâl olduğu anlamına gel­memelidir. Yine, buna göre, Anayasa Hukuku açısından eğer Dar’ül Küfr’de işlenmiş bir suç caiz kılınmaya çalışılırsa, bu sadece, İslâmî hükûmetin bununla hiç ilgilenmemesi ve ilgili kişiyi cezalandırmayacağı demektir. Ancak, bu, haram fiil yüzünden Allah nezdinde de herhangi bir sorgulama veya cezalandırma olmayacağı demek değildir.

Burada İtikâd Hukuku ve Anayasa sınırları birbirinden ayrılmaktadır. Ve İtikâd Hukukunun, kardeş dediği ve canı ile malını haram kıldığı Müslüman, Anayasa Hukuku uyarınca gayri masûmdur, zira İslâm Devletinin sınırlarının dışında yaşamaktadır. Ve buna kırşılık İtikâd Hukukunun düşman bellediği kâfiri Anayasa Hukuku masum sayıyor. İnanç Yasa­sının büyük günah ve suç saydığı fiil, Anayasa Hukuku tara­fından kaale alınmıyor. Çünkü bu fiil, yetki alanının dışında meydana gelmiştir. İkisi arasındaki açık fark şudur: İtikâd Hukuku âhiretle ve Anayasa Hukuku dünya işleriyle ilgilidir. Ancak, İmam Ebû Hanife’nin dışında tüm fakihler bu iki yasa kapsamınıın altına girenleri birbirine karıştırmış ve sınırlarını ayıramamışlardır.

Biz bu meseleyi aşağıda bazı örnekler vererek açıkla­maya çalışacağız:

1-Farz edelim ki, Müslüman bir tacir, can güvenliğiyle il­gili güvenceyi alıp Dar’ül Harb’e gider ve orada bazı mallar çalar. Bu fiil gerek İtikâd Hukuku gerekse Uluslararası Yasa­lar uyarınca haramdır, zira sözkonusu kişi anlaşmayı boz­muştur. Ancak Anayasa Hukuku bu kişiyi malların sahibi sayar ve onu herhangi bir sorguya çekmeye veya yargıla­maya gerek görmez. (Hidâye, El-Müstemin bölümü)

2-Farz edin ki, Dar-ül İslâm’ın bir vatandaşı Dar’ül Harb’te hapiste idi ve orada hapisten çıktı veya serbest bıra­kıldı. Şimdi bu kişi orada ister hırsızlık yapsın, ister içki içsin, ister zina yapsın Anayasa Hukuku açısından yargılanması gerekmiyor. (Bahr’ür Râyik, c. 5, s. 107). Yani, İslâmî hükûmet ne elini kesebilir, ne ona zina ve içki haddi uygula­yabilir, ne de ondan kısas alabilir.[6] Ancak İtikâd Hukuku açısından Allah katında günahkâr olur.

3-Farz edelim ki, bir kişi Dar-ül Harb’te Müslümanlığı kabul etti. Ama oradan hicret edip Dar-ül İslâm’a gelmedi. İtikâd Hukuku açısından o Müslümanların kardeşi olmuştur. Kanı ve malı onlara haram olmuştur. Ancak Anayasa Hu­kuku veya ülke yasalarına göre, İslâm Devletinin sınırlarının dışında olduğu için hiçbir şeyi masûm değildir. O, düşman ülkenin vatandaşı konumundadır. Eğer bir Müslüman Dar-ül İslâm sınırlarının dışında onu öldürse, İslâmî mahkeme on­dan ne kısas alacak ne de kan bedeli. O kendisi kefaret öde­yebilir. Aynı şekilde, eğer bir Müslüman ondan faiz alır veya mallarını caiz olmayan biçimde gasp ederse Anayasal Hu­kuka göre herhangi bir sorgulamaya tabi tutulmaz, zira malı gayri masûmdur. Bu hususta fakihlerin açıklamaları çok anlamlıdır:

 Eğer Harb ehlinden kimse Müslüman olmuş ve hicret edip Dar-ül İslâm’a gelmesinden önce bir Müslüman onu kasıtsız olarak öldürmüşse onun kefaret vermesi gerekir, ancak kan bedeli ödemesi vâcib değildir. Ve İmla’da Ebû Hanife’den şu mesele naklolunmuştur ki, bunun için kefa­ret de gerekmez, zira, kefaretin vucubu, katil hürmeti değil, kanın değerli olmasından dolayıdır…Ve kanı ancak Dar-ül İslâm’ın koruması altına girdiği zaman değer kazanır.” (Şerh-üs Siyer-ül Kebir, Dairet’ül Ma’arif baskısı, c.1, s. 88)

 Ve nasıl ki, daha önceki konuşmamızdan, Müslüman olduktan sonra hicret etmeyip Dar-ül Harb’te kalmaya devam eden bir kişinin kanının herhangi bir değeri olma­dığı sabit[7]oldu. Bizim (Hanefî) eshâbımız böyle bir Müslümanın Harbî konumunda olduğuna karar vermiştir yani onun mallarını gasp edene herhangi bir ceza yok­tur… Bu bakımdan, onun malı sanki bir Harbinin malıdır ve bu nedenle, Ebû Hanife, onunla alışverişin bir Harbi ile olduğu gibi caiz olduğuna karar vermiştir. Örneğin, Dar-ül Harb’te bir dirhemi iki dirheme satmak.” (Ahkâm-ül Kur’ân, El-Cessas-ül Hanefi, c. 2, s. 297)

 Hasan bin Salih’in rivayetine göre Dar-ül Harb’ın bir vatandaşı Müslüman olup, hicret etme durumunda olma­sına rağmen yine orada kalmaya devam ettiyse, o bir Müslüman konumunda değildir.[8] Canı ve malıyla ilgili hü­kümler, Ehl-i Harb’in canı ve malı gibidir.” (Ahkam-ül Kur’ân)

 Eğer bir Harbî, Dar-ül Harb’te Müslüman olduktan sonra bir Müslüman onu teammüden veya yanlışlıkla öl­dürür ve Müslüman olan varisleri de Dar-ül Harb’te yaşı­yorsa, ondan herhangi bir kısas veya diyet alınmaz. Yan­lışlık halinde sadece kefaret ödemesi gerekir.” (Bidâye, Kitab-üs Siyer)

 Dar-ül Harb’te Müslüman olup ta hicret etmeyen bir kişinin durumu Ebû Hanife nezdinde durumu, bir Harbî’ninki gibidir, zira malı, İmam Hazretlerine göre gayri masûmdur.” (Bahr-ül Rayık, c. 5, s. 147)

4-Farz edin ki, bir Müslüman can güvenliği konusunda güvence aldıktan sonra Dar-ül Harb’e gitti ve orada bir har­biden borç alıp malını gaspetti. Daha sonra Dar-ül İslâm’a döndü ve harbi de can güvenliği konusunda güvence alıp Dar-ül İslâm’a geldi. Şimdi, burada bu harbi-müstemin borcu veya gaspedilen malı için bir mahkemede dava açamaz. İslâmî mahkeme ona tek bir kuruş geri verdirmeye­cektir. Aynı şekilde, eğer Dar-ül Harb’te bir harbi, bir Müslümanın borcunu geri vermemiş, yahut malını gaspetmiş ve daha sonra o harbi emânle Dar-ül İslâm’a gelmişse, İslâmî mahkeme bu harbiye karşı o Müslümanın herhangi bir yasal işlemini kaale almayacaktır. (El-Cami’üs Sagir, kitab-ül harac, Ebû Yusuf, s. 75).

5-Eğer bir baba Dar-ül İslâm’da bulunuyor ise buluğa Dar-ül Harb’te bulunan ermemiş evlât üzerindeki velâyeti kalkmış olacaktır. Aynı şekilde, eğer bir malın sahibi Dar-ül İslâm’da bulunuyor ve malı Dar-ül Harb’te ise, mal sahibinin canı masum olacak, ancak malı masum olmayacaktır. (Fethül Kadîr, c. 4, s. 355).

6-Diyelim ki, Dar-ül İslâm’ın reayalarından iki Müslüman can güvenlikleri konusunda güvence alıp Dar-ül Harb’e gitti ve orada biri diğerini öldürdü. Eğer katil Dar-ül İslâm’a geri gelirse ondan kısas alınmayacaktır. Hidâye yazarı, nedenini şöyle anlatmıştır:

 Bunun için kısas vâcib değildir, çünkü kısas, koruma olmadan vacip olmaz. Ve koruma da, imamsız ve Müslü­man cemaat olmaksızın olmaz. Bunlar Dar-ül Harb’ta bulunmaz.” (Hidâye, Kitab-üs Siyer)

7-Diyelim ki, Dar-ül İslâm vatandaşlarından iki Müslü­man Dar-ül Harb’te hapiste idi. Bunlardan biri, öbürünü öldürdü. Ya da, bir Müslüman can güvenliği konusunda gü­vence alıp Dar-ül Harb’e gitti ve orada herhangi bir Müslümanı öldürdü. Her iki durumda da katil için ne kısas ne diyet vardır. Allâme İbn Humam’ın bununla ilgili olarak yaptığı yorum daha da anlamlıdır:

 Ebû Hanife’ye göre, hatalıysa kefaret vermesinin dı­şında katile herhangi bir hüküm verilmez. Teammüden adam öldürmeye gelince, bunun için de kefaret yoktur, ama Âhiretteki Cehennem azabı vardır…Kısas ve diyetin ortadan kalkmasının nedeni, onun hapse girmesiyle Ehl-i Harb’e tabi olmasıdır…Ve onun durumu hicret etmemiş bir Müslümanın ki gibi olmuş ve bu bakımdan, onun dünya­daki masumiyeti ortadan kalkmıştır.” (Feth-ül Kadir, c. 4, s. 451)

Bakınız, bu örneklerde İtikâd Hukuku ve Anayasa Hu­kuku arasındaki fark nasıl ortaya konmuştur. İtikâd Hukuku, Müslümanların ayrı kâfirlerin de ayrı milletler olduğunu belir­tir ve buna göre Müslüman’ın canı, malı ve namusu kâfirin­kine tercih edilir. Ancak Anayasa Hukuku veya ülke kanun­ları, kendi etki alanını, bu uluslararası bölünmeye göre değil, ülke sınırlarıyla sınırlar. İslâm Devletinin sınırları içinde bulu­nan can, mal ve namuslar ister Müslüman ister kafire ait olsun, “masûm”dur. Zira, ülke yasaları onu koruma sorum­luluğunu üstlenmiştir ve bu sınırların dışında bulunanlar ise, ister kâfire ister Müslümana ait olsun, “gayri masûm”dur. İslâm Devletinin sınırları içinde eğer biri hırsızlık yaparsa, onun ellerini keseriz, adam öldürürse, ondan kısas veya diyet alırız, gayri meşru yollarla mal almışsa, onları geri alırız. Bu sınırların dışında ise eğer bir Müslüman veya zimmi, bizim kanunlarımıza göre suç olan bir fiil işlerse, biz ne o yabancı memlekette herhangi bir işlem yapabiliriz, ne de onun bizim sınırlarımızın içine dönmesinden sonra. Zira, fiil, barış ve huzurun sağlanması can ve malın korunmasından sorumlu olmadığımız bir bölgede yapılmıştır. Bu hükümler sadece dünyevi açıdan böyledir. İslâm Devleti sınırlarının dışında işlenen bir günah, dünyevi bir hükümetin faaliyet alanlarının dışında olduğu için dünyada sorgulanmaz ve cezalan-dırılmaz. Ancak, Allah nezdinde cezasız kalmaz. Zira, Allah’ın faaliyet alanı sınır tanımaz ve O’nun haram kıldığı şey her yerde haramdır.

