73 FIRKA
37- Ebu Hureyre radıyallahu
anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etti: - Yahudiler yetmişbir yahut yetmişiki
fırkaya ayrıldı. Hristiyanlar da yahudilerin benzeri fırkalara ayrıldılar ve
ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır.
İZAHI: Müslümanlar asr-ı saadette her hususta muttahid idiler. Aralarında
herhangi bir anlaşmazlık olduğu zaman Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme
müracaat ediyorlar ve aralarındaki ihtilaf Huzur-u Peygamberî’de hallediliyor
idi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin irtihâlinden sonra, ilk ihtilaf
hilâfet meselesinde vukû buldu. Çünkü Rasûl-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem
kimin halife olacağı hususunda açık ve kesin bir emir vermemişti. Bu hususta üç
görüş ortaya çıktı. 1- Başta Sa'd bin Ubade olmak
üzere ENSAR, halifenin kendilerinden olmasını istiyorlardı. 2- Hz. Ebu Bekir ve Hz.Ömer'in
başında bulunduğu diğer grup da, hilâfetin muhacirlere ait olduğu görüşünde
idiler. 3- Hz.Abbas ve Hz.Zübeyr'in
dahil olduğu diğer bir grup ise halifeliğin peygamberimizin ailesi olan
Haşimoğulları’na ait olduğunu ileri sürüyor ve Haşimîlerin en faziletlisi ve
üstünü olan Hz.Ali'nin halife seçilmesini istiyorlardı. Ancak bu durum uzun
sürmedi ve Beni Saîde sakifesi toplantısında Hz. Ebubekir halife seçilerek
ihtilaf halledildi. Hz.Osman'ın hilâfetinin son zamanlarına kadar, müslümanlar
arasında hiçbir tefrika görülmedi. Çünkü müslümanlar büyük bir coşkuyla sürekli
cihad ediyordu. Böylece fethedilen yeni ülkelerle genişleyen İslâm
coğrafyasındaki insanların İslâm’la tanışıp hidayete ermesi için yine büyük bir
coşku ile İslâm tebliği, cihadı sürdürülüyordu. Bu dönemde, Müslümanların ilim
öğrenmek, ibadet, taat, hayır hasenat yapmak, tebliğ ve cihad etmekten başka
şeylerle meşgul olmaya vakitleri bile yoktu. Fakat Hz.Osman’ın hilâfetinin
sonlarına doğru fitne ve tefrika tohumları saçılmaya ve müslümanların arasında
siyasî ve itikadî ayrılıklar baş göstermeye başladı. Hz.Osman'ın şehâdeti ile
tefrika ve fitne çok geniş boyutlara ulaştı. Kendilerini müslüman ve Şiî
kabul eden, Sebeiyye, Hâkimiyye, Gurabiyye, Nusayriyye, Keysaniyye gibi Hz.
