ELEŞTİRİ
(Mevlana Manazır Ahsen
Gilani ile hangi konularda ayrı görüş taşıyorsam, onları kısaca dipnotlarda
anlatmaya çalıştım. Ne var ki, Mevlana Gilani, delillerini usûl ile ilgili
hangi meselelere bina etmişse, onların aydınlatılması ve açıklanması için bu
dipnotlar yeterli değildir. Dolayısıyla, aşağıda ayrıntılı bir eleştiri yazısı
bulacaksınız. Ebu’l A’la Mevdûdî)
Mevlana Gilani’nin görüşü
şu meselelere dayanmaktadır:
Mevlana Gilani’nin İleri Sürdüğü Görüşün Özeti:
Yukarıdaki Delillerle İlgili Genel Yorum:
Bence, bunların hiçbiri
doğru değildir. Bizzat Hanefî yasalarına göre ki, Mevlana Gilanî bunun bir
temsilcisi olarak bu makaleyi ele almıştır, bunlar doğru değildir. Mevlana, makalesinde
İslâmî kanunun öyle bir tablosunu çizmiştir ki, o
Burada ben, Mevlana
Gilanî’nin kasten ve bilerek İslâm’ı yanlış yorumladığı ve başka bir şekilde
sunmaya çalıştığını kesinlikle ifade etmiyorum. Ben inanıyorum ki, İslâm hukukunu
nasıl anlamışsa, onu iyi niyet, dürüstlük ve samimiyetle dile getirmeye çalışmıştır.
Ama, benim itirazım onun benimsediği kavram ve tanımlamalarıyla ilgilidir. Ben
mütevazi olarak İslâm hukukunu ne kadar inceleyebildiysem, ona dayanarak şunu
belirtmeye cesaret ediyorum ki, en azından yukarıda belirtilen meselelerde
kendisi Şeriat’ın usûllerini ve emirlerini iyi anlamamıştır. Bu yanlışlığın iki
nedeni akla gelmektedir:
Birincisi, müçtehit
imamların, İslâm Devletinin Anayasa hukuku ve devletler arası hukukuyla ilgili
olarak Kitap ve Sünnet’in hükümleri ve bizzat kendi içtihatlarıyla bu yasaları
hazırladıkları dönemde fakihlerin konumu
İkinci nedene ise
Mevlana Gilanî de işaret etmiştir. Yani geçen
Siz faize ister “phao”
adını verin ister “maidetun min’es sima” (gökten indirilmiş bir
sofra) deyin, gerçeği ve doğal özelliğinde zerre kadar fark meydana gelmeyecektir.
Faiz kendi doğasına göre zekâtın tersidir ve bu psikolojik gerçeğinde bir
ülkenin Dar’ül Harp veya Dar’ül islâm olmasıyla herhangi bir değişiklik meydana
gelmez. Aynı ekonomik yaşamda bu iki şeyin bir araya gelmesi nasıl mümkün olabilir?Bir
yandan, paraları saymak, sayıp sayıp biriktirmek, haftalar ve aylar hesabıyla
artırmak ve artışın hesabını yapmaktan zevk alan bir zihniyet vardır. Diğer
yandan, kendi eliyle kazanmak, kazanıp yemek ve yedirmek ve Allah yolunda
harcamaktan zevk alan bir zihniyet vardır. Aklı başında bir kişi bu iki
zihniyetin aynı gönül ve beyninde toplanabiliceğini tasavvur edebilir mi?Ya da,
bir Müslümanın, faize para yatırma ve bunun günden güne artışını hesaplama alışkanlığına
sahip olduktan sonra cebinden zekât ve
“Bundan sonra yine kalbleriniz katılaştı,
taş gibi ve hatta daha da katı oldu.” (El-Bakara:
“And
olsun ki, onları (dünya) hayatına karşı diğer insanlardan daha düşkün
bulursun.” (Bakara:
Bir avuç Karûn ve para
babası oluşturmak için bütün bir millet neden intihar etsin? Ve bu intiharı
caiz göstermek için Allah ve Rasûlünün صلي
الله عليه
وسلم
kanununu niçin yanlış tevil edilsin? Ve de İmam-ı Azam
Ebû Hanife gibi bir muhterem zât niçin böyle bir yükümlülüğün altına sokulsun?
Ben yine diyorum ki,
dünyada
Bu gerekli giriş
bölümünden sonra şimdi biz asıl hukuki tartışmaya dönüyoruz.
Fasit Akitler Sadece Müslümanlar İçin Mi
Yasaktır?
Mevlana Gilanî’nin ilk
iddiası şu noktaya dayanmaktadır: Kur’ân-ı Kerim’de nerede mal kazanmanın caiz
olmayan yollarından Müslümanların sakınmaları istenmişse, orada “beynekum”
(kendi aranızda) kelimesi kullanılmıştır. Bu demektir ki, Müslümanlar fasik
akitler veya kötü anlaşmalar ve sözleşmeler ile işler yapmasın. Örneğin: “Ey
mü’minler, kendi aralarınızda ticaret olmaksızın mallarınızı haram sebeplerle
yemeyeniz.” (En-Nisâ:
Faiz, gayet tabii ki,
mal kazanmanın caiz olmayan yollarından biridir. Onun için, eğer Kur’ân’da (satışı
helâl faizi haram kıldı) buyurulmuşsa ve sözcük anlamlarına göre bu da genel
bir emir ise, o zaman bu muamele de Müslümanlar arasındaki anlaşma ile sınırlı
olmalıdır. Bu görüş, Mekhûl’ün Hz. Peygamber’e dayanarak naklettiği şu hadisle de
doğrulanıyor ki, Harbi ve Müslüman arasında riba yoktur. Yani, bir Müslüman
ile bir harbî kâfir arasında tefadıl ile yapılan alışveriş faiz tanımına
girmiyor. Başka bir deyişle, “lâ ribâ” (riba/faiz yoktur) nın anlamı,
gayri zimmi kâfirden alınan faiz, faiz değildir. O halde, haram nasıl olabilir?
Mevlana’nın istidlâlının
özeti budur. Bunun ilk ve temel yanlışı, Kur’ân’ın genel uslûbüne dikkat etmiş
olmasıdır. Bu mukaddes kitap ahlâk ve davranışlarla ilgili olarak emirler
verirken
“Yeminlerinizi aranızda aldatmaya vesile etmeyin.”
(En-Nahl:
Bunun anlamını, bir
Müslümanın başka bir Müslüman’a yalan yemin etmemeli olarak mı kabul etmeliyiz?
Ve de, gayri müslimlere yalan yere yemin etmenin bir sakıncası yok mudur?
Diyelim?
Allah’ın buyurduğu şöyledir:
“Ey Müminler, Allah’a ve Resûlune ve
emanetlerinize hıyanet etmeyin.” (Enfal:
Bu şimdi, Müslümanların
Ve de buyurulmuştur ki:
“Birbirinize emanet
bırakırsanız, emanet bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve (bu hususta)
Rabbi olan Allah’tan korksun.” (El-Bakara:
Şimdi bu âyetin
tevilini, eğer bir kâfir bir Müslüman’a güvenerek ve herhangi bir yazılı anlaşma
yapmayarak malını ona emanet etse, o Müslümanın onu “phao” sayıp
yiyebileceği şeklinde mi yapmalıyız?
Sonra şöyle bir emir
verilmiştir:
“Erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun…
çağırıldıkları vakit şahitler gemlemezlik etmesin… (Genellikle) alış-veriş
yaptığınızda şahit tutun. Ne yazan ne de şahit zarara uğratılsın.” (El-Bakara:
“Şahitliği
bildiklerinizi gizlemeyin.” (El-Bakar:
Şimdi, bütün bu emirler
Sonra şöyle bir emir
verilmiştir:
“Müminler arasında, fuhuş ve kötü sözlerin
yayılmasını arzu edenlere (dünya ve ahirette) acıklı bir azab vardır.” (En-Nûr:
Bundan, başka
milletlerde Müslümanların fuhuş ve ahlâksızlığın yayılmasına sebep olmalarının
caiz olduğu anlamını mı çıkarmalıyız?
Ayrıca, şu da buyurulmuştur:
“Namuslu ve zinadan habersiz mü’min kadınlara,
zina isnadı ile iftirada bulunanlara, dünya ve ahirette lânet olundu.” (En-Nûr:
Bundan, kâfir kadınların,
iffetine gelişigüzel dil uzatmanın ve gelişigüzel iftirada bulunmanın iyi bir
davranış olduğu tevilini mi yapalım?
Ve şöyle buyurulmuştur:
“Eğer iffetli hayatı isterlerse,
cariyelerinizi dünya malı için fuhuşa zorlamayın.” (En-Nûr:
Bunun anlamı, kâfir kadınları
fuhuşa zorlamak ve onların geliriyle geçinmek caiz midir? Bu emri böyle tev’il
ederek bir Müslümanın Paris’te resmi izinle bir genelev açması doğru mu olacaktır?
Sonra şöyle bir emir
vardır:
“Bir kısmınız bir kısmınızı çekiştirmesin.
Hiçbiriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? ” (El-Hucurat:
Bunun anlamı
Eğer bu şekilde Kur’ân
ve Sünnetin emirlerini tevile kalkışsak ve Müslümanlar bunları bu şekilde
anlar ve uyarsa, bir düşünün bu millet ne hale gelecektir?
Farz edelim ki, herhangi
bir delil olmaksızın yalnız, “lâ takulu” “yemeyiniz” emri
“Le ribâ beyn-ül
müslim ve’l harbî” “harbi ve Müslü-man arasında riba yoktur”
hadisine gelince, bir kere bunda “harbî” kelimesinden gayri zimmi kâfir
değil, savaş halindeki bir milletin ferdi kastedilmiştir. Nitekim, bizzat Hanefi
fıkhının fakihlerinin bu konudaki açıklamaları bunu doğrulamaktadır ve bunları
daha sonra göreceğiz.
İkincisi, “lâ ribâ”(riba
yoktur)nın anlamı, harbî kâfirden alınan faizin faiz olmadığı değildir, aksine,
anlamı, görünürde ve gerçekte faiz olmasına rağmen ilgili kanunda yapılan işlemin
hürmetten müstesna hale getirildiği ve konumunun, sanki faiz olmadığı gibi olduğudur.
Yoksa, bir faizin faiz olmadığını söylemek öylesine saçma ve anlamsız bir
sözdür ki, bunu Hz. Peygamber صلي
الله عليه
وسلم’e
maletmeyi ben günah sayıyorum. Gayet tabii ki, belli bir durumda faizi ceza hukukundan
ve hürmetten çıkarmak makûl bir olgudur. Zaten Kur’ân-ı Kerim’de, bazı âcil ve
mecburi durumlarda ölünün, domuzun ve benzeri şeylerin yenmesi ve içilmesi
müstesna saymıştır. Oysa, faiz gerçeği ortada dururken bir yerde buna ribâ demek
ve başka bir yerde bunu yok saymak çok tutarsız ve saçma bir şeydir. Böyle
giderse, biz her haram fiili,
Üçüncüsü, bu hadiste
beyan olunan emir sadece bir ruhsat ve riayet şeklindedir, Müslümanlar bunu
genel bir direktif veya davranış biçimi olarak görmemelidir. Ben bu hadisin
hangi derecede olduğu şeklindeki bahsi gereksiz sayıyorum. Zira, hadislerin
reddi veya kabulü ile ilgili olarak fakîhlerin ilkeleri, muhaddisinkinden biraz
farklı oluyor. İmam-ı Azam ve İmam Muhammed gibi güzide müçtehid imamların senedi
güvenilir saydıkları bir hadisi tamamen güvenilmez saymak doğru değildir. Ancak
bu kısa ve belirsiz ve aynı zamanda, tartışılmalı[2]haber-i vâhid’i de bu kadar
büyütmek ve yaymak doğru değildir. Yani, bir yanda Kur’ân-ı Kerim’in ve
sahabilerin üzerinde ittifak ettikleri bir emir ve olay varken, diğer yanda,
tek bu hadis vardır ve bu hadisin tevilini, yukarıda saydığımız kaynaklara göre
yapmak yerine, hepsinin buna göre değiştirilmesi isteniyor. Kur’ân ve bütün
sahih hadislerde ribâ kesinlikle haram olarak kabul edilmiştir. Bu demektir
ki, Müslümanlar ne aralarında ne de başka milletlerle işlerinde faizli iş
yapabilirler. Hz. Peygamberin عليه
وسلم صلي
الله
Necrânlı Yahudilerle vardığı anlaşmadan açıkça anlaşılıyor ki, Müslümanlar
sadece aralarındaki işler de değil, emirlerindeki gayri müslimlerle de faizli işlemler
yapmamalıdır. Müslümanlar faizli işlemleri hem aralarında yasaklamalı, hem
emirlerindeki gayri müslimleri de bundan menetmelidir. Ribâ’nın haram kılınmasından
sonra tek bir olay meydana gelmemiştir ki, Rasûlullah’ın عليه وسلم صلي
الله
bilgisi ve izniyle hiç bir Müslüman herhangi bir zimmi veya gayri zimmi kâfir
ile faizli muamele yapmamıştır. Râşid halifeler döneminde de böyle bir vak’aya
rastlanmamaktadır. Ve bu iş sadece faizle sınırlı değildir. Tahrim hükmünün inmesinden
sonra Rasûlullah عليه
وسلم
صلي
اللهhiçbir fasit akdin yapılmasına izin
vermemiştir. Meselâ, teorik ve ilkesel olarak savaş halindekiler şöyle dursun,
fiilen savaş halinde olanlar tam çarpışmalar sırasında Hz. Peygamber عليه وسلم
صلي
الله
ile bir fasit akit yapmak istedi ve bunun için büyük rakamlar da önerdiler,
ancak kendisi bunu kabul etmedi.[3] Evet, bir tarafta, Kur’ân
âyetleri, Rasûlullah’ın عليه
وسلم صلي
الله
çeşitli açık ve doğru sözleri ve Peygamber
عليه
وسلم
صلي
اللهdönemindeki davranışları vardır ki,
bunlar Müslümanlar için sadece faiz değil, tüm kötü anlaşmaların da kesinlikle
caiz olmadığını ve bundan Müslüman ile gayri müslim harbi veya zimmi arasında
herhangi bir fark gözetilmediğini gösteriyor. Diğer tarafta bir mürsel hadis var
ki, bütün bunların aksine, harbi ve Müslüman arasında sadece faizin helâl olduğunu
ifade ediyor. Şimdi, Mevlana Gilanî bu hadise o kadar önem vermiş ki, buna
dayanarak yalnız faizi değil, gayri zimmi kâfirlerle varılan tüm fasit
akitleri helâl kılıvermiştir. Biz ise, bu hadisi doğru sayıp bundan sadece şu
hükmü çıkarıyoruz ki, savaştaki çaresiz durumlarda eğer bir Müslüman, bir veya
birkaç düşman kişiyle faiz alır veya başka herhangi bir fasit akitle muamele yaparsa,
onun hesabını o kendisi vermekle yükümlüdür.