Bu, İmam Ebû Hanife Hazretlerinin kendi uydurmuş ol­duğu bir yasa değildir, aksine, kaynağı Kur’ân ve Hadis’tir. Yani, bir yandan, (Eğer namazlarını kılar ve zekatlarını verirlerse dinde kardeşlerinizdirler. Ve kim ki, kasten bir Mümini öldürürse cezası cehennemde ebedi kalmaktır.) diyen ve diğer yandan, İslâm Devletinin sınırlarının içinde yaşayan bir Müslüman ile başka bir ülkede yaşayan bir Müslümanın kanı arasında ayırım yapan Kur’ân-ı Kerimdir. İlk bahsettiğimizi (İslam devletinin sınırları içinde yaşayan bir Müslüman) bilerek öldüren için hem kefaret hem diyet var­dır, daha sonraki (başka bir ülkede yaşayan bir Müslü­man)için sadece kefaret.[9]

Hazreti Peygamber صلي الله عليه وسلم bir defasında Hz. Usame bin Zeyd’i bir birliğin başında Herkat tarafına gönde­rir. Orada bir kişi  diyerek canını kurtarmak ister. Ancak Müslümanlar onu öldürür. Resûlullah صلي الله عليه وسلم bunu işitince Hz. Usame’ye defalarca şunu sorar: “Kıyamet günü seni lailahe illallah”a karşı kim koruyacak? ”, ancak o maktûlün diyetinin ödenmesi için herhangi bir emir vermez.[10] Buna benzer başka bir olay daha vardır. İslâmî sınırların dışında bazı Müslümanlar öldürülür. Bunun üzerine Resûlullah صلي الله عليه وسلم şöyle der: “Ben, müşrikler ara­sında yaşamakta olan her Müslümanı koruma sorumlulu­ğundan uzağım[11]” bizzat Kur’ân’da böyle bir Müslümanın sorumluluğunun olamayacağı ifade edilmiştir:

 …iman edip te hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiçbir pay yoktur…[12]” (El-Enfal: 72)

Bu şekilde, Kur’ân ve Hadis bizzat, dünyevi masûmluğu, dini masumluktan ayırmış ve ikisinin de sınırlarını belirlemiş­tir. Tüm İslâm fakihlerinden sadece İmam Ebû Hanife Haz­retleri bu ince ve karmaşık hukuki sorunu iyice anlamıştır. İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed, İmam Malik, İmam Şafiî ve İmam Ahmed bin Hanbel gibi yüce müçtehitler bile bu iki tür masumluk arasında ayırım yapmamıştır. Örneğin, eğer Dar-ül Küfr’de Müslüman vatandaşlardan biri başka birini öldürürse, bütün bu zevât, katil’den kısas alınmasının gerekli olduğunu, çünkü onun “Masum bil’İslâm[13] islam’ın koruması altında bulunan bir kişiyi öldürdüğü konusunda görüş birliğine varmıştır.


Dar-ül Harb ile Dar-ül Küfr Arasındaki Istılahî Fark:

İmam-ı Azam ile ilgili yaptığımız araştırmalara dayanarak söyleyebiliriz ki, yukarıda bahsettiğimiz mesele ve benzerleri konusunda Dar-ül Harb yerine Dar-ül Küfr terimini kullan­mıştır. Çünkü, Anayasa Hukuku açısından Dar-ül İslâm’ın karşıtı ancak Dar-ül Küfr veya yabancı topraklar olabilir. Bu­rada harpten sözedilmektedir. İslâm Devletiyle barış içinde olan ülkeler de Dar-ül Küfr’dür. Ve yukarıda bahsettiğimiz bütün hükümler bunlarla da ilgilidir. Ne var ki, İslâm’ın baş­langıç yıllarında, İslâm Devletine bitişik olan ne kadar Dar-ül Küfr idiyse, onlar genellikle Dar-ül Harb idi. Onun için daha sonraki fakihler, Dar-ül Küfr’ü Dar-ül Harb ile tamamen eşanlamlı saydı ve ikisi arasındaki ince hukuki farkları gözardı ettiler. Aynı şekilde, İmam Ebû Hanife’nin eserle­rinde hiçbir yerde, onun “gayri masûm”u “mubah” anla­mında olduğunu sandığına dair hiçbir kelimeye rastlamadık. Kendisi, İslâm sınırlarının dışındaki eşyaya “gayri masûm” demekle yetiniyor ve bu eşyayı gaspedenler için sadece “onun için herhangi bir ceza yoktur, veya, hakkında her­hangi bir adlî karar verilemez” diyor. Ancak daha sonraki fakihler pekçok yerde “ismetsizlik” ile “ibahet”i birbirine karıştırmıştır. Bundan, İslâm sınırlarının dışında ne kadar yasak hareketlerde bulunulursa, bulunulsun onlar için ne İslâm Devletinin herhangi bir kovuşturma açacağı, ne de Allah’ın kendilerini sorgulayacağı gibi bir yanlış anlam çıkı­yor. Oysa, bu ikisi birbirinden farklı şeylerdir. Siz isterseniz Hindistan’da birinin malını gaspedin; bunun için elbette ki, siz Afganistan’da yargılanmayacaksınız. Dar-ül İslâm’ın ka­nunlarına göre siz masum ve suçsuzsunuz. Ama, bunun Allah’ın mahkemesinden de beraat edeceğiniz anlamı nere­den çıkıyor?

Şimdi, fıkıh kitaplarında Dar-ül Harb’te, “harbî için her­hangi bir ismet (koruma) yok” kuralına göre faiz, kumar ve diğer fasit akitlerin ibahet meselesi yazılmışsa, onun iki yönü olduğunu anlayabilirsiniz:

Birincisi, Dar-ül Harb’ten sadece “yabancı topraklar” kastedilmiştir. Bu bakımdan bu mesele, Anayasa Hukuku veya ülke kanunlarıyla ilgilidir. Ve niteliği şudur: Harbi (yani yabancı bir vatandaş)nin malını koruma sorumluluğunu biz üstlenmediğimiz için, bizim faaliyet ve etki alanımız dışında devletimizin herhangi bir vatandaşı ondan faiz alıp, yahut onunla kumar oynayıp ya da başka herhangi bir gayri meşru yollarla mal alıp bölgemize gelirse, dini ve itikâdı açıdan suçlu olup olmadığına bakılmaksızın onun hakkında her­hangi bir dava açmayız.

İkincisi, Dar-ül Harb’ten, “kendisiyle fiilen savaştığımız, yani düşman olan bir ülke” kastedilmiştir. Bu da, politika veya dış ilişkileri ilgilendiren bir kanunla ilgilidir ki, bunu aşa­ğıda belirtiyoruz:

Dış İlişkiler Yasası:

İslâm Hukukunun bu bölümü, İslâm Devletinin sınırları­nın dışında yaşayan insanların can ve mallarının yasal niteliği ile ilgilidir. Bunun ayrıntılarına girmeden önce bazı noktalara açıklık getirmeliyiz.

Fıkhî terim olarak “dar” kelimesi hemen hemen İngilizce “territory” (topraklar) kelimesine eş anlamlı olarak kullanılır. Hangi topraklarda veya bölgelerde Müslümanlar resmi hak­lara sahipse, onlara “Dar-ül İslâm” ve bu sınırların dışında olanlara da “Dar-ül Küfr” veya “Dar-ül Harb” denir. Dış iliş­kiler veya dış politika yasası, bu toprak veya bölge ayırımı nedeniyle nüfus ve mallarla ilgili olarak ortaya çıkan sorun­lardan bahseder.

Daha önce işaret ettiğimiz gibi, inanç açısından tüm Müslümanlar tek bir millettir ve o milletin bireyleridir. Ancak bu yasa açısından Müslümanlar, amaç ve hedefleri bakımın­dan üç sınıfa ayırılmıştır: Bir, Dar-ül İslâm’ın vatandaşları. İki, Dar-ül Küfr veya Dar-ül Harb’ın reayası. Üç Dar-ül İslâm’ın vatandaşları olmalarına rağmen müstemin olarak geçici bir biçimde Dar-ül Harb’e veya Dar-ül Küfr’e gidip oturanlar. Bütün bu vatandaşların hak ve sorumlulukları ayrı ayrı belir­lenmiştir.

Buna karşılık, kâfirlerin tümü inanç olarak İslâm milli­yetçiliğinin dışında olmalarına rağmen kanunen, onlar kendi durumlarına göre onlar da çeşitli gruplara ayrılmıştır. Birin­cisi, doğuştan veya tabii olarak zimmi ya da cizye ve haraç vermek suretiyle zimmi olan veya vatandışlığa kabul edilen­ler. İkincisi, Dar-ül İslâm’ın vatandaşı olmayıp, müstemin olarak Dar-ül İslâm’a gelen ve yaşayanlar. Üçüncüsü, Dar-ül Küfr veya Dar-ül Harb’ın vatandaşı olup herhangi bir can güvenliği güvencesini almayıp Dar-ül İslâm’a girenler. Dör­düncüsü, kendi memleketlerinde yaşayanlar. Bu son kısım kâfirler de çeşitli sınıflara ayrılmıştır. Birincisi, İslâm Devleti­nin kendileriyle herhangi bir anlaşması veya düşmanlığının olmadığı kimseler. İkincisi, İslâm Devletine haraç verenler, ancak yaşadıkları bölgede İslâmî yasaların geçerli olmadığı kimseler. Üçüncüsü, kendileriyle anlaşmanın olduğu, ancak düşmanlığın bulunmadığı kişiler. Dördüncüsü, Müslümanlar ile kendileri arasında düşmanlığın bulunduğu kimseler.

Bu şekilde ülke sınırları veya topraklar açısından kişilerin ve mallarının durumunda meydana gelen fark ve bu farka göre yasal hükümler arasında yapılan ayırımın, İslâm Huku­kunun gerçek ve doğru yorumu için son derece gereklidir. Bu fark ve ayırımlar gözönüne alınmadan yalnız hukuki iba­relere dayanarak hareket edildiği zaman sadece faiz konu­sunda değil, birçok fıkhî konularda öylesine yanlışlıklar ve yanılgılar yapılacaktır ki, hukuk ve yasasının kendisi tanınmaz hale gelecek ve amaçlarının dışında kullanılmaya başlana­caktır.

Bu gerekli açıklamalardan sonra biz, Dar-ül Harb tanı­mının hangi ülke veya bölgeler için kullanıldığı, bunların de­recelerinin ne olduğuna ve her derece için hangi emirlerin bulunduğuna bakacağız. Ayrıca, “harbiyet”in kaç derecesi­nin olduğunu ve her dereceye göre nüfus ve mallarının ibahetinin niteliğinin nasıl değiştiğini inceleyeceğiz. Daha sonra, mallarının ibahatının niteliğinin nasıl değiştiğini ince­leyeceğiz. Daha sonra, “dar” farkına göre bizzat Müslüman­ların konumunun nasıl değiştiği ve her konuma göre hak ve sorumluluklarının ne olduğuna şöyle bir göz atacağız.

Kâfirlerin Türleri:

Yukarıda bahsettiğimiz kâfirlerin türlerinde yer alan zimmiler ile ilgili olarak herkes biliyor ki, içki, domuz eti, mahremler arasındaki nikâh ve Allah’tan başkalarına ibadetin dışında diğer bütün konularda onlar aynen Müslümanların konumundadır. Ülkede geçerli olan tüm İslâmî yasalar on­lara da uygulanır ve onlar da Müslümanlar gibi çeşitli yasak­lara tabi olur. Aynı zamanda, can, mal ve namuslarının ko­runmasıyla ilgili olarak Dar-ül İslâm’da Müslümanların sahip oldukları haklara sahip olurlar.

Müstemin kafirlerin durumu da zimmilerden farklı değil­dir. Çünkü, onlara da İslâm Devletinin yasaları uygulanır ve Dar-ül İslâm’da yaşadıkları için onların can ve malları da aynen korunur. Bunları bir yana bırakıp şimdi biz sadece Dar-ül Küfr’de yaşayan kâfirlere bir göz atacağız.

