Son Söz:

Bizim buraya kadar İslâm Hukukuyla ilgili olarak verdi­ğimiz ayrıntılarla Mevlana Manazır Ahsen’in istidlâlinin temeli ortadan kalkmış oluyor. Bunlardan özellikle, şu hususlar ispatlanmış oluyor:

1-Gayri zimmi kâfirlerin hepsi “mübah-üd dem ve’l em­vâl” (kanı ve malı mubah)  değildir. İbahet sadece savaş halinde olan kâfirlerin kan ve malları içindir. O halde, faiz almak ve fasit akitlerle (islamî olarak geçersiz anlaşma) mu­amele yapmak, sadece savaş halindeki kâfirler için caizdir ve bu hakka, sadece, hakim veya liderleri herhangi bir Dar-ül Küfr’ü Dar-ül Harb ilan ettiği Dar-ül İslâm’ın vatandaşı olan ve can güvenliğiyle Dar-ül Harb’e ticaret v.s. gibi amaçlar için giden Müslümanlar sahiptir.

2-Dar-ül Harb bir kere, her durumda Dar-ül Harb olmaz. Ve eğer İtikât Hukuku açısından Dar-ül Harb sayılıyorsa, çeşitli dereceleri vardır ve her derecenin hükümleri ayrıdır. Tüm gayri İslâmî toprakları Dar-ül Harb saymak ve sadece savaşa mahsus hükümleri ve yasaları uygulamak yalnız İslâm Hukukunun ruhuna değil, açık hükümlere de aykırıdır ve sonuçları çok tehlikeli olabilir. İbahet-i nüfus ve emvâl yü­zünden belirlenen ayrıntılar, ancak herhangi bir Dar-ül Küfr ile savaş hali devam ettiği sürece geçerli olabilir. Ayrıca, bü­tün bu emirler Dar-ül Harb’ın Müslüman reayasıyla değil, o Dar-ül Harb ile savaş halinde olan Dar-ül İslâm’ın reayasıyla ilgilidir.

3-Hindistan (burada bağımsızlıktan önceki Hint Yarıma­dası kastedilmiştir) genel anlamda buradaki İslâmî hükûme-tin tarihe karışmasıyla Dar-ül Küfr oluverdi. Şah Abdülaziz’in faizin caiz oluşuyla ilgili fetva verdiği sırada bu­rası gerçekten Müslümanlar için bir Dar-ül Harb’tı. O sırada, İngilizler, Müslüman saltanatı ortadan kaldırmak için savaşı­yordu. İngilizler savaştan sonra buraya hakim olunca ve Müslü-manlar esareti kabul edince burası Dar-ül Harb ol­maktan çıktı. Bir ara burası Afgan Müslümanları için bir Dar-ül Harb idi. Sonra Türkler için. Ancak şimdi burası tüm Müslüman devletler için bir Dar-ül Sulh’tur (barış halindeki ülke). O halde, Müslüman ülkelerin reayasından herhangi bir kişi burada faiz yeme veya fasit anlaşmalarla muamele yapma hakkına sahip değildir. Ancak Serhad’ın bazı özgür kabileleri burayı hala bir Dar-ül Harb sayabilir ve kötü an­laşmalarla muamele yaparlarsa Hanefi fıkhına göre fiilleri caiz sayılabilir. Ama bu sadece bir hukuki ruhsattır. Allah nezdinde ise, kendine Müslüman deyip faiz yiyiciliği, içki satışı, kumar oynama ve domuz ile ölü etlerinin ticaretiyle İslâm’ı diğer milletlerin gözünde küçük düşüren bir Müslü­man hiçbir zaman makbul olamaz. Bunu şu misal ile anla­yabiliriz: Bir kişi, hiç parası olmadığını ve çocuklarının açlık­tan öleceğini bildiği halde borçlu kardeşini icraya ve sonra cezaevine gönderiyor. Siz diyebilirsiniz ki, borç veren bu hakka sahiptir ve yaptıkları için hukuki gerekçeler bulun­maktadır. Ancak, bunun kanunun son sınırlarını zorlamak anlamına geldiğini inkâr edebilir misiniz? Ve bunu yapanın bir hayvandan beter olduğunu reddebilir misiniz?

4-Hindistan, Müslümanlar için, fıkhi bir terim olarak ke­sinlikle “Müstemin” bir konumda değildir. Müsteminin ilk şartı Dar-ül İslâm’ın vatandaşı olmasıdır. Ve ikincisi, Dar-ül Harb’teki kalışının geçici olmasıdır. Hanefi yasalarda Dar-ül İslâm’da bir harbi müsteminin kalışının azami süresi bir yıl­dan biraz fazladır. Bundan sonra, bu yasalar onu doğal uy­ruk açısından zimmi yapmaktadır. Buna dayanarak diyebiliriz ki, bir Müslüman müstemin için de Dar-ül Harb’te kalmanın azami süresi iki yılı geçmez. Dar-ül İslâm’da Müslümanların toplanması ve kâfirlerin zimmi yapılması konusunda son derece hassas olan İslâm Şeriatı, bir kişiye Dar-ül Harb’ı yurdu haline getirmesi ve orada neslinin devamına hiç izin vermez. Bunlar bir kişi için caiz değilse, milyonlarca Müslümandan oluşan muazzam bir nüfusun yıllar boyu müstemin gibi bir hayat sürüp bir yandan, sadece savaş nedeniyle dağınık bireyler için verilmiş olan geçici izinlerden yararlanmasına ve diğer, yandan, yine geçici olarak müstemini İslâmî yasalara uymaktan kurtaran ve kâfirlerin yasalarına uymasını sağlayan tüm kısıtlamaları kabul etmele­rine nasıl göz yumulabilir?

5-Hind Müslümanlarının doğru yasal konumu, kendile­rine kâfirlerin egemen olduğu millet olmalarıdır. Bir zaman­larda Dar-ül İslâm olan “dar”ları artık Dar-ül Küfr olmuştur. Ancak Dar-ül İslâm’ın bazı kalıntıları hâlâ vardır. Onların gö­revi, ya bir Dar-ül İslâm’a geçmeleri, ya da buna kadir değil­lerse, bu ülkede geriye kalan İslâmî yasa ve gelenekleri sıkı bir şekilde korumaları ve mümkün olduğu kadar bunu yeni­den Dar-ül İslâm’a çevirmeleridir. Küfrün emirleri altında yaşadıkları hayatın her nefesi bir günahtır. Artık geriye kalan İslâmî izleri de ortadan kaldırıp bu günahı daha da artırmak mı istenmektedir?

(Tercüman-ül Kur’ân, Ramazan 1355-Zi’l kade 1355; Aralık 1932-Şubat 1932.)