Bu sadece bir ruhsat ve
istisnaî bir izindir, öyle bir izin ki, bunu dürüst ve azimli Müslümanlar
hiçbir zaman kullanmamıştır. İslâmî gurur, bir Müslüman’ın hangi durumda
olursa olsun tek bir haram kuruş almamasını gerektiriyor. Özellikle, kâfirlere
ve düşmanlara karşı iman gücünü, ulusal ahlâk ve faziletini daha iyi göstermesi
gerekiyor. Savaş top ve tüfeklerle değil, aslında ilke, kural ve ahlâkla
yapılır. Müslüman’ın amacı, mal ve mülk elde etmek değil, dünyada imanı ve
inancı yaymaktır. Şimdi eğer bir Müslüman dünyaya yaymak istediği yüksek ahlâk
ve fazileti kendisi unutur, bunun ilkelerine aykırı davranırsa, başka milletler
üzerindeki üstünlüğü kalır mı? Neden dolayı o başkalarına galip gelecek ve
hangi güçle kalpleri ve ruhları feth edecektir?
Dar’ül Harb Bahsi
Şimdi biz başka bir
konuya değineceğiz ki, o da Dar’ül Harb ile Dar’ül İslâm arasındaki farkın faiz
ve tüm fasit akitlerle ilgili emirler arasında bir fark oluşup oluşturmadığıdır.
Yani, tüm gayri zimmi kâfirlerin, mübah’üddem ve’l-emvâl (malı ve kanı mübah)
oldukları için, onların mallarının hangi şekilde olursa olsun, alınmasının caiz
olduğu biçimindeki ifadenin aslı nedir? Ve Dar’ül Harb ıstılâhına uygun olan
bir ülkenin vatandaşlarına, Dar’ül Harb’le ilgili tüm emirlerin kalıcı bir
biçimde uygulanmasıyla ilgili önerinin Şeriat’ta bir yeri var mıdır?
İslâm Hukukunun Üç Dalı
Bu hususta şu gerçek
unutulmamalıdır ki, Şeriat, yani İslâm Hukukunun üç dalı vadır:
Bizim fıkıh kitaplarımızda
bu kanunlar ayrı ayrı zikredilmemiştir ve kendilerine ayrı isimlerde verilmemiştir.
Ancak Kur’ân ve Hadiste öyle açık işaretler vardır ki onlardan İslâm Hukuku üç
ayrı ve belirgin yöne doğru yol alıyor. Bu işaretleri Allah vergisi basireti,
hukukî dehası, ince eleyip sık dokuma özelliğiyle anlayan, bu anlayışına
dayanarak hukukun bu üç dalını birbirinden ayıran ve en karmaşık konularda bile
aralarındaki farkı gözetebilen en büyük fakîh, İmam-ı Azam Ebû Hanife
Hazretleriydi. İslâm fakîhlerinden kimse bu konuda onunla boy ölçüşemez. Hatta
İmam Ebû Yusuf gibi olgun ve değerli bir fakîh bile onun mertebesine ulaşmamıştır
İmam-ı Azam’ın dehası ve üstünlüğünün küçük bir ispatı da şudur ki,
İtikâd Hukuku:
İtikâd Hukuku veya inanç
yasasına göre dünya iki millete ayrılmıştır: İslâm ve Küfr. Tüm Müslümanlar bir
millettir ve tüm kâfirler başka bir millet. İslâm’ı kabul edenlerin hepsi bir
milletin bireyleridir ve din kardeşliği nedeniyle birbirleri üzerinde hakları
vardır:
“Eğer tevbe eder,
namaz kılar ve zekât verirlerse, artık sizin din kardeşlerinizdirler.” (Tevbe:
Bir Müslümanın canı ve
malı ve başka bir Müslüman için haramdır.
“Birbirinize
kanlarınız ve mallarınız haram kılınmıştır.” (Veda Hûtbesi)
İslâm’ın bütün
emirlerine itaat etmek her Müslümana vaciptir. Dünyanın hangi köşesinde yaşıyorsa
yaşasın, bundan müstesna olamaz. Farz kılınan herkes için farzdır, helâl da
öyle haram kılınan da herkes için haramdır. Zira, tüm emirlerin muhatapları “ellezine
amenu” (iman edenler)dur ve herhangi bir durum veya yer sınırı yoktur. Buna
karşılık küfr ayrı bir millettir. Bu millet ile farkımız usûl, itikâd ve millet
farkıdır. Bu fark yüzünden onlarla bizim aramızda temelde bir savaş vardır;[4] ama, onlarla ateşkes veya
barış anlaşması yapılmışsa durum değişmektedir. O halde, aslında İslâm ve Küfr
yahut Müslüman ve Kâfir arasında barış değil, savaş vardır ve aralarındaki barış
da geçici olmaktadır. Ancak bu savaş fiilen değil, teorik ve ilkesel olarak
vardır. Bu şu demektir: Onlarla bizim milliyetimiz farklı olduğu için onlarla
bizim aramızda gerçek ve kalıcı barış ve dostluk sağlanamaz. İbrahim kâfirlere
dedi ki:
“Biz, sizden ve Allah’tan başka taptığınız
şeylerden uzağız. Sizi inkâr ettik. Siz, sadece
Allah’a iman edinceye kadar daima bizimle sizin aranızda düşmanlık ve
buğz belirmiştir.” (El-Mümtehine:
Rasûlullah bu konuyu kısa
bir hadiste açıkça ifade etmiştir:
“İnsanlarla, Allah’tan başka bir mabûd
yoktur ve Muhammed O’nun kulu ve Resûlüdür diye şahitlik edinceye, kıblemize
doğru yüz çevirinceye, bizim kestiğimizi (hayvanları) yiyinceye ve bizim gibi
namaz kılıncaya kadar savaşmam emredilmiştir. Ancak onlar bunları yapınca,
herhangi bir hakla alınmasının dışında kanları ve malları bize haram olacaktır.
Hakları, Müslümanların ki gibi ve farzları da Müslümanlarınki gibi olacaktır.”
(Ebû Davûd, Bâb’ı ala ma yukâtil’ül müşrikin)
Bu İtikâd Hukukuna göre İslâm
ile Küfr arasında ebedi bir savaş vardır, ama bu savaş teorik bir savaştır. Her
kâfir harbî (düşman)dır. Ama şu anlamda ki, onun ve bizim milliyetimiz farklı
oldukça ve onunla bizim aramızdaki temel anlaşmazlık devam ettiği sürece. Her
Dar’ül Küfr, Dar’ül Harb’tır, ama şu anlamda ki, o Dar’ül Küfr, savaş yeri
olduğu sürece. Başka bir deyişle, “harbiyet”in tamamen ortadan kalkması
ancak milliyet farkının kalkmasıyla mümkün olabilir. Bu kanun, Müslümanlar
için kesin bir ideoloji, ilke ve kural ortaya koymuştur ve buna göre
davranmaları gerekmektedir. Haklar, vâcibler ve savaş ile barışın fiili
sorunlarına gelince, bunların bu kanunla bir ilgisi yoktur. Bunlar Anayasa ve
uluslararası hukukla ilgilidir.
Anayasa Hukuku
Anayasa Hukuku açısından
İslâm, dünyayı ikiye ayırır: Biri Dar’ül İslâm ve diğeri Dar’ül Küfr. Dar’ül İslâm,
Müslümanların hükûmetinin bulunduğu, onun fiilen İslâmî yasaları uyguladığı
veya yöneticilerinde bu yasaları uygulayacak güç ve nüfuzun olduğu bir ülkeye
veya bölgeye denir.[5]
Buna karşılık, Müslümanların yönetimi bulunmayan ve İslâmî yasaların geçerli
olmadığı bir ülke veya belde Dar’ül Küfr’dür. Bu tıpkı, Britanya İmparatorluğuna
bağlı olan tüm İngiliz sömürgeleri ve toprakları gibidir. İslâm yönetimi, İslâmî
yasaları ancak kendi yetki alanındaki ve egemenliğindeki bölgelerin insanlarına
uygulayabilir. Aynı şekilde, kendi yönetimi ve sömürgelerinde olan malları,
toprakları ve nüfusu koruyabilir. Egemenliği ve yetki alanın dışındaki topraklarda
olup bitenlerden ise sorumlu değildir.
Bu yasa uyarınca, Dar’ül
Küfr’de İslâmî hükûmetin koruması altında bulunmayan tüm can, mal ve namuslar,
ister bir Müslüman veya kâfire ait olsun gayri masûm ve koruma dışındadır. “Koruma
dışında”nın anlamı şudur: Onun canı, malı veya namusuna herhangi bir tecavüzde
bulunulması halinde İslâmî hükûmet bunun için sorguya çekilmez. Çünkü, bu
fiiller onun yetki alanının dışında meydana gelmiştir. Allah nezdinde ise bu
fiilin günah olup olmadığı veya orada bunun için sorguyu çekilip çekilmeyeceği apayrı
bir konudur. Demek ki, bir şeyin gayri masûm veya koruma dışı olması, onun
mubah olmasını gerektirmez. Aynı şekilde, masûm olmaması, ona zarar vermenin ve
onun ele geçirilmesinin Allah nezdinde caiz ve helâl olduğu anlamına gelmemelidir.
Yine, buna göre, Anayasa Hukuku açısından eğer Dar’ül Küfr’de işlenmiş bir suç
caiz kılınmaya çalışılırsa, bu sadece, İslâmî hükûmetin bununla hiç ilgilenmemesi
ve ilgili kişiyi cezalandırmayacağı demektir. Ancak, bu, haram fiil yüzünden
Allah nezdinde de herhangi bir sorgulama veya cezalandırma olmayacağı demek değildir.
Burada İtikâd Hukuku ve
Anayasa sınırları birbirinden ayrılmaktadır. Ve İtikâd Hukukunun, kardeş dediği
ve canı ile malını haram kıldığı Müslüman, Anayasa Hukuku uyarınca gayri
masûmdur, zira İslâm Devletinin sınırlarının dışında yaşamaktadır. Ve buna
kırşılık İtikâd Hukukunun düşman bellediği kâfiri Anayasa Hukuku masum sayıyor.
İnanç Yasasının büyük günah ve suç saydığı fiil, Anayasa Hukuku tarafından
kaale alınmıyor. Çünkü bu fiil, yetki alanının dışında meydana gelmiştir. İkisi
arasındaki açık fark şudur: İtikâd Hukuku âhiretle ve Anayasa Hukuku dünya işleriyle
ilgilidir. Ancak, İmam Ebû Hanife’nin dışında tüm fakihler bu iki yasa kapsamınıın
altına girenleri birbirine karıştırmış ve sınırlarını ayıramamışlardır.