1-Haraç Verenler

İslâm Devletine haraç veren ve kendi memleketlerinde küfr ile ilgili emir ve yasaları uygulama özgrlüğüne sahip kâfirlerin ülkesi Dar-ül Küfr olmasına rağmen Dar-ül Harb değildir. Zira, Müslümanlar, haraç vermeleri nedeniyle ken­dilerine eman veya can güvenliğiyle ilgili güvence verdikleri için “harbiyet” ortadan kalkmış oluyor. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:

 Eğer onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilir de sizinle sa­vaşmazlar ve size barış teklif ederlerse bu durumda Allah size, onların aleyhinde bir yola girme hakkı vermemiştir.” (En-Nisa: 90).

 Bu nedenle, fakihler, onların can, mal ve ırzlarına teca­vüz edilmemesi gerektiğine hüküm vermişlerdir:

 Eğer onlarla, her yıl 100 köle vereceklerine ilişkin bir anlaşma ve bu 100 köle cemaatlerinden ve evlâtlarından olursa, onları almak uygun olmaz. Zira, barış onların ce­maatinin tümünü kapsar, onların hepsi müstemindir ve müstemini köle yapmak hiç caiz değildir.” (El-Mebsût, İmam Es-Serahsi, c. 10, s. 88)

 Eğer onlardan bir kişi başka bir Dar-ül Harb’te yaşı­yor ve İslâm ordusu o ülkeye girerse, ona herhangi bir zararda bulunmayacaktır, çünkü Müslümanlar ona eman vermiştir.” (Aynı eser, s. 89)

 Eğer Müslümanların bir cemaati onlara karşı ayak­lanıp onların adamlarını köle yaparsa, Müslümanların o köleleri satın almaları caiz olmayacaktır ve eğer böyle bir satış vuku bulmuşsa, geçersiz olacaktır. Zira, onların can güvenliği konusunda güvenceyi Müslümanlar vermişti.” (Aynı eser, s. 97)

Bu tür kâfirler teorik olarak ehl-i harp kalırlar: “Zira, bu barış ve anlaşmaya göre onlar İslâmî emir ve hükümlere tabi olmaz ve bu bakımdan ehl-i harb olmaktan kurtula­mazlar.” (El-Mebsût, c. 1, s. 88).

 Ancak malları mubah değildir ve faiz yiyicilerden bile ol­salar, onlarla fasit akitler veya kötü anlaşmalar yapılamaz ve onlara göre hareket edilemez. Hatta, kendi memleketlerinde bulunmuyor ve fiilen savaş olduğu bir memlekette bulunu­yorlarsa, Müslümanların onlarla kötü anlaşmalarla iş yap­maları caiz olmayacaktır.

2-Anlaşmalılar:

Dar-ül İslâm’ın kendileriyle anlaşmaya vardığı kâfirlerle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

 Ancak müşriklerden anlaşmanız olup size karşı ahitlerinden bir şey noksan etmeyen ve aleyhinize bir kim­seye yardım etmemiş olanlara ahitlerini müddetine kadar tamamlayın.” (Et-Tevbe: 4)

 …onlar size karşı dürüst davrandıkları müddetçe siz de onlara dürüst davranın…” (Et-Tevbe:7)

 Eğer onlar sizden din hususunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma bulunan kavmin aleyhine olmamak üzere onlara yardım etmek size vaciptir.” (El-Enfal: 72)

 Eğer öldürülen kişi, sizinle anlaşması olan bir mil­letten ise, vârislerine diyet verilmelidir.” (En-Nisa: 92)

Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, anlaşmalı kâfirler, teorik ola­rak harbi olur ve ülkeleri Dar-ül Harb kapsamına girerse de, İslâmî hükûmet kendileriyle anlaşmalı ilişkiler sürdürdükçe onlar “mübah’üd dem ve’l emvâl” değildir ve onların can ve mallarına el uzatmak şer’en memnû’dur. Eğer bir Müslüman kanlarını akıtırsa, ona diyet lazım olacaktır ve eğer mallarına el koyarsa tazminat ödemesi gerekecektir. Yani, malları mübah değilse, onlarla kötü anlaşmalarla nasıl iş yapılabilir? Zira, gerekçesi ibahete dayanmaktadır.

3-İsyancılar:

Anlaşmaya rağmen düşmanca tavır içinde olan kâfirlerle ilgili Kur’ân’ın hükmü şudur:

 Eğer, aranızda muahedede bulunan kavimden hain­lik hissedersen, eşitliği gözeterek muahedeyi yüzlerine vur.[14]” (El-Enfal: 58)

İmamların güneşi Sarahsi Hazretleri bu meseleden söz ederken şöyle diyor:

 “(Bu durumda anlaşmayı bozmak caizdir) Ancak an­laşmanın bozulması eşitlik ilkesi üzerine olmalıdır. Yani, tarafınızdan anlaşmanın feshedildiğini onlar da bilsin. Bu emirden anladığımız şu ki, gereken bilgi ve açıklamadan önce onlarla savaşmak helal değildir.” (El-Mebsût, c. 1, s. 87)

Bu âyet ve bunun hukuki yorumu gösteriyor ki, anlaş­malı millet anlaşmaya uymaz ve ayaklanırsa bile, savaş ilan edilmeden önce onun can ve malları mübah değildir.[15]

4-Anlaşmalı Olmayanlar:

Yani, Müslümanların kendileriyle anlaşmaları olmayan kâfirler. Bu öyle bir durumdur ki, uluslar arası ilişkilerde her zaman savaş nedeni olmaktadır. Aslında diplomatik ilişkilerin kesilmesi, ilgili ülke veya milletlerin anlaşmalara saygılı ol­mayacakları anlamına gelmektedir. Bu koşullarda eğer bir millet, öteki milletin fertlerini öldürür veya mallarını yağma­larsa, herhangi bir diyet veya tazminat sözkonusu olmaya­caktır. Bu anlamda denebilir ki, her iki millet için birbirinin can ve malları mübahtır. Ancak, herhangi bir uygar ulus veya ülke, resmen savaş ilan etmeden başka bir milletin fertlerinin kanını akıtamaz ve mallarını gaspedemez. Bu husustaki İs­lâm yasası şudur:

 Eğer Müslümanlar davetsiz[16] (habersiz) onlarla sava­şırsa günahkâr olurlar. Ancak böyle bir savaşta karşı tarafa uğrattıkları can ve mal kaybı için bize (Hanefi mez­hebine) göre Müslümanlar tazminat ödemek zorunda ol­mayacaklar.” (El-Mebsût, c. 1, s. 30)

İmam Şafiî diyor ki, tazminat gerekecekdir, çünkü, da­veti reddetmedikçe can ve mallarının hürmeti ve ismeti de­vam edecektir. Ancak Hanefiler şu görüştedir:

 Can ve malın değerinin devam etmesine sebep olan ismet, ancak Dar’ül İslâm’ın koruması altında olmasına bağlıdır ve bu, onlar için geçerli değildir… Elbette ki, ibahet için davetin verilmesi şarttır. Davetsiz ibahet sabit değildir. Ancak salt katil hürmeti, tazminat vucûbu için yeterli değildir.” (El-Mebsût, c. 1, s. 30-31)

Anlaşılacağı gibi, zimmi olmayan, kendileriyle anlaşma bulunmayan, “dar”ları, “dar”ımızdan farklı olan, ismetlerini kanunlarımızın tanımadığı harbi kâfirlerin nüfus ve emvalı da, hüccet tamamlanmadıkça ve aralarında resmen savaş ilan edilmedikçe helâl değildir. Peygamber صلي الله عليه وسلم ‘in bu hususta Hz. Muaz bir Cebel’e vermiş olduğu nasihat dikkate değerdir:

 Onlara davet vermedikçe onlarla savaşmayın. Eğer reddederlerse bile, onlar başlatmadıkça, onlarla savaşma­yın. Savaşı başlatmış olmalarına rağmen, sizden herhangi birini katletmedikçe onlarla savaşmayın. Daha sonra, on­lara maktûlü gösterip, “siz bundan daha iyi bir şeye razı değil misiniz?” diye sorunuz. Ey Muaz, bu kadar sabır ve tahammül telkinini şu nedenle yapıyorum ki, eğer senin vasıtanla Allah insanları hidayete erdirirse bu, eline Doğu ile Batının tüm topraklarının geçmesinden daha iyidir.”

5- Savaşılanlar:

Bundan sonra ancak, Müslümanların fiilen savaştığı kâ­firler kalıyor. Asıl harbi işte bunlardır. “Dar”ları, dış ilişkiler yasasında “Dar-ül Harb” olarak bilinmektedir. Can ve malları mübah olanlar bunlardır. Ve işte bunların öldürülmesi, ya­kalanması, dövülmesi, soyulması Şeriate göre caizdir. Ne var ki, “harbiyyet” veya düşman kişiliği, tüm savaşılanlarda aynı düzeyde değildir. Keza, tüm emvâl-i harbiye de aynı değildir. Gerçi, harbi kâfirlerin kadınları, çocukları, hastaları, yaşlıları ve sakatları da harbidir; fakat, Şeriat onlara “mübahüddem” (kanları helal) dememiştir, aksine “ibahet-i katl” (öldürme­nin caiz olması)nı sadece savaşçılarla sınırlandırmıştır:

 Ancak bizimle savaşanı katledekcesiniz. Zira, Allahü Teâla, ve “kâtilûhum” (onlarla savaşın) diye buyurmuştur ve savaş ta, tek değil iki taraf arasında yapılır.” (El-Mebsut, c. 1, s. 64)

Ancak bizimle mukâtele eden (savaşan) katledilmelidir, zira Allahü Teâla “ve kâtılûhum” (onlarla savaşın) diye bu­yurmuştur. Ve mukatele (savaş) için mutlaka iki tarafın ol­ması gerekir.

Aynı şekilde, emvâl-i harbiye konusunda da Şeriat fark gözetmiştir ve her derece için ayrı emirler vardır.

Emvâl-i Harbiye’nin Dereceleri ve Emirleri:

İlke olarak düşman bölgesinde tüm taşınır ve taşınmaz mallar mubah ve ele geçirilebilir niteliktedir. Ancak İslâm Şeriatı bunları ikiye ayırmıştır:

1-Ganimet.         

 2-Fey.

Ganimet:

İslâm ordusunun kendi silah gücüyle zaptettiği savaş alanındaki taşınır mallar, ganimet mallarıdır. Bunların beşte biri hükûmetin malıdır. Beşte dördü ise bu malları ele geçi­renlerindir. İmam Ebû Yusuf Hz., “Kitab-ül Harac” adlı ese­rinde ganimeti şöyle tanımlamıştır:

 Müslümanların şirk ordusundan ele geçirdiği mal, mülk, silahlar ve hayvanlar gibi şeyler (yani taşınır mal­lar)lardır.” (S. 10)

Bir başka yerde de benzeri kayıtlara rastlanmaktadır.

Bundan anlaşılıyor ki, savaş veya askeri operasyonlar sı­rasında düşman ordusundan ele geçirilen taşınır mallara ganimet denir. Askerlerin savaş alanının dışında yerleşim merkezlerini yağmalamaları Şeriat açısından doğru değildir. Tabii ki, Dar-ül Harb’ın tüm malları mubahtır ve bir kimse savaşmayanların mallarını zaptederse, ne tazminat ödemesi ne de kırılan veya bozulan malları değiştirmesi gerekir. An­cak bu tür yağma hoş değildir. Müslümanların hakimi her mümkün yolla kendi ordusunu bu tür hareketlerden alıkoy­malıdır. Çünkü Hz. Peygamber صلي الله عليه وسلم şöyle buyur­muştur:

 Kim ki, övünmek niyetiyle, yahut dünyaya kendi güç ve yiğitliğini göstermek, yahut ün kazanmak için savaşır ve imamına karşı gelip yeryüzünde fesat ve fitne oluştu­rursa, ecir kazanması şöyle dursun, eşit derecede karşılı­ğını bile alamayacaktır.” (Ebû Davud)

Fey :

İkinci tür mallar, düşman ordusundan savaşılarak zaptedilmeyen, ancak fetih neticesi olarak ister düşman re­aya ister düşman ülke veya hükûmetten olsun, hükûmetin eline geçen taşınır ve taşınmaz mallardır. İslâmî terime göre bu gibi mallar “fey” olarak bilinmektedir ve bu, ganimetten tamamen ayrı bir şeydir.