Ali'yi ilahlaştıran ve İslâm’la hiçbir alakası olmayan siyasî mezhepler, diğer
taraftan Cebriyye, Kaderiyye, Mürcie gibi İslâm itikadına aykırı itikadî
mezhepler uzun müddet İslâm âlemini meşgul ettiler. Haricîler ve Karmatîler de
müslümanlar arasında vukû bulan nice kıtallere sebep oldular. Böylece
müslümanlar arasında büyük tefrikalar ve parçalanmalar meydana geldi. 19. asrın
sonları ve 20. asrın başlarında da, Allah'ın kendisine hulûl ettiğini iddia
eden, cennet ve cehennemin varlığına inanmayan Mirza Ali'ye mensup olan
Babîler, Mirza Ali’nin talebesi olup hem Allah’ın kendisine hulûl ettiğini hem
de Kâbe’nin kendi bulunduğu yer olduğunu iddia eden ve İslâm’ın helâl-haram
sınırlarını tanımayan Bahaullah’a bağlı olan Bahaîler ve Hindistan'da zuhur
edip kendisinin peygamber olduğunu söyleyen ve artık cihada gerek kalmadığını
iddia eden Gulam Ahmed'e mensup Kadıyaniler de İslâm'la alakaları olmayan ve
hâlen faaliyette bulunan birer fitne ve tefrika unsurlarıdırlar. Zamanımızda da bir kısım
sapıklar, batıcılık adına, sosyalizm, kapitalizm, komünizm gibi tağutî
düzenleri İslâm nizamından üstün görmek ve İslâm'ı çağdışı ilan etmek gibi
büyük bir dalalete düşmektedirler. ßu kişiler müslüman adı taşısalar da
İslâm’la alakaları yoktur. Çünkü İslâm bir bütündür. Hem dünya ve hem de ukba
ile ilgili hükümleri içerir. İslâm dini aynı zamanda bir devlet nizamıdır. O,
devlet işlerinden soyutlanamaz. Onun bazı hükümlerine inanıp bazılarını kabul
etmemek küfürdür. Bu zihniyetin sahipleri İslâm ümmetini İslâm'dan
uzaklaştırmak için çaba gösteren ehl-i dalalettir. Diğer taraftan şefaatı kabul
etmeyen, kendi görüşlerini benimsemeyenleri küfürle itham eden Vahhâbîler;
Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer'e dil uzatan, kendi imamlarını masum kabul eden, mut'a
nikahını meşru sayan ve ehl-i sünnete karşı düşmanca davranan ŞİA'nın tesiri
ile müslümanlar arasında yeni tefrikalara sebep olanlar; İslâm'da reform
taraftarı olan Cemaleddin Efganî ve tilmizlerinin tesiri ile telfikçiliği
savunananlar; İmam-ı Azam, Maturidî ve Eş'arî gibi ehl-i sünnet imamlarına dil
uzatan ve Selefiye mezhebi ile hiçbir ilgileri olmadığı hâlde kendilerini
Selefiye diye adlandıranlar; İslâmî ilimlere vukufları olmadığı hâlde hadis-i
şerifleri delil kabul etmeyerek -bir kaçı hariç- hadisleri reddedip sadece,
Kur'an'ın meallerine bakarak ahkâm çıkaran mealciler; tasavvufu inkâr eden ve
Mevlana gibi bir kısım velileri küfürle itham edenler; İslâm'la ırkçılığı
bağdaştırmaya çalışan sentezci kavmiyetçiler; tağutî düzenlerin idarecilerini
ulu’lemr kabul eden tevilciler; tutundukları vasıtaları gaye hâline getiren ve
kendilerinden başka herkesi dalalette gören mutaassıp ve itidalini kaybetmiş
çeşitli hizipler... Evet, bütün bunlar da müslümanlar arasındaki uhuvveti,
birlik ve beraberliği zedeleyen yanlış ve sakim akımlardır. Bu ümmetin İTİDAL vasfını
muhafaza eden her müslümana düşen, bu gibi akımlara kapılanlara hayır nasihatta
bulunmak, İslâm'a zarar veren davranışlardan sakındırmaya çalışmak, emr-i bi’l
ma'ruf ve nehy-i ani’l münker vazifesini en güzel bir şekilde ifa etmektir. İlk zamanlarda meydana gelen
tefrikaların arka planında ya yahudileri veya İran mecusîlerini görmekteyiz.