Biz bu meseleyi aşağıda
bazı örnekler vererek açıklamaya çalışacağız:
“Eğer Harb ehlinden kimse Müslüman olmuş ve
hicret edip Dar-ül İslâm’a gelmesinden önce bir Müslüman onu kasıtsız olarak
öldürmüşse onun kefaret vermesi gerekir, ancak kan bedeli ödemesi vâcib değildir.
Ve İmla’da Ebû Hanife’den şu mesele naklolunmuştur ki, bunun için kefaret de
gerekmez, zira, kefaretin vucubu, katil hürmeti değil, kanın değerli olmasından
dolayıdır…Ve kanı ancak Dar-ül İslâm’ın koruması altına girdiği zaman değer
kazanır.” (Şerh-üs Siyer-ül Kebir, Dairet’ül Ma’arif baskısı, c
“Ve nasıl ki, daha önceki konuşmamızdan,
Müslüman olduktan sonra hicret etmeyip Dar-ül Harb’te kalmaya devam eden bir kişinin
kanının herhangi bir değeri olmadığı sabit[7]oldu.
Bizim (Hanefî) eshâbımız böyle bir Müslümanın Harbî konumunda olduğuna karar
vermiştir yani onun mallarını gasp edene herhangi bir ceza yoktur… Bu bakımdan,
onun malı sanki bir Harbinin malıdır ve bu nedenle, Ebû Hanife, onunla
alışverişin bir Harbi ile olduğu gibi caiz olduğuna karar vermiştir. Örneğin,
Dar-ül Harb’te bir dirhemi iki dirheme satmak.” (Ahkâm-ül Kur’ân,
El-Cessas-ül Hanefi, c.
“Hasan bin Salih’in rivayetine göre Dar-ül
Harb’ın bir vatandaşı Müslüman olup, hicret etme durumunda olmasına rağmen
yine orada kalmaya devam ettiyse, o bir Müslüman konumunda değildir.[8]
Canı ve malıyla ilgili hükümler, Ehl-i Harb’in canı ve malı gibidir.”
(Ahkam-ül Kur’ân)
“Eğer bir Harbî, Dar-ül Harb’te Müslüman
olduktan sonra bir Müslüman onu teammüden veya yanlışlıkla öldürür ve Müslüman
olan varisleri de Dar-ül Harb’te yaşıyorsa, ondan herhangi bir kısas veya
diyet alınmaz. Yanlışlık halinde sadece kefaret ödemesi gerekir.” (Bidâye,
Kitab-üs Siyer)
“Dar-ül Harb’te Müslüman olup ta hicret
etmeyen bir kişinin durumu Ebû Hanife nezdinde durumu, bir Harbî’ninki gibidir,
zira malı, İmam Hazretlerine göre gayri masûmdur.” (Bahr-ül Rayık, c.
“Bunun için kısas vâcib değildir, çünkü kısas,
koruma olmadan vacip olmaz. Ve koruma da, imamsız ve Müslüman cemaat olmaksızın
olmaz. Bunlar Dar-ül Harb’ta bulunmaz.” (Hidâye, Kitab-üs Siyer)
“Ebû Hanife’ye göre, hatalıysa kefaret
vermesinin dışında katile herhangi bir hüküm verilmez. Teammüden adam
öldürmeye gelince, bunun için de kefaret yoktur, ama Âhiretteki Cehennem azabı
vardır…Kısas ve diyetin ortadan kalkmasının nedeni, onun hapse girmesiyle Ehl-i
Harb’e tabi olmasıdır…Ve onun durumu hicret etmemiş bir Müslümanın ki gibi olmuş
ve bu bakımdan, onun dünyadaki masumiyeti ortadan kalkmıştır.” (Feth-ül
Kadir, c.
Bakınız, bu örneklerde İtikâd
Hukuku ve Anayasa Hukuku arasındaki fark nasıl ortaya konmuştur. İtikâd
Hukuku, Müslümanların ayrı kâfirlerin de ayrı milletler olduğunu belirtir ve
buna göre Müslüman’ın canı, malı ve namusu kâfirinkine tercih edilir. Ancak
Anayasa Hukuku veya ülke kanunları, kendi etki alanını, bu uluslararası bölünmeye
göre değil, ülke sınırlarıyla sınırlar. İslâm Devletinin sınırları içinde bulunan
can, mal ve namuslar ister Müslüman ister kafire ait olsun, “masûm”dur.
Zira, ülke yasaları onu koruma sorumluluğunu üstlenmiştir ve bu sınırların dışında
bulunanlar ise, ister kâfire ister Müslümana ait olsun, “gayri masûm”dur.
İslâm Devletinin sınırları içinde eğer biri hırsızlık yaparsa, onun ellerini
keseriz, adam öldürürse, ondan kısas veya diyet alırız, gayri meşru yollarla
mal almışsa, onları geri alırız. Bu sınırların dışında ise eğer bir Müslüman
veya zimmi, bizim kanunlarımıza göre suç olan bir fiil işlerse, biz ne o yabancı
memlekette herhangi bir işlem yapabiliriz, ne de onun bizim sınırlarımızın içine
dönmesinden sonra. Zira, fiil, barış ve huzurun sağlanması can ve malın
korunmasından sorumlu olmadığımız bir bölgede yapılmıştır. Bu hükümler sadece
dünyevi açıdan böyledir. İslâm Devleti sınırlarının dışında işlenen bir günah,
dünyevi bir hükümetin faaliyet alanlarının dışında olduğu için dünyada
sorgulanmaz ve cezalan-dırılmaz. Ancak, Allah nezdinde cezasız kalmaz. Zira,
Allah’ın faaliyet alanı sınır tanımaz ve O’nun haram kıldığı şey her yerde haramdır.
Bu, İmam Ebû Hanife
Hazretlerinin kendi uydurmuş olduğu bir yasa değildir, aksine, kaynağı Kur’ân
ve Hadis’tir. Yani, bir yandan, (Eğer namazlarını kılar ve zekatlarını
verirlerse dinde kardeşlerinizdirler. Ve kim ki, kasten bir Mümini öldürürse
cezası cehennemde ebedi kalmaktır.) diyen ve diğer yandan, İslâm Devletinin
sınırlarının içinde yaşayan bir Müslüman ile başka bir ülkede yaşayan bir
Müslümanın kanı arasında ayırım yapan Kur’ân-ı Kerimdir. İlk bahsettiğimizi
(İslam devletinin sınırları içinde yaşayan bir Müslüman) bilerek öldüren için
hem kefaret hem diyet vardır, daha sonraki (başka bir ülkede yaşayan bir Müslüman)için
sadece kefaret.[9]
Hazreti Peygamber صلي الله
عليه وسلم bir defasında Hz. Usame bin Zeyd’i bir birliğin başında Herkat
tarafına gönderir. Orada bir kişi diyerek canını kurtarmak ister. Ancak
Müslümanlar onu öldürür. Resûlullah صلي
الله عليه
وسلم
bunu işitince Hz. Usame’ye defalarca şunu sorar: “Kıyamet günü seni lailahe
illallah”a karşı kim koruyacak? ”, ancak o maktûlün diyetinin ödenmesi için
herhangi bir emir vermez.[10] Buna benzer başka bir
olay daha vardır. İslâmî sınırların dışında bazı Müslümanlar öldürülür. Bunun üzerine
Resûlullah صلي
الله عليه
وسلم
şöyle der:
“Ben, müşrikler arasında yaşamakta olan
her Müslümanı koruma sorumluluğundan uzağım[11]” bizzat Kur’ân’da böyle
bir Müslümanın sorumluluğunun olamayacağı ifade edilmiştir:
“…iman edip te hicret etmeyenlere gelince,
onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiçbir pay yoktur…[12]” (El-Enfal:
Bu şekilde, Kur’ân ve
Hadis bizzat, dünyevi masûmluğu, dini masumluktan ayırmış ve ikisinin de sınırlarını
belirlemiştir. Tüm İslâm fakihlerinden sadece İmam Ebû Hanife Hazretleri bu
ince ve karmaşık hukuki sorunu iyice anlamıştır. İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed,
İmam Malik, İmam Şafiî ve İmam Ahmed bin Hanbel gibi yüce müçtehitler bile bu
iki tür masumluk arasında ayırım yapmamıştır. Örneğin, eğer Dar-ül Küfr’de Müslüman
vatandaşlardan biri başka birini öldürürse, bütün bu zevât, katil’den kısas alınmasının
gerekli olduğunu, çünkü onun “Masum bil’İslâm”[13] islam’ın koruması altında
bulunan bir kişiyi öldürdüğü konusunda görüş birliğine varmıştır.
Dar-ül
Harb ile Dar-ül Küfr Arasındaki Istılahî Fark:
İmam-ı Azam ile ilgili
yaptığımız araştırmalara dayanarak söyleyebiliriz ki, yukarıda bahsettiğimiz
mesele ve benzerleri konusunda Dar-ül Harb yerine Dar-ül Küfr terimini kullanmıştır.
Çünkü, Anayasa Hukuku açısından Dar-ül İslâm’ın karşıtı ancak Dar-ül Küfr veya
yabancı topraklar olabilir. Burada harpten sözedilmektedir. İslâm Devletiyle
barış içinde olan ülkeler de Dar-ül Küfr’dür. Ve yukarıda bahsettiğimiz bütün
hükümler bunlarla da ilgilidir. Ne var ki, İslâm’ın başlangıç yıllarında, İslâm
Devletine bitişik olan ne kadar Dar-ül Küfr idiyse, onlar genellikle Dar-ül
Harb idi. Onun için daha sonraki fakihler, Dar-ül Küfr’ü Dar-ül Harb ile
tamamen eşanlamlı saydı ve ikisi arasındaki ince hukuki farkları gözardı
ettiler. Aynı şekilde, İmam Ebû Hanife’nin eserlerinde hiçbir yerde, onun “gayri
masûm”u “mubah” anlamında olduğunu sandığına dair hiçbir
kelimeye rastlamadık. Kendisi, İslâm sınırlarının dışındaki eşyaya “gayri
masûm” demekle yetiniyor ve bu eşyayı gaspedenler için sadece “onun için
herhangi bir ceza yoktur, veya, hakkında herhangi bir adlî karar verilemez”
diyor. Ancak daha sonraki fakihler pekçok yerde “ismetsizlik” ile “ibahet”i
birbirine karıştırmıştır. Bundan, İslâm sınırlarının dışında ne kadar yasak hareketlerde
bulunulursa, bulunulsun onlar için ne İslâm Devletinin herhangi bir kovuşturma
açacağı, ne de Allah’ın kendilerini sorgulayacağı gibi bir yanlış anlam çıkıyor.
Oysa, bu ikisi birbirinden farklı şeylerdir. Siz isterseniz Hindistan’da
birinin malını gaspedin; bunun için elbette ki, siz Afganistan’da yargılanmayacaksınız.
Dar-ül İslâm’ın kanunlarına göre siz masum ve suçsuzsunuz. Ama, bunun Allah’ın
mahkemesinden de beraat edeceğiniz anlamı nereden çıkıyor?
Şimdi, fıkıh kitaplarında
Dar-ül Harb’te, “harbî için herhangi bir ismet (koruma) yok”
kuralına göre faiz, kumar ve diğer fasit akitlerin ibahet meselesi yazılmışsa,
onun iki yönü olduğunu anlayabilirsiniz:
Birincisi, Dar-ül
Harb’ten sadece “yabancı topraklar” kastedilmiştir. Bu bakımdan bu
mesele, Anayasa Hukuku veya ülke kanunlarıyla ilgilidir. Ve niteliği şudur:
Harbi (yani yabancı bir vatandaş)nin malını koruma sorumluluğunu biz üstlenmediğimiz
için, bizim faaliyet ve etki alanımız dışında devletimizin herhangi bir vatandaşı
ondan faiz alıp, yahut onunla kumar oynayıp ya da başka herhangi bir gayri meşru
yollarla mal alıp bölgemize gelirse, dini ve itikâdı açıdan suçlu olup olmadığına
bakılmaksızın onun hakkında herhangi bir dava açmayız.
İkincisi, Dar-ül
Harb’ten, “kendisiyle fiilen savaştığımız, yani düşman olan bir ülke”
kastedilmiştir. Bu da, politika veya dış ilişkileri ilgilendiren bir kanunla
ilgilidir ki, bunu aşağıda belirtiyoruz:
Dış İlişkiler Yasası:
İslâm Hukukunun bu bölümü,
İslâm Devletinin sınırlarının dışında yaşayan insanların can ve mallarının
yasal niteliği ile ilgilidir. Bunun ayrıntılarına girmeden önce bazı noktalara
açıklık getirmeliyiz.