 Ordudan zaptedilen ganimet malı başka bir şey, düşmanın yerleşim bölgelerinden Müslümanların eline geçen mallar başka bir şeydir. Her ikisiyle ilgili emirler ayrı ayrıdır.” (Kitab-ül Harac, s. 38)

Ordulardan ele geçiren “ganimet malı” ayrı ve düşma­nın yerleşim bölgelerinden Müslümanların ellerine geçen “fey malları” ayrı bir şeydir. Her ikisinin hükmü ayrıdır.

El-Haşr sûresinde bununla ilgili gereken açıklama ya­pılmış, bunun kimsenin kişisel mülkiyeti olmayacağı ve Beyt-ül Mal’a gideceği ve hayır işlerde kullanılacağı ifade edilmiştir.

“Fey” kelimesinin bundan başka herhangi bir anlamı veya kavramı yoktur. Ve fıkıh kitaplarının hiçbir yerinden herkesin “fey”i gelişigüzel alıp cebine indirebileceğine ilişkin herhangi bir kayıda rastlanmamaktadır. Bazı ibarelere göre mütekaddeminin, sadece cemaatin mülkü ve İslâmî hükûmetin tasarrufunda olan bir “fey”i bildiği anlaşılmakta­dır.

Ganimet ve Yağma Arasındaki Fark:

Ganimetleri toplamanın şerî hakkı sadece İslâm Devleti­nin koruması altında olanlara ve kendilerine Müslümanların İmamının kesin ve açıkça izin verdiği kimselere verilmiştir. Bunun dışında eğer sıradan Müslümanlar bir sürü çete veya grup kurup kendi başlarına yağmaya başlarsa, onlar birer adî soyguncu ve yağmacı olacaktır. Ne ganimetleri ganimet, ne yağmaları yağma olacaktır. Bu nedenle, elde ettikleri mallar­dan Allah’ın payı (1/5) kabul edilmeyecektir. Ancak bu mallar onlarda kalacaktır. Çünkü bunları düşmana geri vermek mümkün olmayacaktır:

 İmamın himayesine sahip olmayanlar, imamın izni olmaksızın düşman bölgeye sorumsuzca girer ve yağma­larda bulunursa, bizce bu yağmalanan maldan beşte birlik pay alınmasın ve kendilerine bırakılsın.” (El-Mebsût, c. 1, s. 74)

İmam’ın desteğine sahip olmayanlar eğer onun izni ol­maksızın düşmanın bölgesine sorumsuzca girip mallarını yağmalarsa, kanımızca o mallardan beşte birlik bir bölüm alınmamalıdır ve aslında o mallar o bölge insanlarına ait olacaktır.

Allame Serahsi’nin bununla ilgili yazdığı gerekçeye de bir göz atınız:

 Aslında mesele şu ki, daha önce belirttiğimiz gibi, ganimet, son derece tertemiz ve en şerefli yollarla ele ge­çirilen malın adıdır. Bunda Allah kelimesinin yüceltilmesi ve dininin izzetlendirilmesi vardır. Bu nedenle, bunda Al­lah’ın payı, yani beşte bir belirlenmiştir. Bu şey, bir kişinin bir hırsızlık yoluyla elde ettiği malda bulunmaz. Çünkü, onun hedefi sadece mal elde etmektir.” (Aynı eser, s. 74).

Buna delil olarak İmam Serahsi şu hadisi sunmaktadır: Müşrikler bir Müslüman genci esir almıştı. Bir süre sonra o genç onlardan kaçtı ve yanında birkaç keçi de götürdü. Rasûlullah صلي الله عليه وسلم bu keçilerin onda kalmasını uygun gördü ve beşte birlik payı almadı. Mugire bin Şa’be رضي الله عنه olayıda bunu teyid etmektedir. Mugire رضي الله عنه arkadaş­larının mallarını çalıp Medine’ye geldi ve İslâmiyeti kabul etti. Çaldığı malları Rasûlullah’a صلي الله عليه وسلم sun­mak istediği zaman Hazreti Peygamber dedi ki: “Senin İslâmiyeti kabul etmen makbuldur, ancak bu mal makbul değildir.”

Dar-ül Harb’te Kâfirlerin Mülkiyet Hakkı:

Ganimet ile ilgili üçüncü sınırlama şudur: Müslümanlar Dar-ül Harb’te bulundukları sürece ganimet mallarından istifade edemezler. Bu sınırlamadan sadece gıda maddeleri ve hayvanların yemi müstesnadır. Yani, savaş sırasında ne kadar erzak ve yem İslâm ordusunun eline geçerse, ondan her mücahit ihtiyacı kadar alabilir. Geriye kalan tüm ganimet malları ordu komutanına verilecektir ve bunlar, Müslüman askerine1 Dar-ül İslâm’a taşınıncaya kadar dağıtılmayacaktır. Hanefilere göre bunun nedeni, ganimet mallarının Dar-ül Harb’te olunduğu sürece Müslümanların mülkiyet koşulları­nın tamamlanmamış olmasındandır. İmam Şafiî ise farklı bir görüştedir. Ona göre muhariplerin malları mübahtır. Onun için, İslâm mücahitleri bunları ele geçirdiklerinden beri mül­kiyet hakkına da sahiptirler. Ancak İmam Ebû Hanife ve yandaşları bu mülkiyetin zayıf olduğuna inanmaktadırlar. Onlara göre, malları biz ele geçirmişiz, ama “dar” onlarındır. Onların malları “dar”larından bizim “dar”ımıza geçmedikçe onların tam anlamıyla sahipleri olamayız. Zira, mülkün ta­mamlanması için sadece istilâ ve işgal yeterli değildir. İmam Serahsi, Hanefilerin bu husustaki görüşünü şöyle açıkla­maktadır:

 Bize göre zapt veya işgal ile sadece hak sabit oluyor, Dar-ül İslâm’a götürülünce güçleniyor ve ganimetin dağı­lımıyla tamamlanıyor. Bunun misali şuf’a gibidir. Şafî’in hakkı bey’ ile sabit olur; talep ile gerçek olur ve zapt ile tamamlanır. O halde, hak zayıf kaldığı sürece dağıtım caiz olmaz…Nasıl ki, emvâl (taşınır mal)ın zapt mülkiyeti sabit olur, arazi (taşınmaz mal)ın da zaptiyle mülkiyeti sabit olur. Ne var ki, Müslüman ordunun adım attığı top­raklarda, orası Dar-ül İslâm’a çevrilmedikçe tam anla­mıyla üzerinde hak oluşmaz.” (El-Mebsût, c. 1, s. 33)

Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, işgal edilen ülke veya bölge Dar-ül İslâm’a dönüştürülmedikçe veya yeni terimlere göre İslâm Devletine ilhak edilmedikçe İslâmî hükûmet ga­nimette ve hatta, fey’de tasarruf hakkına sahip değildir. Hz. Peygamberin صلي الله عليه وسلم tutum ve davranışları bu ger­çeği doğrulamaktadır. Nitekim, Mekhûl şöyle demektedir: “Rasûlullah صلي الله عليه وسلم  hiç bir zaman ganimetleri Dar-ül İslâm’ın dışında dağıtmadı.” Muhammed bin İshak Kelbi’nin rivayetine göre Rasûlullah صلي الله عليه وسلم  Huneyn’deki ganimetleri, dönüşte o sıralarda Dar-ül İslâm’ın sınırlarında bulunan Ci’rane’de dağıtmıştı. Yolda Araplar dağıtımın yapılması için isteklerini yoğunlaştırdı ve Rasûlullah’ı صلي الله عليه وسلم o kadar rahatsız ettiler ki, giysisi yırtıldı. Ancak bütün bu gürültü ve patırtılara rağmen Hz. Peygamber صلي الله عليه وسلم Dar-ül İslâm’ın sınırlarının içine girinceye kadar ganimetin tek bir kuruşunu bile dağıtmadı.

Rasûlullah’ın صلي الله عليه وسلم bu davranışı ve fukaha’nın ge­rekçelerine bir bakınız. Bunun nedeninin, İslâm hukuku nasıl ki, İslâm topraklarında Müslümanların mülkiyet hakkını teslim eder, İslâm topraklarının dışındaki bölgelerde ehl-i Harbin de mülkiyet hakkını kabul ettiğinden başka bir şey olmadığını göreceksiniz. Savaş mallarını bize mübah kılar. Ancak Şeriat, bize bu ibahetten yararlanmak konusunda genel veya kayıtsız şartsız izin vermemiştir. Aksine, mülkleri­nin bizim mülklerimize intikal etmesi için bazı belirli hukuki biçimler belirlemiştir ve bunlar öyle biçimlerdir ki, bunlarla bizimle kâfirler arasında tam bir eşitlik sağlanmıştır. Hanefi Mezhebinde diyor ki, biz onların mallarına ancak resmi bir savaşta onları ele geçirdikten sonra “dar”ımıza getirdikten sonra sahip olabiliriz. Aynı şekilde onlar da savaşta bizim mallarımızı ele geçirip kendi “dar”larına götürdükten sonra sahipleri olabileceklerdir. Ve biz “dar”larında mülkiyet hakla­rına saygı göstermek mecburiyetindeyiz. Bu hususta, fukahânın diğer açıklamaları da dikkate değerdir:

 Mal ele geçirip “dar”a ulaştırılmışsa, bu husus o mal üzerine mülkiyet hakkının tam nedenidir. Ve dünyayı elde etme imkanları bakımından bizimle kâfirler arasında tam bir eşitlik vardır. Hatta, dünyada onların payı bizden faz­ladır. Çünkü, onlar için varsa yoksa bu dünyadır. Ve mal toplamaktan onların kastı mal sahibi olmaktan başka bir şey değildir. Buna karşılık, bizim amacımız mal toplamak değildir.” (El-Mebsut, c. 1, s. 53)

 Eğer bir Müslüman can güvenliği konusunda gü­vence alıp Dar-ül Harb’e girmiş ve orada kâfirlerin kaçır­mış olduğu kendi cariyesi eline geçerse, onu ele geçirmesi ve onunla birleşmesi (cinsel ilişkide bulunması) caiz değil­dir. Zira, artık o kâfirlerin mülküdür ve o cariye onların mallarından biri olmuştur.” (Aynı eser s. 65)

 Ve eğer bir kâfir harbi bizim ”dar”ımıza can güvenliği konusunda güvence alarak gelir ve yanında bizzat bizden almış olduğu mal bulunursa, biz ondan o malı zorla ala­mayız.” (Aynı eser s. 63)

 Eğer düşman, Müslümanların mallarını zaptedip kendi “dar”ına götürür ve orada bulunan bir müste’min Müslüman tacirin o malları satın alıp yemesi helâldır. O Müslüman, düşmandan satın aldığı cariye ile cinsel iliş­kide bulunabilir. Zira, düşmanın kendi “dar”ına götürme­sinden sonra o cariyeye sahip olmuştur, ve onun malları arasına girmiştir. Buna karşılık, eğer bir tacir can güven­liği konusunda güvence alıp Dar-ül Harb’e gider ve düş­manının elinde bulunan bir cariyeyi kaçırarak Dar-ül İs­lâm’a getirirse bir Müslüman’ın o cariyeyi satın alması helâl değildir. Çünkü onu anlaşmayı bozarak getirmişti. Onu geri vermeye mecburdur. Ancak İmam, onu bunun için zorlayamaz.” (Aynı eser s. 61)

Bu kural, hadise tam olarak uymaktadır. Mekke fethinin gerçekleştiği gün Hz. Ali, رضي الله عنه Rasûlullaha, صلي الله عليه وسلمZât-i âliniz, Hicretten önce kendinize ait olan evinizde niçin kalmıyorsunuz?” diye sordu. Rasûlullah صلي الله عليه وسلم  şöyle cevap verdi: “Akîl bize ne bırakmıştır ki?”. Bu demek­tir ki, Rasûlullah’ın صلي الله عليه وسلم evini terk edip gittikten sonra Akîl bin Ebû Talib’in oraya girmesiyle Hz. Peygambe­rin صلي الله عليه وسلم mülkiyeti ortadan kalktı ve Akîl’inki geçerli hale geldi. Yani Hz. Peygamber صلي الله عليه وسلم  eski mülkiye­tine dayanarak o evi kendi evi olark kabul etmedi.