Çünkü İslâm'ın hâkimiyeti ile, yahudiler asırlardır yaşadıkları Medine, Hayber
ve Fedek gibi yurtlarından olmuş, asırlardır bekledikleri ahir zaman nebisi
kendileri arasından zuhur etmemişti. İranlı’lara gelince onların da bin yıldan
beri inandıkları mecusîlik yıkılmış, mecusî ateşi sönmüş, Sasani imparatorluğu
sona ermişti. İşte bu sebeblerden dolayı, gerek yahudiler gerekse mecusî
İranlı’lar gizli gizli müslümanlar arasına fitne ve tefrika sokmaya, onların
itikadlarını bozmaya gayret etmişler ve her fırsatı değerlendirmişlerdir. Bu
hususta Yemenli bir yahudi olan Abdullah ibni Sebe'nin çıkardığı fitneyi,
Fatımî hükümdarı Hâkim bi Emrillah’ı, Allah'ın kendisine hulûl ettiğine
inandırarak insanları kendine ibadete davet etmeye ikna edip kandıran Hamza
Ed-Dürzî adlı İranlı'nın yaptıkları melanetleri hatırlamak kâfidir. Zamanımızda da gerek yahudi,
gerek hristiyan bütün şer güçleri İslâm'ı ortadan kaldırmak, müslümanları bölüp
parçalayarak sömürmek için durup dinlenmeden çalışmakta, plan ve programlar
yapmaktadırlar. Bütün bunlara karşı müslümanlar da uyanık olmalı, müslümanı
ağlatan ve düşmanı güldüren fitnelerden, sakim davranışlardan, tefrikalardan
sakınmalıdırlar. Böyle fitne ve tefrikaların
şuyû bulduğu zamanlarda, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin tavsiyesine
uyarak cemaate iltizam etmeli, ehl-i sünnet ve’l cemaat üzere sabit kadem
olmalıdırlar. Müslümanlar arasında meydana gelen bu çok çeşitli siyasî, itikadî
ihtilaf ve tefrikalar mevzûmuz olan hadis-i şerifin Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemin bir mucizesi olduğunun delilidir. Hadis-i şerifte daha
önceki ümmetlerin çeşitli fırkalara ayrılıp bu fırkalardan sadece bir
fırkasının kurtulduğu gibi, 73 fırkaya ayrılacak olan ümmet-i Muhammed'in de 72
fırkasının dalâlette, sadece bir fırkasının hidayet üzere olup kurtulacağı
haber verilmektedir. Hadis-i şerifte geçen 73 fırka, fırkaların esastaki
benzerlikleri nazar-ı itibara alınarak aynen vâkî olabileceği gibi, 73 rakamı
çokluktan kinaye olduğu için bu fırkaların daha çok olabileceği de mümkündür.
Fakat fırka-yı nâciye tektir ve o da cemaat üzere olan fırkadır. Hadis-i şerifin İbn-i
Mâce'deki rivayeti de şöyledir: "Yahudiler 71 fırkaya
ayrıldı. Onlardan biri cennette, 70'i cehennemdedir. Nasranîler de 72 fırkaya
ayrıldılar. 71'i cehennemde biri cennettedir. Muhammed'in nefsi, yed'i
kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki benim ümmetim de muhakkak 73 fırkaya
ayrılacaktır. Biri cennette ve 72'si cehennemdedir. - Ya Rasûlallah! Onlar kim?
denildi. - Cemaattir, buyurdu. Her türlü dalâlet ve
sapıklıktan korunmak, fitne ve tefrika girdabında boğulmamak için, cemaate
iltizam etmek, ehl-i sünnet ve’l cemaat itikadında bulunmak, İslâm'ı cemaat
hâlinde yaşayıp, İslâm için cemaat hâlinde çalışmak şarttır. "Sizden hayra çağıran,
iyiliği emredip kötülüğü meneden bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa
erenlerdir." (Al-i İmran: 104) «Kendisi için doğru yol belli
olduktan sonra kim peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir
yola giderse, onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. O ne kötü bir
yerdir.» (Nisa: 115) Meallerini verdiğimiz ayet-i
kerimelerden de anlaşılacağı üzere, imandan sonra müslümanlar için ilk
fariza-yı diniye cemaat teşekkül ettirmeleridir. Bu hususta Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır: "Size beş şeyi
emrediyorum: Cemaata iltizamı, dinleyip itaat etmeyi, hicreti ve Allah yolunda
cihad etmeyi. Kim cemaattan bir karış ayrılırsa boynundan İslâm bağını çıkarmış
olur." (Müsned-i Ahmed bin Hanbel) «Allah ümmetimi dalalet
üzerinde cem etmez. Allah'ın yed'i kudreti cemaatle beraberdir. Kim ki
cemaatten ayrılırsa, cehenneme gitmek üzere ayrılır.» (Tac) «Kıyamete kadar ümmetimden
hak üzere olan bir cemaat bulunacaktır. Onlar muhaliflerine galiptirler.»