Fıkhî terim olarak “dar”
kelimesi hemen hemen İngilizce “territory” (topraklar) kelimesine eş
anlamlı olarak kullanılır. Hangi topraklarda veya bölgelerde Müslümanlar resmi
haklara sahipse, onlara “Dar-ül İslâm” ve bu sınırların dışında
olanlara da “Dar-ül Küfr” veya “Dar-ül Harb” denir. Dış ilişkiler
veya dış politika yasası, bu toprak veya bölge ayırımı nedeniyle nüfus ve
mallarla ilgili olarak ortaya çıkan sorunlardan bahseder.
Daha önce işaret ettiğimiz
gibi, inanç açısından tüm Müslümanlar tek bir millettir ve o milletin
bireyleridir. Ancak bu yasa açısından Müslümanlar, amaç ve hedefleri bakımından
üç sınıfa ayırılmıştır: Bir, Dar-ül İslâm’ın vatandaşları. İki, Dar-ül Küfr veya
Dar-ül Harb’ın reayası. Üç Dar-ül İslâm’ın vatandaşları olmalarına rağmen
müstemin olarak geçici bir biçimde Dar-ül Harb’e veya Dar-ül Küfr’e gidip
oturanlar. Bütün bu vatandaşların hak ve sorumlulukları ayrı ayrı belirlenmiştir.
Buna karşılık,
kâfirlerin tümü inanç olarak İslâm milliyetçiliğinin dışında olmalarına rağmen
kanunen, onlar kendi durumlarına göre onlar da çeşitli gruplara ayrılmıştır.
Birincisi, doğuştan veya tabii olarak zimmi ya da cizye ve haraç vermek
suretiyle zimmi olan veya vatandışlığa kabul edilenler. İkincisi, Dar-ül İslâm’ın
vatandaşı olmayıp, müstemin olarak Dar-ül İslâm’a gelen ve yaşayanlar.
Üçüncüsü, Dar-ül Küfr veya Dar-ül Harb’ın vatandaşı olup herhangi bir can
güvenliği güvencesini almayıp Dar-ül İslâm’a girenler. Dördüncüsü, kendi
memleketlerinde yaşayanlar. Bu son kısım kâfirler de çeşitli sınıflara ayrılmıştır.
Birincisi, İslâm Devletinin kendileriyle herhangi bir anlaşması veya düşmanlığının
olmadığı kimseler. İkincisi, İslâm Devletine haraç verenler, ancak yaşadıkları
bölgede İslâmî yasaların geçerli olmadığı kimseler. Üçüncüsü, kendileriyle anlaşmanın
olduğu, ancak düşmanlığın bulunmadığı kişiler. Dördüncüsü, Müslümanlar ile
kendileri arasında düşmanlığın bulunduğu kimseler.
Bu şekilde ülke sınırları
veya topraklar açısından kişilerin ve mallarının durumunda meydana gelen fark
ve bu farka göre yasal hükümler arasında yapılan ayırımın, İslâm Hukukunun
gerçek ve doğru yorumu için son derece gereklidir. Bu fark ve ayırımlar
gözönüne alınmadan yalnız hukuki ibarelere dayanarak hareket edildiği zaman
sadece faiz konusunda değil, birçok fıkhî konularda öylesine yanlışlıklar ve
yanılgılar yapılacaktır ki, hukuk ve yasasının kendisi tanınmaz hale gelecek ve
amaçlarının dışında kullanılmaya başlanacaktır.
Bu gerekli açıklamalardan
sonra biz, Dar-ül Harb tanımının hangi ülke veya bölgeler için kullanıldığı,
bunların derecelerinin ne olduğuna ve her derece için hangi emirlerin bulunduğuna
bakacağız. Ayrıca, “harbiyet”in kaç derecesinin olduğunu ve her
dereceye göre nüfus ve mallarının ibahetinin niteliğinin nasıl değiştiğini
inceleyeceğiz. Daha sonra, mallarının ibahatının niteliğinin nasıl değiştiğini
inceleyeceğiz. Daha sonra, “dar” farkına göre bizzat Müslümanların konumunun
nasıl değiştiği ve her konuma göre hak ve sorumluluklarının ne olduğuna şöyle
bir göz atacağız.
Kâfirlerin Türleri:
Yukarıda bahsettiğimiz
kâfirlerin türlerinde yer alan zimmiler ile ilgili olarak herkes biliyor ki,
içki, domuz eti, mahremler arasındaki nikâh ve Allah’tan başkalarına ibadetin dışında
diğer bütün konularda onlar aynen Müslümanların konumundadır. Ülkede geçerli
olan tüm İslâmî yasalar onlara da uygulanır ve onlar da Müslümanlar gibi çeşitli
yasaklara tabi olur. Aynı zamanda, can, mal ve namuslarının korunmasıyla
ilgili olarak Dar-ül İslâm’da Müslümanların sahip oldukları haklara sahip
olurlar.
Müstemin kafirlerin
durumu da zimmilerden farklı değildir. Çünkü, onlara da İslâm Devletinin
yasaları uygulanır ve Dar-ül İslâm’da yaşadıkları için onların can ve malları
da aynen korunur. Bunları bir yana bırakıp şimdi biz sadece Dar-ül Küfr’de yaşayan
kâfirlere bir göz atacağız.
İslâm Devletine haraç
veren ve kendi memleketlerinde küfr ile ilgili emir ve yasaları uygulama özgrlüğüne
sahip kâfirlerin ülkesi Dar-ül Küfr olmasına rağmen Dar-ül Harb değildir. Zira,
Müslümanlar, haraç vermeleri nedeniyle kendilerine eman veya can güvenliğiyle
ilgili güvence verdikleri için “harbiyet” ortadan kalkmış oluyor.
Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:
“Eğer onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilir
de sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse bu durumda Allah size,
onların aleyhinde bir yola girme hakkı vermemiştir.” (En-Nisa:
Bu nedenle, fakihler, onların can, mal ve ırzlarına
tecavüz edilmemesi gerektiğine hüküm vermişlerdir:
“Eğer onlarla, her yıl
“Eğer onlardan bir kişi başka bir Dar-ül
Harb’te yaşıyor ve İslâm ordusu o ülkeye girerse, ona herhangi bir zararda
bulunmayacaktır, çünkü Müslümanlar ona eman vermiştir.” (Aynı eser, s.
“Eğer Müslümanların bir cemaati onlara karşı
ayaklanıp onların adamlarını köle yaparsa, Müslümanların o köleleri satın
almaları caiz olmayacaktır ve eğer böyle bir satış vuku bulmuşsa, geçersiz
olacaktır. Zira, onların can güvenliği konusunda güvenceyi Müslümanlar vermişti.”
(Aynı eser, s.
Bu tür kâfirler teorik
olarak ehl-i harp kalırlar: “Zira, bu barış ve anlaşmaya göre onlar İslâmî
emir ve hükümlere tabi olmaz ve bu bakımdan ehl-i harb olmaktan kurtulamazlar.”
(El-Mebsût, c.
Ancak malları mubah değildir ve faiz yiyicilerden
bile olsalar, onlarla fasit akitler veya kötü anlaşmalar yapılamaz ve onlara göre
hareket edilemez. Hatta, kendi memleketlerinde bulunmuyor ve fiilen savaş olduğu
bir memlekette bulunuyorlarsa, Müslümanların onlarla kötü anlaşmalarla iş yapmaları
caiz olmayacaktır.
Dar-ül İslâm’ın
kendileriyle anlaşmaya vardığı kâfirlerle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:
“Ancak müşriklerden anlaşmanız olup size
karşı ahitlerinden bir şey noksan etmeyen ve aleyhinize bir kimseye
yardım etmemiş olanlara ahitlerini müddetine kadar tamamlayın.” (Et-Tevbe:
“…onlar size karşı dürüst davrandıkları müddetçe
siz de onlara dürüst davranın…” (Et-Tevbe:
“Eğer onlar sizden din hususunda yardım
isterlerse, aranızda anlaşma bulunan kavmin aleyhine olmamak üzere onlara yardım
etmek size vaciptir.” (El-Enfal:
“Eğer öldürülen kişi, sizinle anlaşması
olan bir milletten ise, vârislerine diyet verilmelidir.” (En-Nisa:
Bu âyetlerden anlaşılıyor
ki, anlaşmalı kâfirler, teorik olarak harbi olur ve ülkeleri Dar-ül Harb
kapsamına girerse de, İslâmî hükûmet kendileriyle anlaşmalı ilişkiler sürdürdükçe
onlar “mübah’üd dem ve’l emvâl” değildir ve onların can ve mallarına el
uzatmak şer’en memnû’dur. Eğer bir Müslüman kanlarını akıtırsa, ona diyet lazım
olacaktır ve eğer mallarına el koyarsa tazminat ödemesi gerekecektir. Yani, malları
mübah değilse, onlarla kötü anlaşmalarla nasıl iş yapılabilir? Zira, gerekçesi
ibahete dayanmaktadır.
Anlaşmaya rağmen düşmanca
tavır içinde olan kâfirlerle ilgili Kur’ân’ın hükmü şudur:
“Eğer, aranızda muahedede bulunan kavimden
hainlik hissedersen, eşitliği gözeterek muahedeyi yüzlerine vur.[14]” (El-Enfal:
İmamların güneşi Sarahsi
Hazretleri bu meseleden söz ederken şöyle diyor:
“(Bu durumda anlaşmayı bozmak caizdir) Ancak
anlaşmanın bozulması eşitlik ilkesi üzerine olmalıdır. Yani, tarafınızdan anlaşmanın
feshedildiğini onlar da bilsin. Bu emirden anladığımız şu ki, gereken bilgi ve
açıklamadan önce onlarla savaşmak helal değildir.” (El-Mebsût, c.
Bu âyet ve bunun hukuki
yorumu gösteriyor ki, anlaşmalı millet anlaşmaya uymaz ve ayaklanırsa bile,
savaş ilan edilmeden önce onun can ve malları mübah değildir.[15]
Yani, Müslümanların
kendileriyle anlaşmaları olmayan kâfirler. Bu öyle bir durumdur ki, uluslar
arası ilişkilerde her zaman savaş nedeni olmaktadır. Aslında diplomatik ilişkilerin
kesilmesi, ilgili ülke veya milletlerin anlaşmalara saygılı olmayacakları
anlamına gelmektedir. Bu koşullarda eğer bir millet, öteki milletin fertlerini
öldürür veya mallarını yağmalarsa, herhangi bir diyet veya tazminat sözkonusu
olmayacaktır. Bu anlamda denebilir ki, her iki millet için birbirinin can ve
malları mübahtır. Ancak, herhangi bir uygar ulus veya ülke, resmen savaş ilan
etmeden başka bir milletin fertlerinin kanını akıtamaz ve mallarını gaspedemez.
Bu husustaki İslâm yasası şudur:
“Eğer Müslümanlar davetsiz[16]
(habersiz) onlarla savaşırsa günahkâr olurlar. Ancak böyle bir savaşta karşı
tarafa uğrattıkları can ve mal kaybı için bize (Hanefi mezhebine) göre Müslümanlar
tazminat ödemek zorunda olmayacaklar.” (El-Mebsût, c.
İmam Şafiî diyor ki,
tazminat gerekecekdir, çünkü, daveti reddetmedikçe can ve mallarının hürmeti
ve ismeti devam edecektir. Ancak Hanefiler şu görüştedir:
“Can ve malın değerinin devam etmesine
sebep olan ismet, ancak Dar’ül İslâm’ın koruması altında olmasına bağlıdır ve
bu, onlar için geçerli değildir… Elbette ki, ibahet için davetin verilmesi şarttır.
Davetsiz ibahet sabit değildir. Ancak salt katil hürmeti, tazminat vucûbu için
yeterli değildir.” (El-Mebsût, c.
Anlaşılacağı gibi, zimmi
olmayan, kendileriyle anlaşma bulunmayan, “dar”ları, “dar”ımızdan
farklı olan, ismetlerini kanunlarımızın tanımadığı harbi kâfirlerin nüfus ve
emvalı da, hüccet tamamlanmadıkça ve aralarında resmen savaş ilan edilmedikçe
helâl değildir. Peygamber صلي
الله عليه
وسلم
‘in bu hususta Hz. Muaz bir Cebel’e vermiş olduğu nasihat dikkate değerdir:
“Onlara davet vermedikçe onlarla savaşmayın.
Eğer reddederlerse bile, onlar başlatmadıkça, onlarla savaşmayın. Savaşı başlatmış
olmalarına rağmen, sizden herhangi birini katletmedikçe onlarla savaşmayın.
Daha sonra, onlara maktûlü gösterip, “siz bundan daha iyi bir şeye razı değil
misiniz?” diye sorunuz. Ey Muaz, bu kadar sabır ve tahammül telkinini şu
nedenle yapıyorum ki, eğer senin vasıtanla Allah insanları hidayete erdirirse
bu, eline Doğu ile Batının tüm topraklarının geçmesinden daha iyidir.”