Yukarıdaki Bahsin Özeti:

Bütün hukuki emirler ve açıklamalar gözlerinizin önün­dedir. Bunlardan şu hüküm ve kurallar ortaya çıkmaktadır:

1-Dar-ül Harb’ı mutlak bir yabancı ülke veya bölge ola­rak kabul etsek, oranın malları mubah değil, sadece gayri masûmdur ve ismetin olmayışının pratik sonucu sadece şudur: İslâmî hükûmet bu “dar”da kimsenin can ve malının korunmasından sorumlu değildir. Eğer orada bir Müslüman herhangi bir Müslüman’ın veya gayri müslimin can ve malına zarar verir veya mülkünden bir parça haram yolla alırsa, bu onunla Allah arasındaki bir sorundur, İslâmî hükümet onu sorgulayamaz.

2-Dar-ül Harb’ten can ve malları mubah olan kâfirlerin “dar”ını anlarsak, bu demektir ki, her Dar-ül Küfr, Dar-ül Harb değildir. Sadece, Dar-ül İslâm’ın fiilen savaşta olduğu topraklar veya bölge Dar-ül Harb’tir. Bu kendine özgü (fiilen savaşta olan) Dar-ül Küfr’ün dışında başka herhangi bir Dar-ül Küfr’ün vatandaşlarına mubah-üd dem ve ne de mubah-ül mal’dır. Gerçi onlar zimmi değildir can ve malları gayri ma­sûmdur.

3-Müslümanların fiilen savaşta olduğu Dar-ül Harb’in vatandaşlarının can ve malları da öyle tamamen mubah de­ğildir ki, herkes istediği gibi orada yağma yapsın ve kâfirlerin mallarını zaptetme hakkına sahip olsun bunun da bazı ku­ralları vardır:

a) Müslümanların hakimi, İmamı veya yöneticisi resmen savaş ilân edip o ülkenin “Dar-ül Harb” olduğunu açıkla­ması.

b) Orada savaşanlara İmam veya yöneticinin “izn”i ve “himaye”si gereklidir.

4-Ganimet sadece düşman askerlerinden savaşarak alı­nan taşınır mallara denir. Başka bir deyişle söz konusu mal­lar şerefli yollarla ve dini yücelten amaçlarla elde edilmelidir. Bu malın beşti biri ise Allah’a aittir.

5-Fey, fetih neticesinde İslâm Devletinin eline geçen ta­şınır ve taşınmaz mallara denir. Haraç ve barış yoluyla alınan mallarda feydir. Ancak bu tamamen İslâm Devletinin malıdır ve başka kimse bunun üzerine mülkiyet hakkına sahip değil­dir.

6-Fey ve ganimet malları üzerine fatihlerin tam mülkiyyet hakları ancak bunları Dar-ül Harb’ten Dar-ül İs­lâm’a taşıdıkları zaman veya Dar-ül Harb’ı Dar-ül İslâm’a çevirdiklerinde kazanırlar. Bundan önce bu mallarda tasarruf yapmak ve bunlardan yararlanmak mekruhtur.

7-İslâm Hukuku, harbi kâfirlerin malları üzerine mülkiyet haklarını kabul eder ve onların mülklerinden herhangi bir mal Müslümanlara caiz yollarla ancak Allah’ın ve Rasûlullah’ın صلي الله عليه وسلم helâl kıldığı şekilde, yani satış yahut barış veya savaş ile geçebilir.

“Ülke” Farkıyla Müslümanların Konumları:

Bu hususların hukuken belirlenmesi ve kanıtlanmasın­dan sonra geliniz bir de İslâm Hukukuna göre “ülke” farkı açısından bizzat Müslümanlar arasında ne gibi farkların ol­duğuna bir göz atalım. Bu hususta tüm yasalar aşağıdaki âyet ve hadislere dayanmakatdır.

 İman ettikleri halde (Dar-ül İslâm’a) hicret etmeyen­lerle, (Dar-ül Küfr’den Dar-ül İslâm’a) hicret edinceye ka­dar bir velayet bağınız yoktur.” (El-Enfal:74)

 Allah yolunda hicret edinceye kadar kendilerinden dostlar edinmeyin.” (En-Nisa: 89)

 Bir mü’mini hatayla öldürenin mü’min bir köleyi azad etmesi ve ölenin ailesine (mirasçılarına) teslim edile­cek bir diyet vermesi icab eder. Meğer ki, onlar o diyeti sadaka olarak bağışlamış olsunlar. Eğer ölen size düşman olan bir kavimden ve fakat mü’min olursa, o zaman öldü­renin mü’min bir köle azad etmesi lazımdır. Eğer kendileri ile aranızda anlaşma olan bir kavimden ise o vakit aile­sine teslim olunacak diyet ile mü’min bir köleyi azad et­mek icab eder.” (En-Nisa: 92)

Rasûlullah صلي الله عليه وسلم şöyle buyurmuştur: “Ben,[17] müşrikler arasında yaşamakta olan her Müslüman hakkında sorumluluk taşımaktan müstesnayım.” Ve yine Rasûlullah صلي الله عليه وسلم’den rivayet olunur ki: “Kim ki müş­riklerle beraber oturdu ben ondan müstesnayım.” Ya­hut şöyle buyurdu: “Bunun herhangi bir sorumluluğu yok­tur.”

Ebû Davud’un Cihad bölümünde yer alan bir hadise göre Hz. Peygamber صلي الله عليه وسلم herhangi bir kimseyi ordunun başına atadığı zaman, diğer nasihatların yanısıra şunları da söylerdi:

 Onları önce İslâm’a davet et. Eğer onlardan olumlu cevap alırsan bunu kabul et ve onlardan elini çek sonra onlara de ki, “kendi ülkenizi bırakıp muhacirlerin ülkesine (yani Dar-ül İslam’a) gelin.” Ve onlara deki, böyle yapar­larsa hakları, muhacirlerin ki, ile aynı olacaktır. Ve muha­cirlerin sorumluluklarını da aynen taşıyacaklardır. Eğer teklifini reddeder ve kendi ülkelerinde yaşamayı seçer­lerse, onlara konumlarının tıpkı Müslüman Araplarınki gibi olacağını ve Mü’minler için olan Allahın emirlerinin onlara da aynen geçerli olacağını vurgula. Ancak fey ve gani­mette onların hiçbir payı olmayacaktır. Şu istisna ile ki, onlar Müslümanlara katılıp cihat ederlerse durum deği­şir.” (Ebû Davud Müşrikleri davet etme bölümü)

Hanefi fikhının fakihlerinin bu ayetler ile hadislerden çı­kardıkları hukuki hüküm ve kuralları şöyle özetleyebiliriz:

1-Dar-ül İslâm’ın Müslünanları

İslam devleti ancak Dar-ül İslam[18] sınırlarının içinde bulu­nan nüfus ve malları korumakla yükümlüdür. Ve Dar-ül İslam’ın vatandaşı olan Müslümanlar, dini açıdan değil, dün­yevi açıdan da İslam’ın bütün kanunlarına uymak zorunda­dır. İslamî emirlerin muhatapları onlardır. Bu kural, İslam hukukunun esasını teşkil etmektedir ve bununla ilgili çeşitli meseleler ortaya atılmıştır.

1-Yine bu kurala göre, ancak Dar-ül İslam’ın koruması altında bulunan Müslümanların can, mal ve ırzlarının koru­masına sahip oldukları meselesi bina edilmiştir. Bu Müslü­manların dışındaki Müslümanların koruması sadece dini korumadır. Ve tam bir koruma değildir. Serahsi, el-Mebsutta şöyle der:

 Tam güvence muhafaza ile olur.” (El-Mebsut, c. 10, s. 30)

 Koruma muhafazayladır, muhafaza ise ülkeyle olur; dinle değil.” (Aynı eser s. 53)

2-Bu kuraldan şu mesele de ortaya çıkmaktadır: Müs­lümanlar, İslam hukukunun haram saydığı fiilerden Dar-ül İslam’da dinen ve hukuken menedilecektir. Ancak Dar-ül İslam’da yaşamayan Müslümanların işi Allah iledir. Dine saygılıysalar, bunlardan sakınmalı yoksa, istediklerini yap­malıdırlar. Zira, İslamiyet orada, onlara emirlerini uygulatma durumunda değildir.

3-Bu kural aynı zamanda bu meselenin kaynağıdır. Yani, Dar-ül İslâm’ın koruması altında bulunan can ve malların hepsi masumdur ve dolayısıyla bunlara, Şer’î hakkın dışında tecavüz edilemez. Bu hususta Müslüman veya Müslüman olmayan arasında herhangi bir fark yoktur. İster Müslüman ister gayri müslim olsun, İslâm hükümlerine tâbi (bağımlı) olan herkes tecavüzden alıkonmalıdır. Aynı şekilde, ister Müslüman ister gayri müslim olsun, Dar-ül İslâm’ın koru­ması altında olan herkesin canı ve malı korunacaktır.

 “Çünkü din kendisine inanmayanın aksine gerçekten Şeriatına inanan kişi için engelleyici olduğu gibi bulun­duğu ülkenin kuvvetiyle yasağına inananın ve inanmaya­nın malını korur.”  (El-Mebsût, c. 14,. 58)

 Bu nedenle, Dar-ül İslâm’da bir Müslüman, Müslüman veya bir Müslüman zimmi ile; bir zimmi, Müslüman veya bir zimmi ile; bir harbi müstemin, başka bir harbi müstemin ile faizli veya kötü anlaşmalarla herhangi bir işe giremez. Zira, herkesin malı herkes için masumdur ve onlardan ancak İslâmî yasalarda caiz olan yollarla alınabilir.

 Eğer harbilerin tacirleri İslâm ülkesine emânle girer­lerse onlardan biri arkadaşından bir dirhemi iki dirhemle satın alırsa onu caiz görmüyorum. Aynı şekilde Müslü­manların da arasında da onu caiz bulmuyorum. Eğer ehl-i zimmet bu muamelemeyi uygularlarsa onu da caiz bulmuyorum. Çünkü onların herbirisinin malı tam bir şe­kilde korunmuştur ve değerlidir.” (El-Mebsut, c. 14, s. 58)

 Aynı şekilde, Dar-ül Küfr’den herhangi bir kâfirin Dar-ül İslâm’a gelmesi yahut, Dar-ül Harb’ten bir harbinin emânle İslâm Devletine girmesi halinde ondan faiz almak veya kötü anlaşmalarla muamele yapmak caiz değildir. Zira, İslâm Devletinin güvencesiyle can ve mal güvenliği temin edilmiş­tir. Ve İslâmî hükûmetin sağladığı can güvencesine saygı göstermek tüm vatandaşlar için gereklidir. Ancak İmam Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e göre bir harbinin can güven­cesi almadan Dar-ül İslâm’a gelmesi halinde onu yakala­mak, soymak, dövmek ve onunla fasit akitlerle muamele yapmak caizdir. Çünkü onun can ve mal güvencesi yoktur. Ancak İmam Ebû Yusuf onunla da kötü anlaşmalarla mua­mele yapılmasını caiz saymıyor. (Bundan daha sonra ayrıntılı olarak bahsedeceğiz).