(Buharî) Hz.Ömer radıyallahu anh
Câbiye mevkiinde bir hutbe okuyarak şöyle buyurmuştur: «Ey insanlar! Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem bizim içimizde nasıl hutbeye durdu ise, ben de
şimdi sizin içinizde öyle hutbeye duruyorum. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştu: - Ashabıma, ondan sonra
gelenlere (tâbiîn'e) ve onlardan sonra gelenlere (tebe-ü tâbiîn) muhabbeti ve
haklarına riayeti tavsiye ederim. Onların devrinden sonra yalan çoğalacak, o
derecedeki bir adama yemin verilmediği hâlde yemin edecek bir adam şahitliği
istenmediği hâlde şahitliğe kalkışacaktır. İyi kulak verin! Hiçbir erkek bir
kadınla başbaşa yalnız kalmasın ki üçüncüleri elbette şeytandır. CEMAATTEN
AYRILMAYINIZ. TEFRİKADAN SAKININIZ. Çünkü şeytan yalnız kalanlarla beraberdir.
İki kişiden biraz daha uzak kalır. CENNETİN TA ORTA YERİNİ KAZANMAK İSTEYEN
CEMAATE İLTİZAM ETSİN. Her kimi iyilikleri sevindirir ve kötülükleri
kederlendirirse biliniz ki o mü'mindir.» (Tâc) Kâmil bir cemaatin oluşumunda: 1- Gaye birliği, 2- Metod birliği, 3- Uhuvvet, 4- Eğitim birliği şarttır.
Müslümanın gayesi, Allah
rızası için, İslâm'ı fert, aile ve devlet planında hâkim kılmak için çalışmak
olmalıdır. Bu çalışmaları yaparken metodu, Kur'anî ve nebevî metod olmalı ve
asla başka yollara tevessül etmemelidir. Aralarında hakiki mânâda bir uhuvvet
gerçekleştiremiyen topluluklar kâmil mânâda bir cemaat oluşturamazlar. O
bakımdan müslümanlar din kardeşliğinin, kan kardeşliğinden daha üstün olduğu
idraki içinde bulunmalıdırlar. Bütün bunların kemâl derecesinde
gerçekleşebilmesi için tam bir eğitim birliği şarttır. Nebevî bir eğitim
içerisinde aynı İslâmî ölçüleri alan, aynı hakikatları öğrenip savunan Kur'an
ve sünnetin aydınlığında sırat-ı mustakim üzre eğitilip istikamet kazanan
müslümanlar, artık birbirine İTİMAT edebilirler ve bu itimat emir sahiplerine
karşı İTAATI celbeder. Karşılıklı İTİMAT ve İTAAT ise müslümanlar arasında
birbirlerine karşı EMNİYET ortamı doğurur. Birbirlerinden emin olan kişiler ise
birbirlerine karşı MUHABBET beslerler. Muhabbetin çok tabii neticesi olarak da
müslümanlar arasında çok içten, karşılıklı MADDİ ve MANEVİ MUAVENET başlar ve
böylece onlar din kardeşini kendi nefsine tercih etmek yani İSAR derecesine
kadar yükselirler. Ve artık bu vasatta yetişen müslümanlar kendi aralarındaki
durumları asla ifşâ etmez, SER VERİR, SIR VERMEZLER. Aralarında vukû bulan
meseleleri, İSLÂM AHKÂMINA göre hallederler. Böylece Allah ve Rasûlü'nün razı
olacağı bir birlik ve bir cemaat ruhu teşekkül etmiş olur. «Ümmetimden daima Allah'ın
emrini yerine getirmekte sabit, kendilerini yalanlıyanların ve muhaliflerinin
zarar veremeyeceği bir cemaat var olmakta devam edecektir. Ta Allah'ın emri
gelinceye (kıyamet kopuncaya) kadar, onlar hep bu doğru yol üzerinde sabit kalacaklardır.»
(Buharî)
|