Bundan sonra ancak,
Müslümanların fiilen savaştığı kâfirler kalıyor. Asıl harbi işte bunlardır. “Dar”ları,
dış ilişkiler yasasında “Dar-ül Harb” olarak bilinmektedir. Can ve
malları mübah olanlar bunlardır. Ve işte bunların öldürülmesi, yakalanması,
dövülmesi, soyulması Şeriate göre caizdir. Ne var ki, “harbiyyet” veya
düşman kişiliği, tüm savaşılanlarda aynı düzeyde değildir. Keza, tüm emvâl-i
harbiye de aynı değildir. Gerçi, harbi kâfirlerin kadınları, çocukları, hastaları,
yaşlıları ve sakatları da harbidir; fakat, Şeriat onlara “mübahüddem”
(kanları helal) dememiştir, aksine “ibahet-i katl” (öldürmenin caiz
olması)nı sadece savaşçılarla sınırlandırmıştır:
“Ancak bizimle savaşanı katledekcesiniz. Zira,
Allahü Teâla, ve “kâtilûhum” (onlarla savaşın) diye buyurmuştur ve savaş ta,
tek değil iki taraf arasında yapılır.” (El-Mebsut, c.
Ancak bizimle mukâtele
eden (savaşan) katledilmelidir, zira Allahü Teâla “ve kâtılûhum” (onlarla
savaşın) diye buyurmuştur. Ve mukatele (savaş) için mutlaka iki tarafın olması
gerekir.
Aynı şekilde, emvâl-i
harbiye konusunda da Şeriat fark gözetmiştir ve her derece için ayrı emirler
vardır.
Emvâl-i Harbiye’nin Dereceleri ve Emirleri:
İlke olarak düşman bölgesinde
tüm taşınır ve taşınmaz mallar mubah ve ele geçirilebilir niteliktedir. Ancak İslâm
Şeriatı bunları ikiye ayırmıştır:
Ganimet:
İslâm ordusunun kendi
silah gücüyle zaptettiği savaş alanındaki taşınır mallar, ganimet mallarıdır. Bunların
beşte biri hükûmetin malıdır. Beşte dördü ise bu malları ele geçirenlerindir. İmam
Ebû Yusuf Hz., “Kitab-ül Harac” adlı eserinde ganimeti şöyle tanımlamıştır:
“Müslümanların şirk ordusundan ele geçirdiği
mal, mülk, silahlar ve hayvanlar gibi şeyler (yani taşınır mallar)lardır.”
(S.
Bir başka yerde de
benzeri kayıtlara rastlanmaktadır.
Bundan anlaşılıyor ki,
savaş veya askeri operasyonlar sırasında düşman ordusundan ele geçirilen taşınır
mallara ganimet denir. Askerlerin savaş alanının dışında yerleşim merkezlerini
yağmalamaları Şeriat açısından doğru değildir. Tabii ki, Dar-ül Harb’ın tüm
malları mubahtır ve bir kimse savaşmayanların mallarını zaptederse, ne tazminat
ödemesi ne de kırılan veya bozulan malları değiştirmesi gerekir. Ancak bu tür
yağma hoş değildir. Müslümanların hakimi her mümkün yolla kendi ordusunu bu tür
hareketlerden alıkoymalıdır. Çünkü Hz. Peygamber صلي
الله عليه
وسلم
şöyle buyurmuştur:
“Kim ki, övünmek niyetiyle, yahut dünyaya
kendi güç ve yiğitliğini göstermek, yahut ün kazanmak için savaşır ve imamına
karşı gelip yeryüzünde fesat ve fitne oluşturursa, ecir kazanması şöyle
dursun, eşit derecede karşılığını bile alamayacaktır.” (Ebû Davud)
Fey :
İkinci tür mallar, düşman
ordusundan savaşılarak zaptedilmeyen, ancak fetih neticesi olarak ister düşman
reaya ister düşman ülke veya hükûmetten olsun, hükûmetin eline geçen taşınır
ve taşınmaz mallardır. İslâmî terime göre bu gibi mallar “fey” olarak
bilinmektedir ve bu, ganimetten tamamen ayrı bir şeydir.
“Ordudan zaptedilen ganimet malı başka bir şey,
düşmanın yerleşim bölgelerinden Müslümanların eline geçen mallar başka bir şeydir.
Her ikisiyle ilgili emirler ayrı ayrıdır.” (Kitab-ül Harac, s.
Ordulardan ele geçiren “ganimet
malı” ayrı ve düşmanın yerleşim bölgelerinden Müslümanların ellerine geçen
“fey malları” ayrı bir şeydir. Her ikisinin hükmü ayrıdır.
El-Haşr sûresinde
bununla ilgili gereken açıklama yapılmış, bunun kimsenin kişisel mülkiyeti olmayacağı
ve Beyt-ül Mal’a gideceği ve hayır işlerde kullanılacağı ifade edilmiştir.
“Fey”
kelimesinin bundan başka herhangi bir anlamı veya kavramı yoktur. Ve fıkıh
kitaplarının hiçbir yerinden herkesin “fey”i gelişigüzel alıp cebine
indirebileceğine ilişkin herhangi bir kayıda rastlanmamaktadır. Bazı ibarelere
göre mütekaddeminin, sadece cemaatin mülkü ve İslâmî hükûmetin tasarrufunda
olan bir “fey”i bildiği anlaşılmaktadır.
Ganimet ve Yağma Arasındaki Fark:
Ganimetleri toplamanın şerî
hakkı sadece İslâm Devletinin koruması altında olanlara ve kendilerine
Müslümanların İmamının kesin ve açıkça izin verdiği kimselere verilmiştir.
Bunun dışında eğer sıradan Müslümanlar bir sürü çete veya grup kurup kendi başlarına
yağmaya başlarsa, onlar birer adî soyguncu ve yağmacı olacaktır. Ne ganimetleri
ganimet, ne yağmaları yağma olacaktır. Bu nedenle, elde ettikleri mallardan
Allah’ın payı (
“İmamın himayesine sahip olmayanlar, imamın
izni olmaksızın düşman bölgeye sorumsuzca girer ve yağmalarda bulunursa, bizce
bu yağmalanan maldan beşte birlik pay alınmasın ve kendilerine bırakılsın.”
(El-Mebsût, c.
İmam’ın desteğine sahip
olmayanlar eğer onun izni olmaksızın düşmanın bölgesine sorumsuzca girip
mallarını yağmalarsa, kanımızca o mallardan beşte birlik bir bölüm alınmamalıdır
ve aslında o mallar o bölge insanlarına ait olacaktır.
Allame Serahsi’nin
bununla ilgili yazdığı gerekçeye de bir göz atınız:
“Aslında mesele şu ki, daha önce belirttiğimiz
gibi, ganimet, son derece tertemiz ve en şerefli yollarla ele geçirilen malın
adıdır. Bunda Allah kelimesinin yüceltilmesi ve dininin izzetlendirilmesi vardır.
Bu nedenle, bunda Allah’ın payı, yani beşte bir belirlenmiştir. Bu şey, bir kişinin
bir hırsızlık yoluyla elde ettiği malda bulunmaz. Çünkü, onun hedefi sadece mal
elde etmektir.” (Aynı eser, s.
Buna delil olarak İmam
Serahsi şu hadisi sunmaktadır: Müşrikler bir Müslüman genci esir almıştı. Bir
süre sonra o genç onlardan kaçtı ve yanında birkaç keçi de götürdü. Rasûlullah صلي الله
عليه وسلم bu keçilerin onda kalmasını uygun gördü ve beşte birlik payı
almadı. Mugire bin Şa’be رضي
الله عنه olayıda bunu teyid etmektedir. Mugire رضي
الله عنه arkadaşlarının mallarını çalıp Medine’ye geldi ve İslâmiyeti
kabul etti. Çaldığı malları Rasûlullah’a صلي
الله عليه
وسلم
sunmak istediği zaman Hazreti Peygamber dedi ki: “Senin İslâmiyeti kabul
etmen makbuldur, ancak bu mal makbul değildir.”
Dar-ül Harb’te Kâfirlerin Mülkiyet Hakkı:
Ganimet ile ilgili
üçüncü sınırlama şudur: Müslümanlar Dar-ül Harb’te bulundukları sürece ganimet
mallarından istifade edemezler. Bu sınırlamadan sadece gıda maddeleri ve
hayvanların yemi müstesnadır. Yani, savaş sırasında ne kadar erzak ve yem İslâm
ordusunun eline geçerse, ondan her mücahit ihtiyacı kadar alabilir. Geriye kalan
tüm ganimet malları ordu komutanına verilecektir ve bunlar, Müslüman askerine
“Bize göre zapt veya işgal ile sadece hak sabit
oluyor, Dar-ül İslâm’a götürülünce güçleniyor ve ganimetin dağılımıyla
tamamlanıyor. Bunun misali şuf’a gibidir. Şafî’in hakkı bey’ ile sabit olur;
talep ile gerçek olur ve zapt ile tamamlanır. O halde, hak zayıf kaldığı sürece
dağıtım caiz olmaz…Nasıl ki, emvâl (taşınır mal)ın zapt mülkiyeti sabit olur,
arazi (taşınmaz mal)ın da zaptiyle mülkiyeti sabit olur. Ne var ki, Müslüman
ordunun adım attığı topraklarda, orası Dar-ül İslâm’a çevrilmedikçe tam anlamıyla
üzerinde hak oluşmaz.” (El-Mebsût, c.
Bu açıklamadan anlaşılıyor
ki, işgal edilen ülke veya bölge Dar-ül İslâm’a dönüştürülmedikçe veya yeni
terimlere göre İslâm Devletine ilhak edilmedikçe İslâmî hükûmet ganimette ve
hatta, fey’de tasarruf hakkına sahip değildir. Hz. Peygamberin صلي الله
عليه وسلم
tutum ve davranışları bu gerçeği doğrulamaktadır.
Nitekim, Mekhûl şöyle demektedir: “Rasûlullah
صلي
الله عليه
وسلم hiç bir zaman
ganimetleri Dar-ül İslâm’ın dışında dağıtmadı.” Muhammed bin İshak
Kelbi’nin rivayetine göre Rasûlullah صلي
الله عليه
وسلم Huneyn’deki ganimetleri,
dönüşte o sıralarda Dar-ül İslâm’ın sınırlarında bulunan Ci’rane’de dağıtmıştı.
Yolda Araplar dağıtımın yapılması için isteklerini yoğunlaştırdı ve Rasûlullah’ı
صلي الله
عليه وسلم o kadar rahatsız ettiler ki, giysisi yırtıldı. Ancak bütün bu
gürültü ve patırtılara rağmen Hz. Peygamber صلي
الله عليه
وسلم
Dar-ül İslâm’ın sınırlarının içine girinceye kadar ganimetin tek bir kuruşunu
bile dağıtmadı.
Rasûlullah’ın صلي الله
عليه وسلم bu davranışı ve fukaha’nın gerekçelerine bir bakınız. Bunun nedeninin,
İslâm hukuku nasıl ki, İslâm topraklarında Müslümanların mülkiyet hakkını
teslim eder, İslâm topraklarının dışındaki bölgelerde ehl-i Harbin de mülkiyet
hakkını kabul ettiğinden başka bir şey olmadığını göreceksiniz. Savaş mallarını
bize mübah kılar. Ancak Şeriat, bize bu ibahetten yararlanmak konusunda genel
veya kayıtsız şartsız izin vermemiştir. Aksine, mülklerinin bizim mülklerimize
intikal etmesi için bazı belirli hukuki biçimler belirlemiştir ve bunlar öyle
biçimlerdir ki, bunlarla bizimle kâfirler arasında tam bir eşitlik sağlanmıştır.
Hanefi Mezhebinde diyor ki, biz onların mallarına ancak resmi bir savaşta onları
ele geçirdikten sonra “dar”ımıza getirdikten sonra sahip olabiliriz. Aynı
şekilde onlar da savaşta bizim mallarımızı ele geçirip kendi “dar”larına
götürdükten sonra sahipleri olabileceklerdir. Ve biz “dar”larında
mülkiyet haklarına saygı göstermek mecburiyetindeyiz. Bu hususta, fukahânın diğer
açıklamaları da dikkate değerdir:
“Mal ele geçirip “dar”a ulaştırılmışsa, bu
husus o mal üzerine mülkiyet hakkının tam nedenidir. Ve dünyayı elde etme
imkanları bakımından bizimle kâfirler arasında tam bir eşitlik vardır. Hatta,
dünyada onların payı bizden fazladır. Çünkü, onlar için varsa yoksa bu dünyadır.
Ve mal toplamaktan onların kastı mal sahibi olmaktan başka bir şey değildir.
Buna karşılık, bizim amacımız mal toplamak değildir.” (El-Mebsut, c.
“Eğer bir Müslüman can güvenliği konusunda
güvence alıp Dar-ül Harb’e girmiş ve orada kâfirlerin kaçırmış olduğu kendi
cariyesi eline geçerse, onu ele geçirmesi ve onunla birleşmesi (cinsel ilişkide
bulunması) caiz değildir. Zira, artık o kâfirlerin mülküdür ve o cariye onların
mallarından biri olmuştur.” (Aynı eser s.