2- Dar-ül Harb’de ve Dar-ül Küfr’de Müstemin               Müs­lüman:

Dar-ül İslâm reayasından bir kişi geçici olarak Dar-ül Küfr veya Dar-ül Harb’e can güvenliği konusunda güvence alıp giderse, İslâmî terime göre kendisine “Müstemin” deni­lir. Bu kişi İslâmî hükûmetin yetki alanının dışında olduğu için yasal sınırlamalarının ötesinde oluyor. Ancak yine de, İslâmî hükümetin koruması altında oluyor ve İslâmî yasalara uymamak konusunda tamamen özgür olmuyor. Hidâyede şöyle deniyor:

 Dar-ül İslâm’ın koruması altında bulunan ismet, ge­çici olarak can güvenliği güvencesini almakla gelmekle iptal olmaz.” (Siyer bölümü, Müstemin kısmı)

Bu kuraldan şu meseleler ortaya çıkıyor:

Hangi Dar-ül Küfr ile Dar-ül İslâm’ın anlaşması varsa, orada müstemin Müslüman için fasit akitlerle muamele yapması caiz olacaktır. Zira, malları ve canları güvencesiz olan bir kimsenin oranın kafirleriyle yapmış olduğu fasit akitlerin geçerliliği ibahete dayandığı için, ibahetin ortadan kalkmasıyla buna dayanan şeyde kendiliğinden ortadan kal­kar.

Eğer müstemin bir Müslüman böyle bir Dar-ül Küfr’de fasit akitlerle muamele yapar, yahut anlaşmayı ihlâl ederek bir şeyi gasp ederek veya çalarak gelirse İslâmî hükûmet onun hakkında ne bir dava açabilir ne de ondan tazminat isteyebilir.[19] Ama, dini açıdan ona, Şeriata aykırı olarak yap­tığı tüm fiillerden dönme telkini yapılacaktır.

Kötü anlaşmalar bir yana bırakılırsa diğer tüm konularda bu müstemin için Hanefi fıkhının hükümleri Dar-ül Harb’e emânle gelen birine uygulanan emirlerin aynısıdır.

 Eğer bir tacir emânle Dar-ül Harb’e gider ve oradan bir cariye kaçırarak dönerse…Onu Allah için geri vermeye mecburdur, gerçi İmam onu bu işe zorlayamaz.” (El-Mebsût, c. 1, s. 61)

 Eğer bir Müslüman can güvenliği konusunda gü­vence ile Dar-ül Harb’e girer, onlardan borç alır yahut, onlar ondan borç alır veya onların mallarını gasp eder yahut, onlar onun malını gasp ederse aralarında ki dava hakkında Dar-ül İslâm’da herhangi bir karar verilmeye­cektir…Müsteminin kendisi onlara hiyanet yapmama so­rumluluğunu üzerine almıştı ve şimdi anlaşmaya aykırı davrandıysa, o İmam’ın anlaşmasına değil, bizzat kendi anlaşmasına hiyanet etmiştir. Bu nedenle, ona malları geri verme fetvası verilecek, ancak hükmen mecbur edilmeye­cektir.” (El-Mebsût, c. 1, s. 95)

(İmam Ebû Yusuf buna ihtilaf etmiştir, çünkü o Müslümanın her yerde İslâmi yasalara bağlı olduğuna inan­maktadır.)

Eğer bir müstemin Müslüman Dar-ül Harb’te birini öldü­rür mallarına zarar verirse Dar-ül İslâm’da onun aleyhine hiçbir şey yapılmaz. Ancak din açısından onun böyle yap­ması caiz değildir.

 Eğer müstemin Müslüman Dar-ül Harb’ten herhangi bir malı gaspederek veya çalarak getirirse, bir Müslüman onu satın alması mekruhdur çünkü hıyanet (İslamî olarak) haramdır.” (Aynı yer, s. 96)

 Ama yine de satın alırsa, bu satın red edilmeyecektir. Zira, kanunen alış ve satışta herhangi bir bozukluk yoktu. Ne var ki, mal aslında anlaşmaya aykırı olarak alındığı için Müslümanlar bunu dinen geri vermekle yükümlüdür.” (Aynı eser,s. 97)

4-Bir müstemin Müslüman, Dar-ül Harb’te harbilerden faiz alabilir, onlarla veya orada kumar oynayabilir. İçki, do­muz etini ve ölü bir hayvanın etini onlara satabilir ve bütün bu işlerden kazanç sağlayabilir, ama buna harbilerin de rıza göstermesi gerekir. İmam-ı Azam Ebû Hanife ve İmam Mu­hammed’in görüşü budur. İmam Ebû Yusuf ise farklı gö­rüştedir. Bu hususta İmam Serahsi’nin naklettiği tarafların görüş ve delilleri dikkate değerdir:

Müstemin için ehl-i harpten biriyle faizli nakit veya borç işlemi yapmak, yahut içki, domuz eti ve ölü etini onlara satmak Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e göre caizdir. Ancak Ebû Yusuf’a göre caiz değildir. İmam Ebû Yusuf’un istidlâli şudur: Müslüman nerede olursa olsun, İslâmî yasalara uymak zorundadır ve bu hususta İslâm’ın yasaları uygulanmalıdır. Görmüyormusunuz ki, eğer bir harbi müstemin ile darımızda böyle bir iş yapılırsa caiz olmuyor? Yani, bu burada caiz değilse, Dar-ül Harb’te de caiz olmamalıdır. Buna cevap olarak daha önce zikretti­ğimiz iki İmam (Ebu Hanife ve İmam Muhammed) buyu­ruyorlar ki: bu düşmanın malını rızasıyla almak meselesi­dir. Bunun aslı, mallarının bizim için mübah olmasıdır. Müstemin sadece hiyanet etmeme sorumluluğunu üstlen­mişti. Ancak bu anlaşmalara göre ve onların rızasıyla bu malı alınca zaten hıyanetten kurtuldu. Hürmetten de, malı akitle değil ibahetle almasından dolayı kurtuldu. Dar-ül İslâm’da harbi müsteminin konusuna gelince, durumu bundan farklıdır. Zira, malı emân yüzünden masûm ol­muştur ve ibahet açısından ele geçirilmez.” (El-Mebsût, c. 1, s. 95)

İmam Ebû Hanife’nin dediğine göre: Müslümanların, ehl-i harbın malını yağmalaması ve zorla alması helâl ise onların rızasıyla almaları daha öncelikli bir derecede helâldır. Yani, İslâm ordusunun dışında onlara emân yoktur. O nedenle Müslümanların mallarını mümkün olan her şekilde almaları caizdir.” (El-Mebsût, c. 1, s. 138)

İmam Ebû Yusuf diyor ki, Müslüman Dar-ül İslâm’a bağlı olduğu için İslâm hukuku açısından riba her yerde onun için yasaktır. Fiilini geçerli kılmak için, kâfirin malını iyi niyetle almış olmasını söylemek doğru değildir. Aksine, malı özel durumdan (fasit akit) dolayı almaktadır. Zira, bu özel durum (fasit akit) olmasa, bir kâfir ona başka bir yolla malını vermeye razı olmaz…Eğer Dar-ül Harb’te bunu yapmak (riba almak) caiz ise, Dar-ül İslâm’da da Müslü­manlar arasındaki böyle bir muamele caiz olacaktır. Yani, bir kişi bir dirhem yerine iki dirhem alsın ve ikinci dirheme hibe adını versin.” (El-Mebsût, c. 14, s. 58)

Bizim amacımız bu iki görüş arasında bir çatışma ya­ratmak değildir. Biz sadece demek istiyoruz ki, bizzat İmam Ebû Hanife’nin yukarıki görüşlerine ve daha önce nakletti­ğimiz diğer meselelerle ilgili görüşüne dayanarak dört husus apaçık ortaya çıkmaktadır:

Birincisi, bu muamele sadece Dar-ül İslâm’ın vatandaşı olup emân yani can güvenliği konusunda güvence alıp Dar-ül Harb’e giden bir Müslüman için caizdir.

İkincisi, bu muamele sadece can ve malları mubah olan kâfirlerle yapılabilir.

Üçüncüsü, bu şekilde alınacak mal, ganimet sayılmaya­caktır. Zira, bu ne eşref-ül cihât’tandır, ne bunda dinin şerefi vardır, ne de bunda beşte birlik bir bölüm vardır. Bu sadece bir kazançtır. Bu fey de değildir, çünkü fey, İslâm devletinin malıdır. Oysa, bu malı kişi kendisi alır ve Beyt-ül Mal’a vermez.

Dördüncüsü, bu şekilde kâfirlerin mallarını almak sa­dece kanuni gerekçeye dayanır; hatta, gerekçenin de son kertesindedir. Kanuni niteliği de sadece şudur: Eğer bir Müslüman bunu yaparsa, İmam Ebû Hanife’ye göre din açı­sından da malı geri vermesi için herhangi bir fetva verilme­yecektir. Hıyanet malı; yani anlaşmaya aykırı olarak alınan mal ile ilgili olarak ise hukuken geri verilmesi için herhangi bir zorlama yoktur, ancak dinen geri verilmesi için emir veri­lecektir.

Beşincisi, nasıl ki, müstemin Müslüman Dar-ül Harb kâ­firleriyle kötü anlaşmalarla (fasit akitlerle) muamele yapar, oranın Müslüman vatandaşlarıyla da bunu yapma hakkına sahiptir. Çünkü onların malları da mübahtır. Bununla ilgili dini kaynaklardan biz daha önce bahsetmiştik ve ilerde de bahsedeceğiz.

3-Dar-ül Küfr ve Dar-ül Harb’ın Müslüman Reayası:

Dar-ül Küfr’de kalan ve Dar-ül İslâm’a hicret etmeyen Müslümanlar İslâm’ın korumasının dışındadırlar. İslâm’ın tüm emirleri ve cezaları ile helâl ve haramlarına uymaları dinen gerekliyse de, İslâm onların sorumluluğunu üstlen-mez. Rasûlullah’ın صلي الله عليه وسلم buyruğu da bu yönde­dir. Hadis’te açıkça belirtildiği gibi, ganimet ve feyde onların hiçbir payı yoktur. Ve dini açıdan can ve malları gayri masûmdur, zira onlar “ismet-i mukavvime” (tam gü­vence)ye  sahip değildir.

Eğer böyle Müslümanlar “harbi” millete aitse onlar “mübah’üd dem ve’l emvâl” (mal ve can güvenceleri olma­yan)dır. Bu nedenle, onların öldürülmesi halinde olanlar için kısas şöyle dursun, diyet bile yoktur, hatta bazı durumlarda kefaret bile yoktur. Bu hususta, biz burada önde gelen fakihlerin sözlerini aynen naklediyoruz: Böylece, bunlardan Dar-ül Harb’ın Müslüman reayasının hukuki konumunu an­lamış olacaksınız:

 Müslüman olduktan sonra bize hicret etmeyen ve Dar-ül Harb’te kalan kişinin kan bedeli hiç yoktur…Bizim ulemamız onu (telef olan malının tazmin edilmemesi hu­susunda) harbi sınıfına koymuştur. Bu açıdan, malına zarar verenler için hiçbir tazminat ödenmez…Bu bakım­dan, malı harbinin malı gibidir. Bu nedenle, Ebû Hanife de, harbi ile caiz olan satış veya alışverişin onun için de caiz olduğunu belirtmiştir. Yani, Dar-ül Harb’te bir dirhemi iki dirheme karşı satmak gibi.” (Ahkâm-ül Kur’ân, Cessas, el-Hanefi. C. 2, s. 297)

 Dar-ül Harb’te olan bir kişi sanki Dar-ül İslâm için ölü gibidir.” (El-Mebsût, c. 1, s. 64)

 Ehl-i Harp, Müslüman çocukları kalkan olarak kul­lanırsa, onları hedef almakta bir sakınca yoktur, yani, nişan alan kişi onların Müslüman olduğunu bilse bile…Bunun için ne diyet var ne de kefaret.” (Aynı eser, s. 65)

Eğer bir harbî, Dar-ül Harb’te İslâmiyeti kabul eder ve o “dar” Müslümanlar tarafından fethedilirse, malları, kö­leleri ve yetişkin olmayan evlâtları ona bırakılacak­tır…Ancak taşınmaz malları Müslümanlar için ganimet sayılacaktır. Ebû Hanife ve Muhammed’in görüşü böyle­dir. Ebû Yusuf diyor ki: “Ben ihsan olarak taşınmaz malları da ona bırakırım.” (Aynı eser, s. 66)

 İmam Ebû Hanife diyor ki, “ben bir kişinin Dar-ül Harb’te kendi cariyesi veya eşiyle ilişkide bulunmasını da mekrûh sayarım. Korkarım ki, orada onun sülâlesi büyü­mesin. Zira, bir Müslüman için Dar-ül Harb’ı yurt edinmek yasaktır…Ve ayrıca, belki oradan ayrılır ve orada kendi soyunu bırakırsa, evlâtları müşriklerin ahlâkıyla ahlak-lanır.” (Aynı eser, s. 58)

Bu hususta korka korka belirtmek istediğimiz şu ki, İmam-ı Azam’a göre Dar-ül Harb’ın Müslüman vatandaşları­nın birbirinden faiz yemeleri mekrûhtur. Ancak böyle bir mu­amele yaparlarsa, geçersiz sayılmaz. İmam Muhammed de bu görüşe karşı çıkmıştır ve delili şudur: Bu iki Müslümanın malı, “masûm anit temelluki bi’l ahzi[20]”dir. Müslümanlar o ülkeyi fethettikten sonra mallarını ganimet olarak ilân etmezse, o iki Müslümanın birbirinin malını ganimet olarak alma hakkı nasıl doğabilir? Ancak İmam Ebû Hanife’nin kendi görüşü için ileri sürdüğü delilden anlaşılıyor ki, kendisi çeşitli kanuni durumlar ve karmaşık ince farkları anlamakta daha üstün bir niteliğe sahipti. Biz bu açıklamayı buraya kelimesi kelimesiyle naklediyoruz zira, bu asıl yasanın önemli bir konusunu aydınlatmaktadır. Diyor ki:

 Dar-ül İslâm’ın korumasına girmeden önce sadece İslâmla sabit olan ismet (masumluk), sadece İmamın lehi­nedir, ama hükümleri arasında yer almamaktadır. Görmü-yor musunuz, eğer bu iki Müslümandan biri, diğeri­nin malı ve canını yok ederse tazminat ödemesi gerekmiyor? Oysa, bunu yaptığı için günahkâr olacaktır. Asıl konu şu ki, emirlerde yer alan ismet, ancak Dar-ül İslâm sınırlarının içinde yaşanınca sabit olur ve bu ko­ruma, dine değil, “dar”a (ülkeye) göredir. Din sadece ka­nun hakkı açısın-dan, sadece buna inananları alıkoyar ve buna inanmayan-ları alıkoymaz. Buna karşılık, “dar”ın kuvvetiyle, hürmeti-ne inananlara ve inanmayanlara karşı da insanın malının koruması yapılır. O halde, günah ol­ması açısından sabit olan ismete dayanarak biz dedik ki, onlar için bu fiil mekrûhtur ve kanunlar açısından ismet­sizlik yüzünden biz dedik ki, onun aldığı mal geri verilme­yecektir, zira onlardan biri, diğerinin malını aldığı zaman, sadece almış olması nedeniyle sahibi olur.” (El-Mebsût, c. 14, s. 58)

Burada İmam Hz. İslâm Hukukunun üç dalına da atıfta bulunmuştur. Örneğin, İtikad Hukuku açısından, ister Dar-ül İslâm’da ister Dar-ül Küfr veya Dar-ül Harb’de olsun bir Müslümanın malı masûmdur ve bu ismet yüzünden Allah’ın koyduğu sınırları aşan günahkâr olacaktır. Anayasa Hukuku açısından, Dar-ül İslâm’da yaşayan bir kâfirin malı hangi ismete sahipse, o Dar-ül Küfr’de yaşayan bir Müslüman’da yoktur. Bu nedenle, Dar-ül Küfr’ün başka bir Müslümanı bunu haram yollarla alırsa, Allah nezdinde elbette ki, günah­kâr olacaktır, ancak dünyada ona İslâmî hükümler uygulan­mayacaktır. Dış İlişkiler Yasası uyarınca, kâfirler arasında yaşamakta olan bir Müslüman kendi sosyal hak ve sorum­lulukları açısından yine o kâfirlerle aynı durumdadır. Bu ne­denle, salt kazanma açısından kâfirler gibi o da, malın sahibi olur. O halde, bu temele dayanarak Dar-ül Küfr’de Müslü­manlar Müslümanlardan faiz yer ve kâfirler, Müslümanlardan faiz yerse, o malların sahibi olacaklardır ve geri verilmesi için herhangi bir hukuki emir de verilemez. Ama, bu demek de­ğildir ki, faiz yiyen ve yediren Müslümanlar günahkâr olma­yacaktır.


 



[1]    Bunun ilginç bir örneği bizzat Mevlana Gilanî’nin makalesinde geçmiştir. Kendisi, Şâmi’nin ibaresini naklettikten sonra demiştir ki, denizler tama­men gayri-İslâmî alanlardır. Bu sözleri hangi müçtehid ne zaman söyle­mişse, o dönemin koşullarına göre bu belki de doğruydu. Daha sonraki fakih ve âlimler, öncekilerin kitaplarında bu hükmü görünce bunun İslâm Huku-kunun değişmez bir kuralı olarak gördü. Oysa, okyanuslar ve denizler uluslararası ilişkiler ve bağlantıların en önemli kaynaklarındandır ve hiçbir güç denizlere hakim olmadıkça uluslar arası düzeyde etki ve iktidar sahibi olamaz. Eğer İslâm fıkhının okunması sadece medreselerle sınırlı olmasa ve hukukçular ile âlimler dünya siyasetiyle ilişkilerini kesmeseydi, denizler­deki haklarını kâfirlere bırakmak ve kendilerini sadece kıtalarda kalmaya mahkum etmek konusunda kendi kendilerine karar vermelerinin ne büyük bir yanlışlık olduğunu anlarlardı.

[2]    İmam Ebû Yusuf, İmam Şafiî, İmam Malik, İmam Ahmed ve pek çok muhaddisin bu rivâyeti reddettiği unutulmamalıdır.

[3]    Bu, Hendek Gazvesinde meydana gelen bir olaydır ve bunu rivayet eden Hz. Abdullah bin Abbas’tır: Önde gelen müşriklerden birinin cesedi hendeğe düşmüştü. Müşrikler, Müslümanlara para verip cesedini almak istedi. Müslümanlar Rasûlullah’a عليه وسلم صلي الله durumu anlattı. Rasûlullah عليه وسلم صلي الله onları cesedi vermekten menetti. (Kitab-ül Harâc, İmam Ebû Yu­suf, Emiriye baskısı, s. 123). Bundan anlaşılıyor ki, tam savaşta Müslü­manlara, kötü anlaşmalarla düşmanlarla iş yapma izni verilmişse de, bu kerahat doludur ve Müslümanların çaresiz kalmadıkça bundan yararlan-maları doğru değildir. Aynı husuus, Hz. Ebû Bekr’in başına gelen bir olayla da teyid ediliyor. Kendisi, Mekke’de kumarın yasaklanmasından önce müşriklerle bahse girmişti. Kazandığı bahsin parasını da Müslümanlar ile müşrikler arasında savaş durumu devam ederken, fakat savaş geçici olarak ertelenmişken almıştı. Ancak Hz. Peygamber عليه وسلم صلي الله bunu helâl ve tayyıb saymadı ve Hz. Ebû Bekr Sıddîk’ten sadaka etmesini istedi.

[4]    Şurasını hemen belirtelim ki, biz burada “milliyet” kelimesini ırk veya top­rağa bağlı bir milliyet anlamında değil, kültürel (dini) ve uygar milliyet ve uyruk anlamında kullanıyoruz. Aslında, İslâm kültürel ve siyasi milliyetin temelini medenî ve sosyal milliyet üzerinde bina eder. Bir annenin iki oğlu ırk veya soy olarak aynı milliyete bağlı olur. Bir mahallenin iki sakini vatan ve toprak bakımından bir milletin ferdidir. Ancak bunlardan biri Müslüman ve diğeri kafir ise kültürel milliyetleri farklı olacaktır, ve ilke olarak bizim bahsettiğimiz fark ortaya çıkar.

[5]    Dar’ül İslâm’ın bu tanımı biraz açıklamayı gerektirmektedir. Gerçekte, Dar’ül İslâm ancak İslâm’ın bir hayat nizamı olarak yürürlükte olduğu ve İslâm Hukukunun ülke kanunları olarak uygulandığı bir ülkeye veya beldeye de­nir. Ama, bir bakıyorsunuz ortada bazı öyle durumlar ve şartlar çıkmış ki, bir ülkede iktidar Müslümanların elinde olmasına rağmen onlar İslâm dü­zeni yerine başka bir düzen kurmuş ve İslâmî yasalar yerine başka yasaları uygulamaktadır. İslâm fakihleri bu konuda fevri davranılmaması ve karam­sarlığa kapılıp oraya Dar’ül Küfr damgasının vurulmamasını tavsiye et­mektedirler. Onlara göre, o ülke veya bölge, yöneticileri kendilerinin İslâm ile olan bağlantılarını resmen kesmedikleri sürece bil’kuvve (hükmen) Dar’ül İslâm demeye devam edeceğiz. Fakihlerin bu husustaki ihtiyatlı davranışı şundan dolayıdır: Müslümanların herhangi bir güçlü ve yetkili hükümetinin kendi ilke ve yasalarına göre “Müslüman olmaması”nın şu iki nedeni olabilir: Ya bir ülkenin Müslüman vatandaşları, İslâm’a bağlı olup ilke ve kurallarına göre hayatlarını sürmek ister, ama herhangi bir nedenle, dinden dönmüş veya doğru yoldan sapmış bir zümre iktidarı ele geçirmiş­tir. Ya da, o ülkenin insanları doğru yoldan sapmış, cehalete düşmüş ve onların isteğiyle böyle bir zümre iktidara gelmiş ve İslâm dışı icraatte bu­lunmaktadır. İlk durumda, Müslüman halkta İslâm’ın uyanışının başlaması ve onların bir gün İslâm’ın yuvasında Küfr işlerini yapmakta olan yönetici kadrosunu söküp atması pek mümkündür. Onun için, küfrün bu geçici galebesini görüp umutsuzluğa kapılmamıza ve acele davranıp her şeyi berbat etmeye ve bunun bir küfr evi olduğuna karar vermeye gerek yoktur. İkinci duruma gelince, bu şüphesiz, umutsuz bir durumdur. Ne var ki, ce­halet ve sapıklığa rağmen henüz İslâm ile ilgisini kesmemiş ve bu kadar yozlaşmasına rağmen dininin hala İslâm olduğunu belirten bir milletin ge­leceği konusunda o kadar umutsuz olmayalım ve onun bir gün gerçek İs­lâm’a dönebileceğinden umudumuzu kesmeyelim. Onun için, onun yuva­sına da Dar’ül Küfr değil Dar’ül İslâm diyeceğiz. Ancak şu gerçek de gözardı edilmemeli ki, İslâm Hukukunun düzenlemeleri sadece fiilen Dar’ül İslâm olan bir ülke ile ilgilidir. İslâm ile ilişkilerini bizzat kesmiş olan sözde Dar’ül İslâm’a gelince, İslâmiyet onun siyasi düzenine, İslâm Devletine özgü Anayasal hakları vermeye hazır değildir.