“Ve eğer bir kâfir harbi bizim ”dar”ımıza
can güvenliği konusunda güvence alarak gelir ve yanında bizzat bizden almış
olduğu mal bulunursa, biz ondan o malı zorla alamayız.” (Aynı eser s.
“Eğer düşman, Müslümanların mallarını zaptedip
kendi “dar”ına götürür ve orada bulunan bir müste’min Müslüman tacirin o malları
satın alıp yemesi helâldır. O Müslüman, düşmandan satın aldığı cariye ile
cinsel ilişkide bulunabilir. Zira, düşmanın kendi “dar”ına götürmesinden
sonra o cariyeye sahip olmuştur, ve onun malları arasına girmiştir. Buna karşılık,
eğer bir tacir can güvenliği konusunda güvence alıp Dar-ül Harb’e gider ve düşmanının
elinde bulunan bir cariyeyi kaçırarak Dar-ül İslâm’a getirirse bir Müslüman’ın
o cariyeyi satın alması helâl değildir. Çünkü onu anlaşmayı bozarak getirmişti.
Onu geri vermeye mecburdur. Ancak İmam, onu bunun için zorlayamaz.” (Aynı
eser s.
Bu kural, hadise tam
olarak uymaktadır. Mekke fethinin gerçekleştiği gün Hz. Ali, رضي الله
عنه
Rasûlullaha, صلي
الله عليه
وسلم “Zât-i
âliniz, Hicretten önce kendinize ait olan evinizde niçin kalmıyorsunuz?”
diye sordu. Rasûlullah صلي
الله عليه
وسلم şöyle cevap verdi: “Akîl bize ne bırakmıştır
ki?”. Bu demektir ki, Rasûlullah’ın صلي
الله عليه
وسلم
evini terk edip gittikten sonra Akîl bin Ebû Talib’in
oraya girmesiyle Hz. Peygamberin صلي
الله عليه
وسلم
mülkiyeti ortadan kalktı ve Akîl’inki geçerli hale
geldi. Yani Hz. Peygamber صلي
الله عليه
وسلم eski mülkiyetine
dayanarak o evi kendi evi olark kabul etmedi.
Yukarıdaki Bahsin Özeti:
Bütün hukuki emirler ve
açıklamalar gözlerinizin önündedir. Bunlardan şu hüküm ve kurallar ortaya çıkmaktadır:
a) Müslümanların hakimi,
İmamı veya yöneticisi resmen savaş ilân edip o ülkenin “Dar-ül Harb”
olduğunu açıklaması.
b) Orada savaşanlara İmam
veya yöneticinin “izn”i ve “himaye”si gereklidir.
“Ülke” Farkıyla Müslümanların Konumları:
Bu hususların hukuken
belirlenmesi ve kanıtlanmasından sonra geliniz bir de İslâm Hukukuna göre “ülke”
farkı açısından bizzat Müslümanlar arasında ne gibi farkların olduğuna bir göz
atalım. Bu hususta tüm yasalar aşağıdaki âyet ve hadislere dayanmakatdır.
“İman ettikleri halde (Dar-ül İslâm’a)
hicret etmeyenlerle, (Dar-ül Küfr’den Dar-ül İslâm’a) hicret edinceye kadar
bir velayet bağınız yoktur.” (El-Enfal:
“Allah yolunda hicret edinceye kadar
kendilerinden dostlar edinmeyin.” (En-Nisa:
“Bir mü’mini hatayla öldürenin mü’min bir
köleyi azad etmesi ve ölenin ailesine (mirasçılarına) teslim edilecek bir
diyet vermesi icab eder. Meğer ki, onlar o diyeti sadaka olarak bağışlamış olsunlar.
Eğer ölen size düşman olan bir kavimden ve fakat mü’min olursa, o zaman öldürenin
mü’min bir köle azad etmesi lazımdır. Eğer kendileri ile aranızda anlaşma olan
bir kavimden ise o vakit ailesine teslim olunacak diyet ile mü’min bir köleyi
azad etmek icab eder.” (En-Nisa:
Rasûlullah صلي الله
عليه وسلم şöyle buyurmuştur: “Ben,[17]
müşrikler arasında yaşamakta olan her Müslüman hakkında sorumluluk taşımaktan
müstesnayım.” Ve yine Rasûlullah صلي
الله عليه
وسلم’den
rivayet olunur ki: “Kim ki müşriklerle beraber oturdu ben ondan müstesnayım.”
Yahut şöyle buyurdu: “Bunun herhangi bir sorumluluğu yoktur.”
Ebû Davud’un Cihad
bölümünde yer alan bir hadise göre Hz. Peygamber صلي
الله عليه
وسلم
herhangi bir kimseyi ordunun başına atadığı zaman, diğer
nasihatların yanısıra şunları da söylerdi:
“Onları önce İslâm’a davet et. Eğer
onlardan olumlu cevap alırsan bunu kabul et ve onlardan elini çek sonra onlara
de ki, “kendi ülkenizi bırakıp muhacirlerin ülkesine (yani Dar-ül İslam’a)
gelin.” Ve onlara deki, böyle yaparlarsa hakları, muhacirlerin ki, ile aynı
olacaktır. Ve muhacirlerin sorumluluklarını da aynen taşıyacaklardır. Eğer
teklifini reddeder ve kendi ülkelerinde yaşamayı seçerlerse, onlara konumlarının
tıpkı Müslüman Araplarınki gibi olacağını ve Mü’minler için olan Allahın emirlerinin
onlara da aynen geçerli olacağını vurgula. Ancak fey ve ganimette onların hiçbir
payı olmayacaktır. Şu istisna ile ki, onlar Müslümanlara katılıp cihat
ederlerse durum değişir.” (Ebû Davud Müşrikleri davet etme bölümü)
Hanefi fikhının
fakihlerinin bu ayetler ile hadislerden çıkardıkları hukuki hüküm ve kuralları
şöyle özetleyebiliriz:
İslam devleti ancak
Dar-ül İslam[18]
sınırlarının içinde bulunan nüfus ve malları korumakla yükümlüdür. Ve Dar-ül İslam’ın
vatandaşı olan Müslümanlar, dini açıdan değil, dünyevi açıdan da İslam’ın
bütün kanunlarına uymak zorundadır. İslamî emirlerin muhatapları onlardır. Bu
kural, İslam hukukunun esasını teşkil etmektedir ve bununla ilgili çeşitli
meseleler ortaya atılmıştır.
“Tam güvence muhafaza ile olur.” (El-Mebsut,
c.
“Koruma muhafazayladır, muhafaza ise
ülkeyle olur; dinle değil.” (Aynı eser s.
“Çünkü din kendisine inanmayanın aksine
gerçekten Şeriatına inanan kişi için engelleyici olduğu gibi bulunduğu ülkenin
kuvvetiyle yasağına inananın ve inanmayanın malını korur.” (El-Mebsût, c.
Bu nedenle, Dar-ül İslâm’da bir Müslüman,
Müslüman veya bir Müslüman zimmi ile; bir zimmi, Müslüman veya bir zimmi ile;
bir harbi müstemin, başka bir harbi müstemin ile faizli veya kötü anlaşmalarla
herhangi bir işe giremez. Zira, herkesin malı herkes için masumdur ve onlardan
ancak İslâmî yasalarda caiz olan yollarla alınabilir.
“Eğer harbilerin tacirleri İslâm ülkesine
emânle girerlerse onlardan biri arkadaşından bir dirhemi iki dirhemle satın alırsa
onu caiz görmüyorum. Aynı şekilde Müslümanların da arasında da onu caiz
bulmuyorum. Eğer ehl-i zimmet bu muamelemeyi uygularlarsa onu da caiz
bulmuyorum. Çünkü onların herbirisinin malı tam bir şekilde korunmuştur ve
değerlidir.” (El-Mebsut, c.
Aynı şekilde, Dar-ül Küfr’den herhangi bir
kâfirin Dar-ül İslâm’a gelmesi yahut, Dar-ül Harb’ten bir harbinin emânle İslâm
Devletine girmesi halinde ondan faiz almak veya kötü anlaşmalarla muamele
yapmak caiz değildir. Zira, İslâm Devletinin güvencesiyle can ve mal güvenliği
temin edilmiştir. Ve İslâmî hükûmetin sağladığı can güvencesine saygı
göstermek tüm vatandaşlar için gereklidir. Ancak İmam Ebû Hanife ve İmam
Muhammed’e göre bir harbinin can güvencesi almadan Dar-ül İslâm’a gelmesi
halinde onu yakalamak, soymak, dövmek ve onunla fasit akitlerle muamele yapmak
caizdir. Çünkü onun can ve mal güvencesi yoktur. Ancak İmam Ebû Yusuf onunla da
kötü anlaşmalarla muamele yapılmasını caiz saymıyor. (Bundan daha sonra ayrıntılı
olarak bahsedeceğiz).
Dar-ül İslâm reayasından
bir kişi geçici olarak Dar-ül Küfr veya Dar-ül Harb’e can güvenliği konusunda
güvence alıp giderse, İslâmî terime göre kendisine “Müstemin” denilir.
Bu kişi İslâmî hükûmetin yetki alanının dışında olduğu için yasal sınırlamalarının
ötesinde oluyor. Ancak yine de, İslâmî hükümetin koruması altında oluyor ve İslâmî
yasalara uymamak konusunda tamamen özgür olmuyor. Hidâyede şöyle deniyor:
“Dar-ül İslâm’ın koruması altında bulunan
ismet, geçici olarak can güvenliği güvencesini almakla gelmekle iptal olmaz.”
(Siyer bölümü, Müstemin kısmı)
Bu kuraldan şu meseleler
ortaya çıkıyor:
Hangi Dar-ül Küfr ile
Dar-ül İslâm’ın anlaşması varsa, orada müstemin Müslüman için fasit akitlerle
muamele yapması caiz olacaktır. Zira, malları ve canları güvencesiz olan bir
kimsenin oranın kafirleriyle yapmış olduğu fasit akitlerin geçerliliği ibahete
dayandığı için, ibahetin ortadan kalkmasıyla buna dayanan şeyde kendiliğinden ortadan
kalkar.
Eğer müstemin bir Müslüman
böyle bir Dar-ül Küfr’de fasit akitlerle muamele yapar, yahut anlaşmayı ihlâl
ederek bir şeyi gasp ederek veya çalarak gelirse İslâmî hükûmet onun hakkında
ne bir dava açabilir ne de ondan tazminat isteyebilir.[19] Ama, dini açıdan ona, Şeriata
aykırı olarak yaptığı tüm fiillerden dönme telkini yapılacaktır.
Kötü anlaşmalar bir yana
bırakılırsa diğer tüm konularda bu müstemin için Hanefi fıkhının hükümleri
Dar-ül Harb’e emânle gelen birine uygulanan emirlerin aynısıdır.
“Eğer bir tacir emânle Dar-ül Harb’e gider
ve oradan bir cariye kaçırarak dönerse…Onu Allah için geri vermeye mecburdur,
gerçi İmam onu bu işe zorlayamaz.” (El-Mebsût, c.
“Eğer bir Müslüman can güvenliği konusunda
güvence ile Dar-ül Harb’e girer, onlardan borç alır yahut, onlar ondan borç alır
veya onların mallarını gasp eder yahut, onlar onun malını gasp ederse aralarında
ki dava hakkında Dar-ül İslâm’da herhangi bir karar verilmeyecektir…Müsteminin
kendisi onlara hiyanet yapmama sorumluluğunu üzerine almıştı ve şimdi anlaşmaya
aykırı davrandıysa, o İmam’ın anlaşmasına değil, bizzat kendi anlaşmasına
hiyanet etmiştir. Bu nedenle, ona malları geri verme fetvası verilecek, ancak
hükmen mecbur edilmeyecektir.” (El-Mebsût, c.
(İmam Ebû Yusuf buna
ihtilaf etmiştir, çünkü o Müslümanın her yerde İslâmi yasalara bağlı olduğuna
inanmaktadır.)
Eğer bir müstemin
Müslüman Dar-ül Harb’te birini öldürür mallarına zarar verirse Dar-ül İslâm’da
onun aleyhine hiçbir şey yapılmaz. Ancak din açısından onun böyle yapması caiz
değildir.
“Eğer müstemin Müslüman Dar-ül Harb’ten
herhangi bir malı gaspederek veya çalarak getirirse, bir Müslüman onu satın
alması mekruhdur çünkü hıyanet (İslamî olarak) haramdır.” (Aynı yer, s.
“Ama yine de satın alırsa, bu satın red edilmeyecektir.
Zira, kanunen alış ve satışta herhangi bir bozukluk yoktu. Ne var ki, mal aslında
anlaşmaya aykırı olarak alındığı için Müslümanlar bunu dinen geri vermekle yükümlüdür.”