[6]    Dar’ül İslâm vatandaşlarından herhangi bir kimse yurt dışına çıkıp suç işler ve ahlâksızlıklar yaparsa, Dar-ül İslâm yönetimi elbette ki, ondan niçin İs­lâm ve Müslümanları küçük düşürücü hareketlerde bulunduğunu, ayrıca yanlış hareketlerinden dolayı kendi devletleri için uluslararası bir takım so­runlar çıkardığını sorabilir, ancak bizzat suçun kendisi yani, adam öldürme veya hırsızlık gibi fiiller hakkında herhangi bir dava açamaz. Çünkü bunlar ülke sınırlarının dışında işlenmiştir.

[7]    Bu demektir ki, bir İslâm Devletinin himayesinde olmayan ve sınırlarının dışında yaşayan bir Müslümanın kanı ne kadar değerli olursa olsun, İslâmî hükûmet açısından ve kanunen hiçbir değer taşımamaktadır. Dolayısıyla, ona bir zarar geldiği zaman İslâmî hükûmet herhangi bir yardımda bulunamaz. Herhangi bir kimse tarafından öldürülürse, İslâm Devletinin kısas ödemesi veya kan bedelinin ödetilmesi konusunda herhangi bir so­rumluluğu olamaz. Malları gaspedilir veya namusuna tecavüz edilirse İslâmî yönetim bu zulmü gidermekle yükümlü değildir. Yani, hukuk bunu demektedir. Yoksa, inanç açısından Müslümanlar için din kardeşlerinin can, mal ve namusları dünyada her şeyden daha değerlidir ve Dar-ül İs­lâm’ın Müslümanlarının, Dar-ül Küfr’deki din kardeşlerine her türlü ahlâki yardım-da bulunmaları dinsel onurlarının bir gereğidir.

[8]    Günümüzde bu, “hicret etme durumu” şartına bir şart daha ilâve edilme-lidir ki, o da şudur: “Dar-ül İslâm, muhacirlere kapılarını açmış ve İslâmî hü­kümet tarafından, kesin Dar-ül Harb ve Dar-ül Küfr veya özel bir Dar-ül Harb ve Dar-ül Küfr’ün Müslümanlarına kendinde toplanma çağrısını yapmışsa.” Bunlara rağmen hicret etmeyenlere, Dar-ül İslâm’ın Müslüman vatandaşları, tıpkı Dar-ül Harb veya Dar-ül Küfr’ün diğer vatandaşlarına reva gördükleri muameleyi yapmakta haklı olacaklardır. Ancak, hicret etmek gücünde olmayanların hakları da yasalara göre hiç olmamasına rağmen, onlara tam bir gayri müslim muamelesi yapılma-yacaktır, aksine asker ve polislere ve diğer Müslümanlara, savaşta bunları mümkün olduğu kadar kurtarmaya çalışmaları emredilecektir. Barış durumunda da kendile­rine yumuşak davranılacaktır. Ne var ki, Dar-ül İslâm hükümeti ne dışardaki Müslümanları hicret çağrısında bulunmuş, ne de onlara kapılarını açmamışsa, dışardaki Müslümanlarla ilgili Hasan bin Salih’in şu sözü ge­çerli değildir ki, “onların konumu, Müslüman konu-munda değildir”. An­cak Anayasa Hukukunun, Dar-ül İslâm’ın vatandaşı olmayan ve sınırlarının dışında yaşayan Müslümanların can, mal ve namus-larının korunmasıyla il­gili sorumluluğunun ona ait olmadığına ilişkin hükmü aynen geçerlidir.

92 (Ve eğer sizinle anlaşması olan bir millet olursa) kastedilen şudur: Eğer yabancı bir ülkede yaşayan bir Müslüman, kan bedeli konusunda Müslü­manlarla anlaşmaya varmış bir millete mensupsa, nasıl ki, o milletin bir gayri müslim bireyi için kan bedeli ödenecek, onun bir Müslüman bireyi için de ödenecektir. O halde, kan bedeli veya diyet, ismet-i İslâmi’ye değil anlaşmaya dayanır (Bkz. En-Nisa, 13.ncü âyet)

[10]   Ebû Davûd, bâb-ı a’lâ men yukâtil’ül müşrikîyn.

[11]   Ebû Davûd, Kitab-ül Cihad, aynı bölük. Bu ikinci olayda Resûlullah, maktûl­ler için yarım diyet verilmesini emretmişti. Pek muhtemeldir ki, bu hare­keti, bu tür maktûllerin diyetine son verildiği âyetin inişinden önce yapmşıtır.

95   Bu âyet, İslâm’ın Anayasa Hukukunun çok önemli maddelerinden biridir. Bunda vilayet bağlarının sadece Dar-ül İslâm vatandaşları olan Müslü­manlar arasında yahut dışarıdan hicret edip Dar-ül İslâm’a gelenler ara­sında olduğuna dair kural dile getirilmiştir. Dar-ül İslâm’ın dışında yaşayan ya da Dar-ül İslâm’a geldiklerinde, hicret ederek değil, Dar-ül Küfr’ün vatandaşı olarak gelen Müslümanlara gelince, onlarla Dar-ül İslâm vatandaşları arasında herhangi bir velayet bağı yoktur. Velayet kelimesi, Arap dilinde himaye, nusret, yardımlaşma, arka çıkma, dostluk, yakın­lık, koruma ve benzeri anlamlarda kullanılmaktadır. Ve bu âyetin bağla­mında, bir devletin kendi vatandaşlarıyla, vatandaşların devletle ve bizzat, vatandaşların birbirleriyle olan bağ açıkça kastedilmiştir. O halde, bu âyet, Dar-ül İslâm’ın dışındaki Müslümanları (din kardeşliğine rağmen) siyasal ve sosyal ilişkilerin dışında tutar. Bu da, geniş kapsamlı hukuki sonuçlar do­ğurur ki, bunların ayrıntıları fıkhın güvenilir kitaplarında yer almaktadır. Ör­neğin, “velayetsizlik”ten dolayıdır ki, Dar-ül İslâm ve Dar-ül Küfr’ün Müs­lümanları arasında evlilik yapılamaz. Ayrıca, onlar birbirinin vârisi olamaz, birbirinin yasal velisi olamaz ve İslâm Devleti herhangi bir sorumlu mevkiye, bir vatandaş olarak Dar-ül Küfr ie bağlantısını kesmemiş bir Müslüman getiremez.

[13]   Bkz. “El-Cami’üs Sagir” ve Fetvâ-yı Kadı Han

[14]   Yani, anlaşmanın bozulduğunu onlara açıkça bildirin. Böylece, anlaşmanın bozulduğu konusunda ikiniz de eşit şekilde haberdar olacaksınız.

[15]   Bu hükümden istisna olan durum şudur: Anlaşmalı millet, anlaşmayı bozdu­ğunu resmen açıklar ve İslâmî hükûmetin haklarına tecavüz eder yahut herhangi bir askeri girişimde bulunur. Böyle bir durumda biz de adı geçen millete karşı herhangi bir açıklamada bulunmadan askeri harekat başlatma hakkına sahip oluruz. Fukeha-yı İslâm bu konuda Rasûlullah’ın  şu hare­ketinden kanuni hükmü çıkarmışlardır: Kureyş, Beni Hüza’a konusunda Hudeybiye Anlaşmasını bozunca, Hazreti Peygamber kendile-rine anlaşma­nın feshi konusunda bilgi vermeye gerek görmedi ve herhangi bir ihbarda bulunmadan Mekke’ye yürüdü. Ne var ki, bu ruhsattan istifade ederken, Hz. Peygamber’in anlaşmanın feshini bildirme gereği duymadığı bütün ko­şulları göz önünde bulundurmamız ve bu durumda takındığı tutumu izle­memiz gerekmektedir.

Birincisi, Kureyş’in anlaşmayı bozması kesin ve açık bir husustu ve bunda herhangi bir kuşku yoktu. Bizzat, Kureyşliler anlaşmaya aykırı davrandıkla­rını kabul ediyordu. Nitekim, anlaşmanın yenilenmesi için Ebû Sufyan’ı Medine’ye gönderdi. Bu demektir ki, onlara göre de eski anlaşma yürür­lükten kalkmıştı. Ancak, anlaşmanın bozulmasının, anlaşmayı bozan millet tarafından ilan edilmesi şart değildir. Burada, önemli olan, anlaşmanın bo­zulmasının kesin olmasıdır.

İkincisi, bu anlaşmanın bozulmasından sonra, Hazreti Peygamber, herhangi bir işaret, kinaye veya fiil ile Kureyş’i hala anlaşmalı bir millet olarak saydığı veya onlarla ilişkilerin devam ettiğini ima etmedi veya ortaya koymadı. Tüm rivâyetlerden anlaşılıyor ki, Ebû Sufyan Medine’ye gelip anlaşmanın yenilenmesini önerince, Hz. Peygamber bunu kabul etmedi.

Üçüncüsü, Kureyş’e karşı askeri faaliyet ve savaş hazırlıklarını bizzat Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem yaptı. Bu konuda ikili davranmadı ve hiçbir ha­reketiyle görünürde barışçı ve gizliden gizliye savaşa hazırlandığı izlenimini vermedi. Resûl-ü Ekrem’in ahlâkı ve kişiliği işte böyle idi. Onun için, Kur’ân’ın yukarıdaki emrinden eğer farklı davranılacaksa, o sadece Rasûlullah’ın davrandığı kadar ve onun karşılaştığı durum ve koşullara göre olmalıdır.

[16]   Burada davetten muhtıra veya ültimaton kastedilmiştir. Yani, kendilerine barış anlaşması, cizye vermek veya Müslüman olup ümmete katılmaları konusunda öneride bulunmak. Onlar bu üç seçeneği kabul etmezse, on­larla savaşmaktan başka çare yoktur.

[17]    Burada “ben” kelimesini Rasûlullah bir Peygamber olarak değil İslâm Devleti­nin başı olarak söylemiştir. Buyruğunun anlamı ise şudur: İslâm Devleti böyle bir Müslümanın can güvenliğinden sorumlu değildir.

[18]    İlk zamanlarda, tüm İslâm toprakları tek bir hükûmetin yönetiminde olduğu içim Dar-ül İslam, sadece İslam Halifesinin yönetim alanını kapsayan top­raklar anlamına geliyordu. Ancak İslam’ın anayasa hukuku veya ülke ka­nunlarının ilkeleri Dar-ül İslam’ın dağılıp çeşitli Müslüman devletlerin ortaya çıkması ve kendiliğinden bir Devletler Topluluğu kavramının oluşması üze­rine bina edilmiştir. Yani, dünyanın hangi köşeşinde ve hangi hakimin yö­netiminde olursa olsun, her İslam toprağı Dar-ül İslamın bir parçasıdır. Ve bir Müslüman nerede doğmuş olursa olsun, Dar-ül İslâm’a girer girmez oranın vatandaşı oluverir, tabi, bütün vatandaşlık haklarıyla. Ancak bu şartla ki, bir Dar-ül Küfr ile vatandaşlık bağı olmamalıdır. Mevcut İslâmî hükûmetler bu kuralı uygulasın veya uygulamasın, ancak İslâm Hukuku açısından bir Müslüman bir İslâm Devletinde yabancı değildir. Bir Afgan vatandaşının hak ve sorumlulukları Afganistan’da nasılsa, örneğin Türkiye’de ve İran’da da aynı olmalıdır. Bir Müslüman, bir İslâm Devletin­den başka bir Müslüman devlete gittiğinde oranın vatandaşı olması için yapay yollara başvurmamalıdır. Çünkü, zaten her Müslüman, Dar-ül İslâm sayılan tüm bu ülkelerin doğal vatandaşıdır.

[19]    Bu ancak, anlaşmada böyle bir şartın olması halinde böyle olur. Demek ki, İslâm Hukukuna göre o Müslüman kendi fiili için sorguya çekilmeyecektir. Eğer sorgulanacaksa, ancak anlaşmanın şartlarına göre sorgulanacaktır, ya da yukarıda işaret ettiğimiz temellere dayanarak.

[20]    Yani bir Müslümanın malı, sadece almış olduğu için başka bir Müslümanın malı olamaz.