(Aynı eser,s.
“Müstemin için ehl-i
harpten biriyle faizli nakit veya borç işlemi yapmak, yahut içki, domuz eti ve
ölü etini onlara satmak Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e göre caizdir. Ancak Ebû
Yusuf’a göre caiz değildir. İmam Ebû Yusuf’un istidlâli şudur: Müslüman nerede
olursa olsun, İslâmî yasalara uymak zorundadır ve bu hususta İslâm’ın yasaları
uygulanmalıdır. Görmüyormusunuz ki, eğer bir harbi müstemin ile darımızda böyle
bir iş yapılırsa caiz olmuyor? Yani, bu burada caiz değilse, Dar-ül Harb’te de
caiz olmamalıdır. Buna cevap olarak daha önce zikrettiğimiz iki İmam (Ebu
Hanife ve İmam Muhammed) buyuruyorlar ki: bu düşmanın malını rızasıyla almak meselesidir.
Bunun aslı, mallarının bizim için mübah olmasıdır. Müstemin sadece hiyanet etmeme
sorumluluğunu üstlenmişti. Ancak bu anlaşmalara göre ve onların rızasıyla bu
malı alınca zaten hıyanetten kurtuldu. Hürmetten de, malı akitle değil ibahetle
almasından dolayı kurtuldu. Dar-ül İslâm’da harbi müsteminin konusuna gelince,
durumu bundan farklıdır. Zira, malı emân yüzünden masûm olmuştur ve ibahet açısından
ele geçirilmez.” (El-Mebsût, c.
“İmam Ebû Hanife’nin
dediğine göre: Müslümanların, ehl-i harbın malını yağmalaması ve zorla alması
helâl ise onların rızasıyla almaları daha öncelikli bir derecede helâldır. Yani,
İslâm ordusunun dışında onlara emân yoktur. O nedenle Müslümanların mallarını
mümkün olan her şekilde almaları caizdir.” (El-Mebsût, c.
“İmam Ebû Yusuf diyor
ki, Müslüman Dar-ül İslâm’a bağlı olduğu için İslâm hukuku açısından riba her
yerde onun için yasaktır. Fiilini geçerli kılmak için, kâfirin malını iyi
niyetle almış olmasını söylemek doğru değildir. Aksine, malı özel durumdan
(fasit akit) dolayı almaktadır. Zira, bu özel durum (fasit akit) olmasa, bir
kâfir ona başka bir yolla malını vermeye razı olmaz…Eğer Dar-ül Harb’te bunu
yapmak (riba almak) caiz ise, Dar-ül İslâm’da da Müslümanlar arasındaki böyle
bir muamele caiz olacaktır. Yani, bir kişi bir dirhem yerine iki dirhem alsın
ve ikinci dirheme hibe adını versin.” (El-Mebsût, c.
Bizim amacımız bu iki
görüş arasında bir çatışma yaratmak değildir. Biz sadece demek istiyoruz ki,
bizzat İmam Ebû Hanife’nin yukarıki görüşlerine ve daha önce naklettiğimiz diğer
meselelerle ilgili görüşüne dayanarak dört husus apaçık ortaya çıkmaktadır:
Birincisi, bu muamele
sadece Dar-ül İslâm’ın vatandaşı olup emân yani can güvenliği konusunda güvence
alıp Dar-ül Harb’e giden bir Müslüman için caizdir.
İkincisi, bu muamele
sadece can ve malları mubah olan kâfirlerle yapılabilir.
Üçüncüsü, bu şekilde alınacak
mal, ganimet sayılmayacaktır. Zira, bu ne eşref-ül cihât’tandır, ne bunda
dinin şerefi vardır, ne de bunda beşte birlik bir bölüm vardır. Bu sadece bir
kazançtır. Bu fey de değildir, çünkü fey, İslâm devletinin malıdır. Oysa, bu
malı kişi kendisi alır ve Beyt-ül Mal’a vermez.
Dördüncüsü, bu şekilde
kâfirlerin mallarını almak sadece kanuni gerekçeye dayanır; hatta, gerekçenin
de son kertesindedir. Kanuni niteliği de sadece şudur: Eğer bir Müslüman bunu yaparsa,
İmam Ebû Hanife’ye göre din açısından da malı geri vermesi için herhangi bir
fetva verilmeyecektir. Hıyanet malı; yani anlaşmaya aykırı olarak alınan mal
ile ilgili olarak ise hukuken geri verilmesi için herhangi bir zorlama yoktur,
ancak dinen geri verilmesi için emir verilecektir.
Beşincisi, nasıl ki, müstemin
Müslüman Dar-ül Harb kâfirleriyle kötü anlaşmalarla (fasit akitlerle) muamele
yapar, oranın Müslüman vatandaşlarıyla da bunu yapma hakkına sahiptir. Çünkü
onların malları da mübahtır. Bununla ilgili dini kaynaklardan biz daha önce
bahsetmiştik ve ilerde de bahsedeceğiz.
Dar-ül Küfr’de kalan ve
Dar-ül İslâm’a hicret etmeyen Müslümanlar İslâm’ın korumasının dışındadırlar. İslâm’ın
tüm emirleri ve cezaları ile helâl ve haramlarına uymaları dinen gerekliyse de,
İslâm onların sorumluluğunu üstlen-mez. Rasûlullah’ın صلي
الله عليه
وسلم
buyruğu da bu yöndedir. Hadis’te açıkça belirtildiği gibi, ganimet ve feyde
onların hiçbir payı yoktur. Ve dini açıdan can ve malları gayri masûmdur, zira
onlar “ismet-i mukavvime” (tam güvence)ye sahip değildir.
Eğer böyle Müslümanlar “harbi”
millete aitse onlar “mübah’üd dem ve’l emvâl” (mal ve can güvenceleri
olmayan)dır. Bu nedenle, onların öldürülmesi halinde olanlar için kısas şöyle
dursun, diyet bile yoktur, hatta bazı durumlarda kefaret bile yoktur. Bu hususta,
biz burada önde gelen fakihlerin sözlerini aynen naklediyoruz: Böylece,
bunlardan Dar-ül Harb’ın Müslüman reayasının hukuki konumunu anlamış olacaksınız:
“Müslüman olduktan sonra bize hicret etmeyen
ve Dar-ül Harb’te kalan kişinin kan bedeli hiç yoktur…Bizim ulemamız onu (telef
olan malının tazmin edilmemesi hususunda) harbi sınıfına koymuştur. Bu açıdan,
malına zarar verenler için hiçbir tazminat ödenmez…Bu bakımdan, malı harbinin
malı gibidir. Bu nedenle, Ebû Hanife de, harbi ile caiz olan satış veya alışverişin
onun için de caiz olduğunu belirtmiştir. Yani, Dar-ül Harb’te bir dirhemi iki
dirheme karşı satmak gibi.” (Ahkâm-ül Kur’ân, Cessas, el-Hanefi. C.
“Dar-ül Harb’te olan bir kişi sanki Dar-ül İslâm
için ölü gibidir.” (El-Mebsût, c.
“Ehl-i Harp, Müslüman
çocukları kalkan olarak kullanırsa, onları hedef almakta bir sakınca yoktur,
yani, nişan alan kişi onların Müslüman olduğunu bilse bile…Bunun için ne diyet
var ne de kefaret.” (Aynı eser, s.
“Eğer bir harbî,
Dar-ül Harb’te İslâmiyeti kabul eder ve o “dar” Müslümanlar tarafından fethedilirse,
malları, köleleri ve yetişkin olmayan evlâtları ona bırakılacaktır…Ancak taşınmaz
malları Müslümanlar için ganimet sayılacaktır. Ebû Hanife ve Muhammed’in görüşü
böyledir. Ebû Yusuf diyor ki: “Ben ihsan olarak taşınmaz malları da ona bırakırım.”
(Aynı eser, s.
“İmam Ebû Hanife diyor ki, “ben bir kişinin
Dar-ül Harb’te kendi cariyesi veya eşiyle ilişkide bulunmasını da mekrûh sayarım.
Korkarım ki, orada onun sülâlesi büyümesin. Zira, bir Müslüman için Dar-ül
Harb’ı yurt edinmek yasaktır…Ve ayrıca, belki oradan ayrılır ve orada kendi
soyunu bırakırsa, evlâtları müşriklerin ahlâkıyla ahlak-lanır.” (Aynı eser,
s.
Bu hususta korka korka
belirtmek istediğimiz şu ki, İmam-ı Azam’a göre Dar-ül Harb’ın Müslüman vatandaşlarının
birbirinden faiz yemeleri mekrûhtur. Ancak böyle bir muamele yaparlarsa,
geçersiz sayılmaz. İmam Muhammed de bu görüşe karşı çıkmıştır ve delili şudur:
Bu iki Müslümanın malı, “masûm anit temelluki bi’l ahzi[20]”dir. Müslümanlar o ülkeyi
fethettikten sonra mallarını ganimet olarak ilân etmezse, o iki Müslümanın birbirinin
malını ganimet olarak alma hakkı nasıl doğabilir? Ancak İmam Ebû Hanife’nin
kendi görüşü için ileri sürdüğü delilden anlaşılıyor ki, kendisi çeşitli kanuni
durumlar ve karmaşık ince farkları anlamakta daha üstün bir niteliğe sahipti.
Biz bu açıklamayı buraya kelimesi kelimesiyle naklediyoruz zira, bu asıl yasanın
önemli bir konusunu aydınlatmaktadır. Diyor ki:
“Dar-ül İslâm’ın korumasına girmeden önce
sadece İslâmla sabit olan ismet (masumluk), sadece İmamın lehinedir, ama
hükümleri arasında yer almamaktadır. Görmü-yor musunuz, eğer bu iki Müslümandan
biri, diğerinin malı ve canını yok ederse tazminat ödemesi gerekmiyor? Oysa,
bunu yaptığı için günahkâr olacaktır. Asıl konu şu ki, emirlerde yer alan ismet,
ancak Dar-ül İslâm sınırlarının içinde yaşanınca sabit olur ve bu koruma, dine
değil, “dar”a (ülkeye) göredir. Din sadece kanun hakkı açısın-dan, sadece buna
inananları alıkoyar ve buna inanmayan-ları alıkoymaz. Buna karşılık, “dar”ın
kuvvetiyle, hürmeti-ne inananlara ve inanmayanlara karşı da insanın malının
koruması yapılır. O halde, günah olması açısından sabit olan ismete dayanarak
biz dedik ki, onlar için bu fiil mekrûhtur ve kanunlar açısından ismetsizlik
yüzünden biz dedik ki, onun aldığı mal geri verilmeyecektir, zira onlardan biri,
diğerinin malını aldığı zaman, sadece almış olması nedeniyle sahibi olur.” (El-Mebsût,
c.
Burada İmam Hz. İslâm
Hukukunun üç dalına da atıfta bulunmuştur. Örneğin, İtikad Hukuku açısından,
ister Dar-ül İslâm’da ister Dar-ül Küfr veya Dar-ül Harb’de olsun bir Müslümanın
malı masûmdur ve bu ismet yüzünden Allah’ın koyduğu sınırları aşan günahkâr
olacaktır. Anayasa Hukuku açısından, Dar-ül İslâm’da yaşayan bir kâfirin malı
hangi ismete sahipse, o Dar-ül Küfr’de yaşayan bir Müslüman’da yoktur. Bu
nedenle, Dar-ül Küfr’ün başka bir Müslümanı bunu haram yollarla alırsa, Allah
nezdinde elbette ki, günahkâr olacaktır, ancak dünyada ona İslâmî hükümler
uygulanmayacaktır. Dış İlişkiler Yasası uyarınca, kâfirler arasında yaşamakta
olan bir Müslüman kendi sosyal hak ve sorumlulukları açısından yine o
kâfirlerle aynı durumdadır. Bu nedenle, salt kazanma açısından kâfirler gibi o
da, malın sahibi olur. O halde, bu temele dayanarak Dar-ül Küfr’de Müslümanlar
Müslümanlardan faiz yer ve kâfirler, Müslümanlardan faiz yerse, o malların
sahibi olacaklardır ve geri verilmesi için herhangi bir hukuki emir de
verilemez. Ama, bu demek değildir ki, faiz yiyen ve yediren Müslümanlar
günahkâr olmayacaktır.
[1] Bunun ilginç bir örneği bizzat Mevlana Gilanî’nin makalesinde
geçmiştir. Kendisi, Şâmi’nin ibaresini naklettikten sonra demiştir ki, denizler
tamamen gayri-İslâmî alanlardır. Bu sözleri hangi müçtehid ne zaman söylemişse,
o dönemin koşullarına göre bu belki de doğruydu. Daha sonraki fakih ve âlimler,
öncekilerin kitaplarında bu hükmü görünce bunun İslâm Huku-kunun değişmez bir
kuralı olarak gördü. Oysa, okyanuslar ve denizler uluslararası ilişkiler ve
bağlantıların en önemli kaynaklarındandır ve hiçbir güç denizlere hakim
olmadıkça uluslar arası düzeyde etki ve iktidar sahibi olamaz. Eğer İslâm
fıkhının okunması
[2] İmam Ebû Yusuf, İmam Şafiî, İmam Malik, İmam Ahmed ve pek çok
muhaddisin bu rivâyeti reddettiği unutulmamalıdır.
[3] Bu, Hendek Gazvesinde meydana gelen bir olaydır ve bunu rivayet
eden Hz. Abdullah bin Abbas’tır: Önde gelen müşriklerden birinin cesedi hendeğe
düşmüştü. Müşrikler, Müslümanlara para verip cesedini almak istedi. Müslümanlar
Rasûlullah’a
عليه
وسلم
صلي
الله durumu anlattı.
Rasûlullah
عليه
وسلم
صلي
الله onları cesedi vermekten
menetti. (Kitab-ül Harâc, İmam Ebû Yusuf, Emiriye baskısı, s.
[4] Şurasını hemen belirtelim ki, biz burada “milliyet”
kelimesini ırk veya toprağa bağlı bir milliyet anlamında değil, kültürel
(dini) ve uygar milliyet ve uyruk anlamında kullanıyoruz. Aslında, İslâm
kültürel ve siyasi milliyetin temelini medenî ve sosyal milliyet üzerinde bina
eder. Bir annenin iki oğlu ırk veya soy olarak aynı milliyete bağlı olur. Bir
mahallenin iki sakini vatan ve toprak bakımından bir milletin ferdidir. Ancak
bunlardan biri Müslüman ve diğeri kafir ise kültürel milliyetleri farklı
olacaktır, ve ilke olarak bizim bahsettiğimiz fark ortaya çıkar.
[5] Dar’ül İslâm’ın bu tanımı biraz açıklamayı gerektirmektedir. Gerçekte,
Dar’ül İslâm ancak İslâm’ın bir hayat nizamı olarak yürürlükte olduğu ve İslâm
Hukukunun ülke kanunları olarak uygulandığı bir ülkeye veya beldeye denir.
Ama, bir bakıyorsunuz ortada bazı öyle durumlar ve şartlar çıkmış ki, bir
ülkede iktidar Müslümanların elinde olmasına rağmen onlar İslâm düzeni yerine
başka bir düzen kurmuş ve İslâmî yasalar yerine başka yasaları uygulamaktadır.
İslâm fakihleri bu konuda fevri davranılmaması ve karamsarlığa kapılıp oraya
Dar’ül Küfr damgasının vurulmamasını tavsiye etmektedirler. Onlara göre, o
ülke veya bölge, yöneticileri kendilerinin İslâm ile olan bağlantılarını resmen
kesmedikleri sürece bil’kuvve (hükmen) Dar’ül İslâm demeye devam edeceğiz.
Fakihlerin bu husustaki ihtiyatlı davranışı şundan dolayıdır: Müslümanların
herhangi bir güçlü ve yetkili hükümetinin kendi ilke ve yasalarına göre “Müslüman
olmaması”nın şu iki nedeni olabilir: Ya bir ülkenin Müslüman vatandaşları,
İslâm’a bağlı olup ilke ve kurallarına göre hayatlarını sürmek ister, ama
herhangi bir nedenle, dinden dönmüş veya doğru yoldan sapmış bir zümre iktidarı
ele geçirmiştir. Ya da, o ülkenin insanları doğru yoldan sapmış, cehalete
düşmüş ve onların isteğiyle böyle bir zümre iktidara gelmiş ve İslâm dışı
icraatte bulunmaktadır. İlk durumda, Müslüman halkta İslâm’ın uyanışının
başlaması ve onların bir gün İslâm’ın yuvasında Küfr işlerini yapmakta olan yönetici
kadrosunu söküp atması pek mümkündür. Onun için, küfrün bu geçici galebesini görüp
umutsuzluğa kapılmamıza ve acele davranıp her şeyi berbat etmeye ve bunun bir
küfr evi olduğuna karar vermeye gerek yoktur. İkinci duruma gelince, bu
şüphesiz, umutsuz bir durumdur. Ne var ki, cehalet ve sapıklığa rağmen henüz
İslâm ile ilgisini kesmemiş ve bu kadar yozlaşmasına rağmen dininin hala İslâm
olduğunu belirten bir milletin geleceği konusunda o kadar umutsuz olmayalım ve
onun bir gün gerçek İslâm’a dönebileceğinden umudumuzu kesmeyelim. Onun için,
onun yuvasına da Dar’ül Küfr değil Dar’ül İslâm diyeceğiz. Ancak şu gerçek de
gözardı edilmemeli ki, İslâm Hukukunun düzenlemeleri
[6] Dar’ül İslâm vatandaşlarından herhangi bir kimse yurt dışına çıkıp
suç işler ve ahlâksızlıklar yaparsa, Dar-ül İslâm yönetimi elbette ki, ondan
niçin İslâm ve Müslümanları küçük düşürücü hareketlerde bulunduğunu, ayrıca
yanlış hareketlerinden dolayı kendi devletleri için uluslararası bir takım sorunlar
çıkardığını sorabilir, ancak bizzat suçun kendisi yani, adam öldürme veya
hırsızlık gibi fiiller hakkında herhangi bir dava açamaz. Çünkü bunlar ülke
sınırlarının dışında işlenmiştir.
[7] Bu demektir ki, bir İslâm Devletinin himayesinde olmayan ve sınırlarının
dışında yaşayan bir Müslümanın kanı ne kadar değerli olursa olsun, İslâmî
hükûmet açısından ve kanunen hiçbir değer taşımamaktadır. Dolayısıyla, ona bir
zarar geldiği zaman İslâmî hükûmet herhangi bir yardımda bulunamaz. Herhangi bir
kimse tarafından öldürülürse, İslâm Devletinin kısas ödemesi veya kan bedelinin
ödetilmesi konusunda herhangi bir sorumluluğu olamaz. Malları gaspedilir veya
namusuna tecavüz edilirse İslâmî yönetim bu zulmü gidermekle yükümlü değildir.
Yani, hukuk bunu demektedir. Yoksa, inanç açısından Müslümanlar için din
kardeşlerinin can, mal ve namusları dünyada her şeyden daha değerlidir ve
Dar-ül İslâm’ın Müslümanlarının, Dar-ül Küfr’deki din kardeşlerine her türlü
ahlâki yardım-da bulunmaları dinsel onurlarının bir gereğidir.
[8] Günümüzde bu, “hicret etme durumu” şartına bir şart daha
ilâve edilme-lidir ki, o da şudur: “Dar-ül İslâm, muhacirlere kapılarını
açmış ve İslâmî hükümet tarafından, kesin Dar-ül Harb ve Dar-ül Küfr veya özel
bir Dar-ül Harb ve Dar-ül Küfr’ün Müslümanlarına kendinde toplanma çağrısını
yapmışsa.” Bunlara rağmen hicret etmeyenlere, Dar-ül İslâm’ın Müslüman
vatandaşları, tıpkı Dar-ül Harb veya Dar-ül Küfr’ün diğer vatandaşlarına reva
gördükleri muameleyi yapmakta haklı olacaklardır. Ancak, hicret etmek gücünde
olmayanların hakları da yasalara göre hiç olmamasına rağmen, onlara tam bir
gayri müslim muamelesi yapılma-yacaktır, aksine asker ve polislere ve diğer
Müslümanlara, savaşta bunları mümkün olduğu kadar kurtarmaya çalışmaları
emredilecektir. Barış durumunda da kendilerine yumuşak davranılacaktır. Ne var
ki, Dar-ül İslâm hükümeti ne dışardaki Müslümanları hicret çağrısında bulunmuş,
ne de onlara kapılarını açmamışsa, dışardaki Müslümanlarla ilgili Hasan bin
Salih’in şu sözü geçerli değildir ki, “onların konumu, Müslüman konu-munda
değildir”. Ancak Anayasa Hukukunun, Dar-ül İslâm’ın vatandaşı olmayan ve
sınırlarının dışında yaşayan Müslümanların can, mal ve namus-larının
korunmasıyla ilgili sorumluluğunun ona ait olmadığına ilişkin hükmü aynen geçerlidir.
[10] Ebû Davûd, bâb-ı a’lâ men yukâtil’ül müşrikîyn.
[11] Ebû Davûd, Kitab-ül Cihad, aynı bölük. Bu ikinci olayda Resûlullah,
maktûller için yarım diyet verilmesini emretmişti. Pek muhtemeldir ki, bu hareketi,
bu tür maktûllerin diyetine son verildiği âyetin inişinden önce yapmşıtır.
[13] Bkz. “El-Cami’üs Sagir” ve Fetvâ-yı Kadı Han
[14] Yani, anlaşmanın bozulduğunu onlara açıkça bildirin. Böylece,
anlaşmanın bozulduğu konusunda ikiniz de eşit şekilde haberdar olacaksınız.
[15] Bu hükümden istisna olan durum şudur: Anlaşmalı millet, anlaşmayı
bozduğunu resmen açıklar ve İslâmî hükûmetin haklarına tecavüz eder yahut
herhangi bir askeri girişimde bulunur. Böyle bir durumda biz de adı geçen
millete karşı herhangi bir açıklamada bulunmadan askeri harekat başlatma
hakkına sahip oluruz. Fukeha-yı İslâm bu konuda Rasûlullah’ın şu hareketinden kanuni hükmü çıkarmışlardır:
Kureyş, Beni Hüza’a konusunda Hudeybiye Anlaşmasını bozunca, Hazreti Peygamber
kendile-rine anlaşmanın feshi konusunda bilgi vermeye gerek görmedi ve
herhangi bir ihbarda bulunmadan Mekke’ye yürüdü. Ne var ki, bu ruhsattan
istifade ederken, Hz. Peygamber’in anlaşmanın feshini bildirme gereği duymadığı
bütün koşulları göz önünde bulundurmamız ve bu durumda takındığı tutumu izlememiz
gerekmektedir.
Birincisi, Kureyş’in anlaşmayı bozması kesin ve açık bir husustu
ve bunda herhangi bir kuşku yoktu. Bizzat, Kureyşliler anlaşmaya aykırı
davrandıklarını kabul ediyordu. Nitekim, anlaşmanın yenilenmesi için Ebû
Sufyan’ı Medine’ye gönderdi. Bu demektir ki, onlara göre de eski anlaşma yürürlükten
kalkmıştı. Ancak, anlaşmanın bozulmasının, anlaşmayı bozan millet tarafından
ilan edilmesi şart değildir. Burada, önemli olan, anlaşmanın bozulmasının
kesin olmasıdır.
İkincisi, bu anlaşmanın bozulmasından sonra, Hazreti Peygamber,
herhangi bir işaret, kinaye veya fiil ile Kureyş’i hala anlaşmalı bir millet
olarak saydığı veya onlarla ilişkilerin devam ettiğini ima etmedi veya ortaya
koymadı. Tüm rivâyetlerden anlaşılıyor ki, Ebû Sufyan Medine’ye gelip anlaşmanın
yenilenmesini önerince, Hz. Peygamber bunu kabul etmedi.
Üçüncüsü, Kureyş’e karşı askeri faaliyet ve savaş hazırlıklarını
bizzat Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem yaptı. Bu konuda ikili davranmadı
ve hiçbir hareketiyle görünürde barışçı ve gizliden gizliye savaşa hazırlandığı
izlenimini vermedi. Resûl-ü Ekrem’in ahlâkı ve kişiliği işte böyle idi. Onun
için, Kur’ân’ın yukarıdaki emrinden eğer farklı davranılacaksa, o
[16] Burada davetten muhtıra veya ültimaton kastedilmiştir. Yani, kendilerine
barış anlaşması, cizye vermek veya Müslüman olup ümmete katılmaları konusunda
öneride bulunmak. Onlar bu üç seçeneği kabul etmezse, onlarla savaşmaktan
başka çare yoktur.
[17] Burada “ben” kelimesini Rasûlullah bir Peygamber olarak
değil İslâm Devletinin başı olarak söylemiştir. Buyruğunun anlamı ise şudur:
İslâm Devleti böyle bir Müslümanın can güvenliğinden sorumlu değildir.
[18] İlk zamanlarda, tüm İslâm toprakları tek bir hükûmetin yönetiminde
olduğu içim Dar-ül İslam,
[19] Bu ancak, anlaşmada böyle bir şartın olması halinde böyle olur.
Demek ki, İslâm Hukukuna göre o Müslüman kendi fiili için sorguya çekilmeyecektir.
Eğer sorgulanacaksa, ancak anlaşmanın şartlarına göre sorgulanacaktır, ya da
yukarıda işaret ettiğimiz temellere dayanarak.
[20] Yani bir Müslümanın malı,